[voiserPlayer]
Türk-Amerikan ilişkileri son dönemde oldukça gergin. Her ne kadar son NATO zirvesinde Erdoğan ile Biden arasındaki görüşme sonrası yumuşama sinyalleri verilmiş olsa da henüz ilişkilerin nasıl ilerleyeceği konusunda net bir yön tespit edilemiyor. Özellikle S-400 meselesinin ABD tarafınca hayati önemde addedilmesi ve Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması ilişkileri daha da çetrefilli hale getiriyor. Arın Demir tüm bunları konuşmak üzere konunun önde gelen uzmanlarından Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Serhat Güvenç’i bu hafta konuk etti.
F-35 projesi kamu ve özel sektör iş birliği içeren, ulusal ve uluslararası sözleşmelerle ortaya çıkan kompleks bir yapıya sahip. Öncelikle, F-35 programının yapısını ve çalışma mekanizmasını anlatır mısınız?
Geçmişten günümüze F-35 programı müşterek taarruz uçağı projesi şeklinde hazırlanmıştır. Amerikan Hava Kuvvetleri’nde ve onun program ortağı müttefiklerinde F-16’ların yerini alması beklenmektedir. F-35, Ağ merkezli harp yapabilecek yetenekte bir uçak olarak tasarlamıştır. Daha önce savaş uçakları belli bir görevi sadece üzerlerindeki sensörlerden ve radarlarından topladıkları veri ve bilgilerle gerçekleştiriyordu. F-35 ise bağlantılı olduğu ağa veri akışı sağlayan tüm kara, hava, deniz ve uzay platformlarından beslenen verilerle daha doğru ve gerçek zamanlı durum tespiti yapabilecek bir savaş uçağı olarak tamamlanmıştır. Bu niteliğiyle F-35’de üzerindeki sensörlerden elde ettiği bilgiyi ağa aktarabilmektedir. Tarihsel olarak baktığımızda, F-35 savaş uçağına ilişkin ilk teknik çalışmalar 1990’lı yılların sonunda başlamıştır. Bu projede ABD daha önceden ürettiği ortak üretim uçak projelerinden ve çok uluslu hava harekâtlarından edindikleri tüm operasyonel ve teknik deneyimleri projeye yansıtarak program ortaklarıyla yatırımlarını gerçekleştirmiştir. F-35 programını, bir önceki nesil olan F-16 programıyla karşılaştırdığımızda, ABD’nin elindeki teknolojiyi çok sıkı şartlara bağlı olmak kaydıyla paylaşmada daha cömert davrandığını görüyoruz.
F-35 programı, F-16 programına göre neden operasyonel ve teknik bilgi birikimi konusunda program ortaklarına daha fazla bilgi paylaşımı açıyor?
Soğuk savaşı izleyen ilk on yıl içerisinde ABD bir dizi hava harekâtına öncülük etti. Örnek olarak; Bosna, Kosova ve Afganistan’da yürütülen hava harekâtlarını söyleyebiliriz. Buna benzer hava harekâtları sırasında, ABD Hava Kuvvetleri kendisiyle birlikte faaliyet gösteren müttefikleri arasında taktik kabiliyet ve teknik kapasite farkı oluştuğunu gözlemledi. Farkın ardında yatan neden, müttefiklerin harekât alanına sürdüğü silahların ve uçakların Amerikan muadillerinin ayarında olmadığını gördü. Müttefikler kâğıt üzerinde F-16 savaş uçaklarına sahip olsalar da ellerindekiler dış satım modelleri çoğu Amerikan F-16’larının yeteneklerine sahip olmadığından, özellikle gece harekâtı ve hassas mühimmatın kullanılması gibi konularda yetersiz kaldılar.
