[voiserPlayer]
Türkiye 100 gün sonra cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimi için sandık başına gitmeye hazırlanıyor. Seçime kısa bir süre kala en çok tartışılan konulardan biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü kez aday olma tartışması. Erdoğan geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada seçim tarihi için mecliste yeterli çoğunluğun elde edilememesi durumunda parlamentoyu feshedeceğini belirtti. Anayasaya göre mevcut durumda Erdoğan’ın üçüncü kez aday olması mümkün gözükmüyor. İktidar kanadında bu tartışmalar sürerken muhalefetin adayı ise hala açıklanmış değil. CHP, İYİ Parti, Demokrat Parti, Saadet Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin oluşturduğu Altılı Masa’da henüz adaylık konusunda mutabakata varılmadı. Masada adaylık konusunda en çok ön plana çıkan isimlerin başında Kemal Kılıçdaroğlu ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu geliyor. Geçtiğimiz Aralık ayında YSK üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında siyasi yasak kararı çıkan İmamoğlu’nun ismi, bu karara rağmen adaylık yarışında başı çeken isimlerden biri. Ekrem İmamoğlu’nun siyasi ve stratejik danışmanlığı görevini yürüten siyasal iletişim uzmanı Necati Özkan’a muhalefetin geciken aday açıklamasını, Ekrem İmamoğlu’nun adaylık ihtimalini ve seçime ilişkin diğer önemli soruları sorduk.
Bize İmamoğlu’yla tanışma hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
Aslında bu tanışma hikâyesini “Kahramanın Yolculuğu” kitabımda yazmıştım. Ekrem Bey ile CHP Beylikdüzü İlçe Başkanı olduğu dönemde tanıştık. 2013 sonbaharıydı. Bir gazeteci arkadaşım Ekrem Bey’in benimle tanışmak istediğini söyledi. Ben o sırada CHP’nin 2014 Genel Seçimi kampanyasını hazırlıyordum. Bırakın bir ilçe başkanını, büyükşehirlerle çalışacak durumum yoktu. Gazeteci arkadaşımın da tekrar tekrar talebi sonrası Ekrem Beyle tanıştık.
Ama tanışır tanışmaz Ekrem Bey’in ne tür bir siyasetçi olduğunu anladık. Ne tür bir geleceğinin olabileceğini de… İş dünyasından gelen, toplumun bütün kesimlerini anlayabilecek bir özgeçmişe sahip, ne yapmak istediği çok belli olan ve potansiyeli yüksek bir siyasetçi adayıydı. Dört beş yıl civarında Beylikdüzü’nde ilçe başkanlığını yönetiyordu. Aslında neredeyse ilçe örgütünü yeni baştan kurmuş ve harekete geçirmişti. Çok aktif bir ilçe örgütü haline getirmişti ve belediye başkanlığına aday olmak istiyordu. Partisi onu ön seçime girmeden aday yapmak istiyordu, bunu da kendisine bildirmişti.
Bizim kendisiyle çalışmaya karar vermemizden sonra parti yönetiminden Beylikdüzü’nde ön seçim istedi. Partinin kabul etmesiyle beraber ön seçime girdi. Sanıyorum 9 civarında aday adayı ön seçime girmişti. Sekizinin toplamından daha fazla oy alarak ön seçimi açık ara farkla kazandı. O andan itibaren de Beylikdüzü ilçe örgütünün ve Beylikdüzü’nün adayı haline geldi.
Sonra biz Ekrem Başkan’ın ilçe seçim kampanyasını yönettik ve o dönemki yerel seçimde İstanbul’da AK Parti’den alınan tek ilçe Beylikdüzü oldu. Ekrem Bey açık ara bir farkla kazandı. Kendisi Beylikdüzü Belediye Başkanı olduktan sonra da siyasi danışmanlık ve iletişim danışmanlığı çerçevesinde 5 yıl boyunca kendisiyle çalıştık. Arkasından da İBB adaylığı geldi biliyorsunuz.
Kahramanın Yolculuğu kitabınızda kahramanın yaşadığı evreleri anlatmıştınız. Şu anki çerçeveye baktığınızda İmamoğlu yolculuğunun kaçıncı evresinde, bu noktadan sonra “kahramanı” neler bekliyor?
Öncelikle Kahramanın Yolculuğu tanımlaması bana ait değil. Başta Aristoteles olmak üzere bu kavramı kullanan çok sayıda isim var. Bunlardan biri de Amerikalı mitolojist ve teolojist olan Joseph Campell’dir. Campell mitoloji dahil farklı kültürlerdeki pek çok hikayeyi, efsaneyi ve Hollywood filmlerindeki kurguları araştırır. Bütün hepsinde benzeri bir yolculuğun olduğunu anlar ve bu yolculukları Kahramanın Yolculuğu olarak tanımlar. Ona göre her hikâyenin bir kahramanı vardır. Bir kişinin kahraman olabilmesi için belirli aşamalardan geçmesi gerekir. Bunu tarif eder, hem Aristo, hem de Campell. Benim kitabım dünya tarihindeki bu literatüre gönderme yapan bir kitap. Kitabı okumayanlar kitabın başka bir şey anlattığını sandılar ve yanlış yorumlar yaptılar. Ama kitabı okuyan herkes buradaki tanımlamanın ne olduğunu gördü.
Dolayısıyla benim anlattığım tanımlama içerisindeki kahramanın yolculuğu bir daire gibi seyreder. Kahraman yolculuğuna çıktığında tanınmayan, bilinmeyen birisidir. Bir çağrıyla yolculuğuna çıkar. Bu çağrı bazen kendi içerisinden gelir, bazen dışarıdan birisi tarafından yapılır. Kahramanın yola çıktığı andan itibaren aşması gereken evreler, atlatması gereken badireler vardır. Bunları atlatıp karşısındakilere karşı bir sonuç elde eder ve kahraman olur. Kazanamazsa zaten o hikayeyi bilmeyiz, hatırlamayız, duymayız.
Genellikle bu hikayelerde ve yolculuklarda iyi kalpli, bilinmeyen tanınmayan biri yola çıktığında çeşitli kötülüklere karşı badireleri atlattığında ya da kendisine karşı kurulan tuzakları geçtiğinde amacına erişmiş olur ve hikayedeki döngü tamamlanmış olur.
Ama hikâyelerin çoğunda tam kahraman her şeyi kazanmışken, ona tuzak kuran büyük güçler ve büyük kötülükler ortaya çıkar. Ve kahramanı bir boşluğa iterler. Kahraman tam başarmışken birden bir mağaraya düşer. İşte o aşamada, oradan çıkabilmesi için ilave yardıma ihtiyaç duyar.
Mesela bizim 31 Mart seçimlerinden sonra Ekrem Bey net bir şekilde seçimi kazanmışken seçimin YSK’ya iptal ettirilmesi tam anlamıyla böyle bir şeydi. Tam anlamıyla kahramanın yolculuğunda bir çukura düşme, mağaraya düşme durumuydu. Oradan kendi başına çıkamazdı. İlave yardım gerekirdi. Oradan hangi yardımla çıktı Ekrem İmamoğlu? 800 bini aşkın vatandaşın yardımıyla… Bir anda 800 bini aşkın kahraman ortaya çıktı ve demokrasi kahramanı olarak gördükleri Ekrem İmamoğlu’na ve yolculuğuna yardım ettiler. Ancak ondan sonra kazandı.
Peki, sonra ne oldu? Ekrem İmamoğlu 3.5 yıldır İstanbul’u yönetiyor değil mi? Tüm kamuoyunun gözü önünde iki defa kazanmış kahramana birileri yeni bariyerler, yeni tuzaklar kuruyor. Onun için yeni ve daha büyük tehlikelerle dolu bir durum yaratıyor. Ve onu yeniden uçuruma itmeye çalışıyorlar.
14 Aralık’ta verilen içi boş ve haksız mahkeme kararı böyle bir şey. Ardından İmamoğlu aleyhinde açılan hakikat dışı terör soruşturması böyle. Aradan 8-9 yıl geçtikten sonra Beylikdüzü Belediye başkanlığı ile ilgili icraatları konu edilerek açılmak istenen davalar böyle. Hepsi de siyasi dava.
Bu siyasi davaların tamamı iktidar tarafından ve iktidarın muhalefete karşı bir silah haline dönüştürdüğü yargı mekanizması tarafından açılıyor. Açılmakta olan bu davaların tamamı, kahramanın yolculuğunda kahramanı yine bir uçuruma atma çabasıdır.
Atarlarsa ne olur, atmazlarsa ne olur? Atarlarsa kahramana destek verecek yeni güçler gelir. Kahramana destek verecek güçler, Türkiye’nin yarınında demokrasi ve özgürlük talep eden Türkiye toplumu olur. Ağırlıklı olarak değişim talep eden gençler, kadınlar ve iş dünyası olur.
Attıkları ya da atacakları o çukurdan, zannedilenden çok daha büyük bir destekle kahramanın çıkacağını, çok daha büyük bir değişim sağlayacağını ve tarihi bir zafer kazanacağını görürüz. Şu anda, ittire ittire kahramanı bir uçurumun kenarına kadar getirdiler ve uçuruma yuvarlamaya çalışıyorlar. Atıp atamayacaklarını göreceğiz. Atarlarsa bundan en büyük zararı atanlar görecek. En azından dünya örnekleri ve literatür bize bunu söylüyor.
Ben Türkiye’nin Doksanları tekrar yaşadığını düşünüyorum sanki oradaki tartışmalar ve ekonomik krizi tekrar ediyoruz gibi. Doksanların sonunda kurtarıcı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı görülmüştü. Şu anki dönemin kahramanı Ekrem Bey olabilir mi?
Her şeyden önce Doksanlardan önemli bir farkı var yaşadığımız günlerin. Doksanlarda, bugüne kıyasla nispeten demokratik bir rejim, siyasi akımlar karşısında nispeten tarafsız ve bağımsız bir devlet, çok daha adil bir yargı vardı. Doksanlardaki ekonomik krizler daha çok siyasi elitin tepişmesiyle ilgiliydi. Biraz da yolsuzluklarla ilgiliydi.