Müttefiklerdeki bu yetersizlik, özellikle yüksek tehdit ortamlarındaki görevler için Amerikan Hava Kuvvetleri ya da Amerikan Deniz Kuvvetleri hava gücünün kullanılmasına neden oldu. Ayrıca en riskli görevler yine Amerikan hava güçleri tarafından yerine getirildi. ABD sahada benzer bir durumun tekrarlanmaması adına kendi hava ve deniz kuvvetlerinde, müttefiklerine de aynı konfigürasyonu sağlayacak bir program tasarlamaya karar verdi. Sonuç itibarıyla, F-35 projesinin F-16 programından farkı, program ortaklarına savaş uçağı olarak aynı konfigürasyonu vermesidir. Somutlarsak, olası bir hava harekâtında ABD ve müttefik F-35’leri aynı taarruz paketinde, aynı yetkinlikle görev alabilecektir. Özetle F-35 program ortaklarının F-35’leri arasından yetenek ve konfigürasyon farkı olmayacaktır. Tabii, uçağın özellikle geliştirilme sürecinde, ister istemez müttefiklerin de rol almasına fırsat verilmiştir. Fakat, burada şuna dikkat çekmekte fayda vardır: Programın sözleşmesinde program ortaklığının belli seviyeleri bulunmaktadır. Ortaklık seviyeleri 1. 2. 3. ve müşteri (4. seviye) olarak tanımlanmakta ve programa birinci seviyeden katılım gösterdiğiniz zaman, bazı kararlarda hakikaten ciddi etki sahibi olunmaktadır.
Katılımcı ülkelerin 4 farklı katılım seviyesi ile F-35 programına üye olduklarını anlıyoruz. Bu katılım seviyelerinin birbirlerinden farkları nelerdir?
4. düzeyde katılım yok, orada artık müşteri oluyorsunuz. Birinci seviye katılımda hem maliyet hem de karar verme süreçlerinde belli bir söz hakkına sahip olunuyor. Programa birinci seviyeden katılım gösteren ABD ve İngiltere olarak sadece iki ülke bulunuyor. Programda İngiltere ve ABD; üretim, tasarım ve satışlarda söz sahibi konumdalar. Programdan elde edilecek kârdan da pay alacaklar. İkinci düzey ortaklık seviyesinde, üyelerden milyar dolar boyutunda geliştirme faaliyetine katkı sağlaması bekleniyor. Bu da size haliyle bazı öncelikler sağlıyor. Örnek olarak, programa daha erken dahil olduğunuzdan uçak siparişlerinizi biraz daha uygun fiyatla verebiliyorsunuz. Programa katılmayan ülkelere uçak ihraç edildiği taktirde, yine programın ortak karından az da olsa bir pay alıyorsunuz. Aslında, başlangıçta Türkiye’nin de programa ikinci seviyede katılımcı olması bekleniyordu.
Peki, Türkiye F-35 programına kaçıncı seviyeden dahil olmuştu?
İlk başta, Türk Hava Kuvvetlerinin 100 uçak gibi bir sipariş potansiyelinden söz ediliyordu. Fakat sonrasında, Türkiye nihai kararı 3. seviyeden katılımcı olmak yönünde verdi. 3. seviye programa dahil olabileceğiniz en düşük düzey fakat size öncelikli sipariş verme hakkı tanınıyor. Önceden sipariş verme hakkı, uzun vadeli hava savunma planlamalarında önem taşır. Savunma sanayiinde, uçak üretimi çok uzun planlama gerektiren bir süreçtir. En iyi ihtimalle 3-4 sene beklemeniz gerekiyor sipariş ettiğiniz uçağın teslimine kadar.
İlgili sözleşme F-35 programındaki üçüncü seviye katılımcılara ne gibi hak ve yükümlülükler getiriyordu?
Öncelikle, Türkiye 175 milyon dolar gibi bir maddi yatırımla programa katılım sağladı. Bu seviye sizi program ortağı yapmakla birlikte programın yönetim masasında yer sahibi olmanızı sağlıyordu. Yönetim masasında, kararlarda söz sahibi olmasanız da tartışmalara katılıyorsunuz. Bir diğeri de önceden bahsettiğim öncelikli müşteri olarak tanımlanmanız. Siz sipariş talebinde bulunduğunuzda, program ortağı olmayan birinin verdiği siparişten önce talebiniz değerlendiriliyor ve üretim hattına konuyor. Türkiye açısından önemli olan bu programın içinde organik olarak yer almaktı. İkinci düzey katılım yerine suyun başından biraz daha uzak olan ama programın merkezine de çok uzak olmayan 3. düzey katılımcılık, Türkiye’yi F-35 programına dahil etmişti.
Türkiye F-35 programına 2002 yılında yedinci uluslararası ortak olarak katılmıştı. Türkiye’nin projeye katılım aşamaları ne şekilde gerçekleşti?
Türkiye programın başından beri takipçisiydi. Proje başladığından itibaren Türk Havacılık ve Uzay Sanayi (TUSAŞ), programın durumundan haberdar olabilmek için 5 milyon dolarlık bir ödeme yaptı. Bu sayede, F-35 programındaki gelişmeleri güncel şekilde takip etmeye başladı. Türkiye’nin projeyi yakından takip etmesinin temel sebebi, F-4 uçaklarının yerini alacak bir uçak ihtiyacıydı. Bunun nedeni de aslında şu: Birbirine bağlı yüksek teknolojik sistemlerin oluşumunda izlek bağımlılığı (path dependence) dediğimiz bir tanım vardır. 1947 yılından günümüze Türk Hava Kuvvetlerinin izlek bağımlılığı muharip uçaklarda Amerikan Hava Kuvvetleri’nin kullandığı sistem ve uçaklar tarafından oluşturuldu. Dolayısıyla, 1947’den günümüze gelen sistemsel bir süreklilik var. Muharip uçaklar da model ve sistem olarak birbirini takip eden bir silsile içinde tasarlanıp hizmete girdiğinde, görece daha düşük yatırımla bir üst modele geçme şansınız oluyor.
Türkiye F-16 projesini gerçekleştirdikten sonra, bir sonraki aşama F-35 uçağıdır. Bu aşamanın izlek bağımlılığını değerlendirdiğimizde, Türk Hava Kuvvetleri için bir sonraki doğal adım olarak düşünülmelidir. O dönem F-35 programı hem havacılık sanayiinde hem de Türk Hava Kuvvetleri açısından tek tercih olarak masadaydı. Bununla birlikte, ABD uzun süre Türkiye’yi ortak alıp almama konusunda tereddütler yaşadı. Türkiye 2002 yılında ortak olmak istedi. Fakat, 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından onaylanmadı ve onu izleyen birkaç yıl Türk-Amerikan ilişkileri inişli-çıkışlı gitti. Türk-Amerikan ilişkilerdeki gerilimin yansımalarını, F-35 programında da gözlemleyebiliyoruz. İkili ilişkilerdeki belirsizliklerden dolayı Türkiye’nin programa katılımı gecikti. Bu süreçte, Türkiye’nin yeni nesil savaş uçağı tercihinin olarak F-35 olacağı düşünürken, Avrupalı konsorsiyumun ürettiği Eurofighter gündeme geldi.
Dönem itibarıyla Eurofighter programı da savunma alanında önemli bir projeydi. Türkiye’nin başka bir seçenek olarak değerlendirdiği bu projeyi de biraz açar mısınız?
Eurofighter, 4.5’uncu kuşak birçok görevli savaş uçağı projesiydi. F-35 ise beşinci kuşak bir savaş uçağı olarak tanımlanıyor. Eurofighter projesinin ana ortakları Almanya, İngiltere, İtalya ve İspanya’ydı. Programın ortakları Türkiye’ye beşinci ortak olma önerisinde bulundular. O sırada Türkiye, AB ile iyi ilişkileri tarihinde hiç olmadığı kadar yakındı. Teklif olumlu siyasi ortamın yansımasıydı diyebiliriz. Ayrıca o sırada F-35 uçağının birçok teknik sorunu daha giderilmemişti. Bir de üstüne da pahalı bir projeydi. Birim maliyet sürekli yükseliyordu. Üstüne üstlük ABD, Türkiye’nin arzu ettiği kadar teknolojiye nüfuz etme imkânı sağlamıyordu. 2003’de 1 Mart Tezkeresinin yarattığı açtığı yaranın Türk-Amerikan ilişkilerine etkisi hala sıcaktı. Dolayısıyla, böyle bir ortamda Eurofighter Türkiye’ye tam katılım teklif etti. Türkiye, bir müddet bu teklifi ciddi şekilde değerlendirdi. Sonrasında, Türkiye-AB ilişkilerinin ivme yitirmesi ile birlikte gündemden düştü.
2007 yılına geldiğimizde, Türk-Amerikan ilişkilerinde özellikle ikinci Bush döneminde bir toparlanma yaşandı. Buna mukabil Türkiye’nin de F-35 programına ortak olarak katılmasına ilişkin anlaşma sağlandı. Biliyorsunuz, F-35 programı uluslararası bir anlaşma niteliğinde olduğundan, TBMM’de de görüşüldü ve onaylandı. TBMM görüşmelerinde, dönemin komisyon başkanı Kürşat Atılgan’ın konuşması “F-35 neden tercih edildi?” sorusunun yanıtı çok çarpıcıdır ki Türkiye’nin F-35 ısrarının gerekçelerini de ortaya koymaktadır. Bu konuşma şu şekilde;
“Değerli milletvekilleri gecenin ilerleyen bu saatinde çok teknik bir konuda, anlayabileceğiniz açıklıkta bir konuşmanın mümkün olduğu kadar açık olması için gayret gösterdim. Ama şunu bilin ki geri dönüşü olmayan, teknolojik ve bilgisayar teknolojilerinde de dışa bağımlılığı bir kat daha arttıran, milli gayelerle operasyon imkanlarının biraz daha azalacağı, daha çok müttefiklerle ve bir arada olduğumuz ülkelerle operasyon yapabilecek bir yeteneğe doğru gidiyoruz.”
Burada bir anlamda şunu söylüyor “Aslında bizim milli ihtiyaçlarımıza uygun bir uçak değil ama biz Amerika’nın müttefiki olarak, başlatılacak harekâtlara ortak katılmak amacıyla bu alımı yapıyoruz. Hatta, Amerika ile müttefiklik ilişkimizin bir sigorta poliçesi olarak bu uçağı alıyoruz” anlamı çıkarılabilir. Özetle, Türkiye’nin F-35 programına katılımı teknik ve askeri olmaktan çok, siyasi bir tercih sonunda gerçekleşmiştir. Projeye müşteri yerine 3. seviyeden ortak katılımı Amerika’nın kendi etrafında kurmaya çalıştığı müttefik çemberinin, ilk halkalarından birinde yer alma çabasıydı.
Bir hava savunma sistemi olan S-400 sistemlerinin Türk Havva Kuvvetleri’nin hava savunma mimarisine ve muharebe ağına ilişkin teknik uyumsuzluklarından dolayı entegre çalışamayacağı bazı uzmanlarca belirtiliyor. Benzeri bir teknik uyumsuzluk, Türk Hava Kuvvetleri’nin teknik altyapısı gereği, F-35’in muadili olarak dillendirilen Rus yapımı SU-35 benzeri opsiyonlarında da geçerli mi?
Her silah sistemi bir askeri kültürün ürünüdür. Benzer şekilde SU-35 Sovyet geleneğinin mirasçısı Rus askeri kültürünün bir ürünüdür. SU-35, Rusya’nın ihtiyaçlarını, dünya görüşünü, harekât ihtiyaçlarını yansıtan bir sistemdir. Türkiye de kendi uçağını ürettiği zaman, kendi ihtiyaçlarını tanımlayabileceği ve ona göre göreve hazırlayabileceği uçağa sahip olabilecektir. Türkiye bugüne kadar hep başkalarının kendi ihtiyaçları ve öncelikleri için tasarladıkları sistemleri kullanmak zorunda kaldı. Mesela, Amerikan sistemi kullanmak içinde siyasi ve teknik bazı kısıtlamaları barındırır. Türkiye bu tür kısıtlamaları Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında yaşadı. Hala Ege’de Amerikan yapımı uçaklar kullandığınızda, Yunanistan’ın elindeki Amerikan menşeili uçakları olası düşman olarak tanımlayamazsınız. Bu sistemler birbirlerini dost görecek şekilde programlanmıştır.
Rus yapımı SU-35 benzeri opsiyonları düşünürsek, izlek bağımlılığı üzerine konuşmamız gerekmektedir. Türk Hava Kuvvetleri’nin çok köklü bir izlek bağımlılığı mevcut. Başka bir izleğe geçerseniz -ki bu opsiyonda Rus sistemi oluyor- başka bir sistemler sistemine geçmiş oluyorsunuz. Diğer bir anlamda, Türk Hava Kuvvetleri’nin bugüne kadar yaptığı bütün altyapı yatırımlarını iptal etmeniz gerekir. Yatırımlarla da kalmıyor, eğitim programlarınızı bile değiştirmeniz gerekir. Hatta Hava Harp Okulu’na aldığınız öğrencilerin yetiştirilmesinden, pilot eğitim sistemlerine, kullandığınız talimnamelere, iç bürokratik uygulamalara kadar her şeyinizi baştan değiştirmeniz demektir. Muhtemelen muhakeme ve zihniyet tarzınızı da değiştirmeniz gerekecektir. Türkiye’nin bugüne kadar hava savunma planlamasında yaptığı yatırımlar ve eğitimler optimal şekilde teknik unsurların başarılı bir şekilde çalışmasını hedefliyor. Bir Rus yapımı uçağın kullanımı, bütün bir sistemin baştan aşağıya yeniden kurgulanmasını gerektirir. Bu sizi bağımlılıktan kurtarır ama geçmişten günümüze yapılan bütün yatırımlarınızı da unutmanız gerekir.
Türk Hava Kuvvetlerimizin teknik altyapı olarak yabancı kaynaklara bağımlılığı seviyesinde bir rakam verebilir misiniz?
Muharip uçaklar bakımından %100’dür. Lojistik ve nakliye uçaklarında bu bağımlılık ciddi seviyelerde azaldı. Nakliye uçaklarında da Amerikan hakimiyeti vardı ama Alman-Fransız ortak yapımı C-160’lar, C-235’ler, Airbus 400’lerden sonra, Amerikan bağımlılığı bitmiştir. Yine o uçaklarda da Amerikan sisteminden türetilmiş usuller ve talimnameler kullanılmaktadır. Her ne kadar Amerikan yapımı olmasalar da doktrin ve teknik olarak Amerika sisteminin izlerini taşırlar.
Türkiye’nin F-35 projesine dahil olmasındaki kazanımları ve hedefleri nelerdi?
Türkiye F-35 projesine girerken, F-16 projesindeki deneyimlerle yola çıkmıştı. F-16 sözleşmesine benzer şekilde offset almayı bekliyordu. Sözleşmede offset aldığınızda, ödediğiniz maliyet kadar iş alıyordunuz. Şöyle örnekleyebiliriz; Türkiye, ABD’den 100 uçak sipariş etti ve maliyeti 10 milyar dolar tuttu. Offset karşılığı Türkiye’de sipariş ettiği bedel kadar, 10 milyar dolarlık iş alacak diye bir karşılık bulunmaktaydı. F-35 projesi ise başından itibaren offset kuralı dahil farklı şekilde kurgulandı. Amerikalılar bu sefer ticari bir yaklaşım olduğu iddiasıyla “En iyi fiyatı kim verirse işi ona veririz” (best value) yaklaşımı getirdiler. Bu açıdan Türk Savunma Havacılık ve Uzay sanayinin baştaki beklentileri, ABD’nin kurguladığı yapı ile çok uyuşmadı. Türkiye’nin tereddütlerinden bir tanesi de “iş payı” oldu. Türkiye projeden ne kadar iş payı alacağına ilişkin çeşitli girişimlerde bulundu. Konuştuğum yetkililer ve uzmanlar %50 gibi bir hedeften söz ediyorlardı. Başlangıçta sipariş fiyatı “10 milyar dolar ise, 5 milyar dolarlık iş alalım ki hem teknoloji öğrenimi hem de savunma sektörüne finansal katkı olsun” diye bir yaklaşım bulunmaktaydı. Günün sonunda “best value” ilkesiyle sipariş almak çok kolay olmadı.
Devamında, Türkiye’nin de programa katılımının cazip kılınması için ana üretici Lockheed-Martin çok önemli bir karar verdi. Karar sonrası Türkiye’nin üretim zincirine katılması çorap söküğü gibi geldi. Bugün dünyada F-35’lerin orta gövdesini üreten 2 tane fabrika var; Bir tanesi ABD’deki Northrop Grumman fabrikasıdır. Diğer de Ankara’daki TAI’dir. TAI’den sonra Kalekalıp gibi başka Türk savunma şirketleri de projeden farklı ihaleler aldılar. Türkiye, günün sonunda beklediğinin de ötesinde üretim zincirine katılarak savunma sanayii siparişine ulaşmıştı. Üretim zincirinden toplamda 10-11 Milyar dolar gibi bir endüstriyel katkıdan söz ediliyordu. Bir anlamda, F-35 projesine Türkiye’nin ortaklığının da içi doldu. Türkiye’yi klasik bir alıcı olmaktan çıkartan unsur, program kapsamında stratejik parça üretimleri yapıyor olmasıydı. Böylelikle, Türkiye’nin iki beklentisinden iş payı karşılanmış oldu. İş payının elde edilmesi için hem sektör hem de bürokrasi gerçekten çok emek harcamıştı. Çok gayret gösterilmişti.
Türkiye’nin projede öncelikli hedefi olan iş payının, F-35 savaş uçağının üretim zincirine şirketleri aracılığıyla dahil olmasıyla birlikte, toplamda 10-11 milyar dolarlık bir kazançla hedefine ulaştığını anlıyoruz. Maddi kazancın yanında, F-35 sisteminin teknik altyapısına ilişkin talepleri ne düzeyde karşılanmıştı?
Bu çerçevede Türkiye’nin ikinci talebi görev bilgisayarına tam nüfuz edebilmekti. Türkiye bu uçağı kendi milli harekâtları için de kullanmak istiyordu. Bunu yapmanız için de uçağın görev bilgisayarına erişebilmeniz ve kendi ihtiyaçlarınız doğrultusunda müdahalede bulunma yetkinizin olması gerekiyor. Uçağın görev bilgisayarına erişim konusunda Türkiye ve İngiltere ABD’ye birçok defa talepte bulundu. Fakat İngiltere dahi birinci düzeyden katılımcı olmasına rağmen Lockheed-Martin bilgisayar erişimini vermedi. Türkiye de İngiltere gibi F-35 görev bilgisayarına tam nüfuzunu sağlayamadı. Öte yandan, Lockheed-Martin ve Pentagon, Türkiye’ye o dönem şöyle bir avantaj sağladı. Buna karşın Türkiye’nin kullandığı, F-16 uçaklarını üreten Lockheed Martin, Türkiye’ye, F-16 uçaklarının görev bilgisayarlarına aşamalı olarak nüfuz etme imkânı verdi. Bu imkân sonrası örnek olarak, TAI’nin yürüttüğü bir “Özgür Projesi” oluştu. Özgür Projesi’nde, Blok 30 model ile F-16’lar artık ulusal yazılımla uçacak hale geldi. Türkiye’nin ulusal yazılımıyla, F-16 uçaklarını kullanmaya başlaması önemliydi çünkü artık uçaklarını hava harekâtlarında, yeni silah sistemleri ve teçhizat geliştirmede kullanabilecekti.
Türkiye F-35 programından S-400 hava savunma sistemlerinin alması, teknik gizlilik gerekçesiyle programdan çıkartılmasıyla sonuçlanmıştı. Programa tekrardan dönüş için sözleşmede hukuki bir engel bulunuyor mu?
F-35 programını hukuki çerçevede tartışmak bana çok anlamlı gelmiyor. Bu program başından beri siyasi ilişkilerden etkilendi. Türkiye’yi F-35 programından çıkarılması da siyasi gelişmelerin bir sonucuydu. Program üyelerinin arasında da Türkiye’nin projeden çıkartılmasına itiraz eden bir üye olmadı. Bu aşamadan sonra Türkiye belki müşteri olarak programa dönebilir. F-35 ilk kez muharebeye girip, yetenekleri ortaya çıkınca, artık gizliliği kalmayınca diğer ülkelere de satılır. O zaman, Türkiye’nin de müşteri olması gündeme gelebilir.
F-35 programından çıkartılmamız Türk Hava Kuvvetleri’nin gelecek dönemdeki hava savunma planlamasını nasıl etkiledi?
F-35 programından çıkartılmamız, Türk Hava Kuvvetleri’nin gelecek dönemdeki hava savunma planlamasını çökertti. Az önce belirttiğim gibi Türk Hava Kuvvetleri’nin geçmişten gelen teknik bir izlek bağımlılığı var. F-16’lar 2030-2040, bir ihtimal 2050’ye kadar görev yapabilirler. Şimdilik, F-16 uçaklarının bir süre daha kullanılabileceği değerlendiriliyor. Türk Hava Kuvvetleri’nin kuvvet planlamasında iki ana parametresi bulunmaktadır. İlk olarak, hava savunmamızda en az 2 uçak tipinden yararlanılması hedeflenmektedir. Türkiye’nin vurucu gücünü F-16 ve F-4 uçaklarının oluşturması bu parametrenin bir sonucuydu. Bunun temelinde tüm filonuzu yapısal bir hatası bulunabilecek tek modele bağlamama fikri bulunmaktaydı. F-35’lerin de F-4’lerin yerine filo hizmetine girmesi ve ilk olarak Malatya’da konuşlandırılması planlanıyordu. Eskişehir’deki filoların da F-35 savaş uçaklarıyla donatılması söz konusuydu. Her şey yolunda gitseydi, geçtiğimiz yıl ilk 6 uçak sırayla Türkiye’ye teslim edilecekti. Özel olarak pilotları, yer destek ekibi yetiştirilecek ve yeni filolar oluşturulacaktı. Türk Hava Kuvvetleri F-4’leri yaşından dolayı hizmetten çıkarıyor. Buna bağlı olarak, hava savunma planlamamızda konsept olarak çok rollü iki tipe dayalı uçak stratejisi artık uygulanamaz noktaya geldi. Artık muharip görevler için sadece F-16 kullanan bir hava kuvvetimiz olacak.
Türkiye’nin hava savunma planlamasında konsept olarak iki tipe dayalı uçak stratejisinin uygulanmayacağından bahsediyorsunuz. Bu bir zafiyete sebebiyet verir mi?
Eğer hava gücü doktrininiz değişmeden kalırsa zafiyet yaratır. Hava savunma planlamanıza uygun doktrini uygulayacak araçlarınız yoksa, bu sefer doktrininizi elinizdeki mevcut araçlara göre revize etmeniz gerekir. Böyle giderse, Türkiye ABD’den daha fazla 2. el ya da yeni F-16 temin etmek durumunda kalabilir. Haliyle F-16 uçakları, F-35 modeline göre daha basit uçaklar. İkinci el F-16 temininde yine Türkiye-ABD ilişkilerinin gidişatı da önem taşıyor. İkinci bir opsiyon olarak, daha çok İHA’ya ve hava savunma füzelerine dayanan bir kuvvet yapısına geçebilirsiniz. S-400’de ısrar ediyorsanız zaten dediğim ikinci seçeneğe yöneliyorsunuzdur. Bu yönelim, hava kuvvetlerimiz açısından her şeyi baştan oturup planlamanız, tasarlamanız, insan kaynağınızı ve alt yapınızı hazırlamanız anlamına gelir. İnsansız hava aracı konusunda önemli bir mesafe kat edildi. Muhtemelen pilotlu muharip uçaklarının yükünün bir kısmını onlar taşıyabilirler ama hala sadece pilotlu muharip uçaklarla yapılacak görevler de var. Üçüncü bir seçenek olarak Milli Muharip Uçak düşünülebilir. Bu uçak için ilk hangardan çıkışın 2023 yılında gerçekleştirileceği iddia ediliyordu fakat iyimser bir hedef olduğu düşüncesindeyim. En iyi ihtimalle Milli Muharip Uçağın bir 10 yılı daha var. Hava gücü planlamasında, Türk Hava Kuvvetleri çeşitli ara formüllerle F-16 uçakları ile bir süre daha idare edecek gibi görünüyor.
F-35 uçaklarının alternatif opsiyonları olarak bir düzeyde kullanılabileceği iddia edilen, Milli Muharip Uçak ve F-16 uçaklarından bahsediyorsunuz. CAATSA yaptırımları çerçevesinde geleceğe yönelik savunma sektörümüze ürün ve hizmet tedariğinde kısıtlamalar mevcut. Bu kısıtlamalar Türk Hava Kuvvetlerinin F-35 alternatifi opsiyonlarını ne şekilde etkiler?
Tamamen Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrine bağlıdır. Siz eğer S-400’de ısrar ederseniz zaten çok temel bir stratejik tercih yapmışsınız demektir. Bu tercih, ABD’ye ‘‘Artık seninle iş yapmıyorum’’ demektir. ABD’de Biden yönetimi ısrarla şunu vurguluyor: ‘‘S-400 bizim için yaşamsal bir meseledir’’. Ortağınız bunu yaşamsal olarak tanımlıyorsa, sizin “bunu böyle yapalım, şöyle yapalım” diyerek ikna etmeniz mümkün değildir. S-400’leri Türk-Amerikan ilişkilerinde bir engel olmaktan çıkarmanız gerekiyor. S-400 meselesini bir engel olmaktan çıkarmadıkça, CAATSA ve bunun gibi farklı sorunlar hep çıkacaktır. S-400 önümüzde ayağımıza batmış bir diken, hatta bir çivi gibi duruyor. Teknik argümanlarla veya hukuki olarak CAATSA’nın muhtemel etkilerini tartışabilirsiniz fakat bu tartışma bana çok akademik geliyor. Öte yandan, 16 yıl sonra Türk Hava Kuvvetleri, Baltık hava devriyesi görevi için yeniden Baltık Deniz’ine gidiyor. Baltık ülkelerinin ofansif anlamda hava gücü bulunmuyor. Bu nedenle NATO’nun Baltık hava devriyesinde Türkiye’nin kullandığı Amerikan F-16 uçakları görev yapacak. Bir taraftan ABD’nin CAATSA yaptırımları yürürlükte, ancak Türkiye Baltık hava sahasında F-16’larla devriyeye destek veriyor. Yaptırım uygulandığınız tarafla NATO’nun ortak devriye görevine katılıyor. Gelinen noktada, bu da Washington’ın açmazı. NATO için önemli bu görevde kullanılan F-16’ları faal tutması için ihtiyaç duyduğu yedek parça ve malzemeleri Türkiye’ye vermeyecek misiniz?