Bugün ise durum çok farklı. Bugün tren raydan çıkmış durumda. An itibarıyla treni yeniden raya sokacak bir isim arıyoruz; sıradan bir makinist aramıyoruz! Dolayısıyla önceliğimiz treni raya sokabilecek birisini bulmak. Türkiye’nin kördüğüm olmuş meselelerini çözecek, başta devleti yeniden kurumlaştıracak, rejimi düzeltecek, adaletin ve sistemin bağımsızlığını sağlayacak birini arıyoruz. Yani düzgün rayda, kuralına göre treni sürecek herhangi bir makinist aramıyoruz. Önce tren yeniden rayına sokulacak, ondan sonra bir makinist, sıradan bir makinist gerekebilir.
Dolayısıyla benim sık sık Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarımda söylediğim şekilde tanımlarsak, bugün bozuk bir düzen söz konusu. Bir gecekondu rejim var. Bu bozuk düzen ya da gecekondu rejiminin düzeltilmesi, rehabilite edilmesi veya sistemin tümden yeniden kurulması gerekiyor.
O nedenle Doksanlardaki gibi politik elitin kendi arasında yaptığı bir kavganın sonucunda yaşanan kriz durumundan bahsetmiyoruz. Yapısal hale gelmiş bir kaostan ve rejimsel hale gelmiş bir felakete savruluştan bahsediyoruz.
O yüzden bu olağanüstü durumun içindeki olağanüstü koşulları yönetebilecek bir isme ihtiyaç var. Kolektif bilinçle, ortak akılla ve kan dökmeden treni rayına sokabilecek, cesur, becerikli ve irade sahibi birisi lazım bize. Bu milleti yeniden medeni milletler hizasına hizalayabilecek bir isme olan ihtiyaçtan bahsediyoruz. Sorunuzun özüne dönecek olursak, bugünün sorunlarına çare bulmak için Doksanların gözlüğüyle bakamayız.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ekrem İmamoğlu’yla baba oğul gibiyiz” söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin, ülkenin en büyük ana muhalefet partisinin genel başkanının, partisinden onlarca yıl sonra seçilmiş en önemli yöneticisine sahip çıkması durumu olarak görüyorum. Çok doğru buluyorum ve alkışlıyorum.
Neden? Her şeyden önce Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu aynı davanın mücadele arkadaşları. Her ikisi de aynı partinin çatısı altında Türkiye’de modernitenin kazanması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin güçlü bir devlet ve rejimin demokratik parlamenter bir rejim olmasını sağlamak üzere mücadele ediyorlar. Birisi partinin genel başkanı olarak mücadele ediyor, diğeri de partinin en büyük metropol belediye başkanı olarak. Avrupa’nın en büyük kentinin yöneticisi olarak aynı mücadeleyi yürütüyor.
14 Aralık’ta içi tümden boş olan bir yargılama sonucunda, siyasi baskıyla mahkemenin verdiği karardan sonra biliyorsunuz çeşitli güçler genel başkan ile İBB başkanının arasını açmak için çeşitli argümanlar kullandılar. CHP genel başkanının o gün yurt dışında olmasını da kullanarak çeşitli komplolar üretmeye başladılar.
O süreç daha iyi yönetilebilirdi ama ortaya çıkan argümanları bitirmek üzere Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir tanımlama yapmayı uygun buldu. Siyasi iletişim açısından ve mevcut kirli gidişatı düzeltme açısından iyi bir tanımlama oldu. Dostça ve samimi bir tanımlama oldu. Bence olması gereken tanımlamaydı.
Ekrem İmamoğlu’nun geçtiğimiz hafta kutsal topraklara yaptığı umre ziyareti iktidar kanadında çokça eleştirildi ve PR olarak görüldü. Siz bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Bunu söyleyenler kendileri için hak gördükleri şeyleri sosyal demokrat için PR malzemesi olarak görüyor. Ekrem İmamoğlu’nun içinde yetiştiği aile, yetiştiği şehir ve hayat boyu önemsediği değerler o kadar ortada ki… Ekrem İmamoğlu iyi bir demokrat, iyi bir sosyal demokrat, ama aynı zamanda inançlı bir siyasetçi. İnançlı bir siyasetçinin ana ve babasıyla umreye gitmesi kadar doğal bir şey olamaz.
Bunu bir PR malzemesi olarak lanse etmek, toplumu kutuplaştırmaya devam etmek demek. Ekrem İmamoğlu ne yaparsa yapsın bunu bir PR malzemesi olarak görüyor bu çevreler.
Neden bunu yapıyorlar? Çünkü yaşadığımız dönem bir hakikat ötesi dönem. Popülist siyasetin temsilcileri, tüm dünyada olduğu gibi bu coğrafyada da toplumu parçalara bölüp kendi paylarına düşen tarafa yalan söyleyerek, gerçekleri çarpıtarak yönetmek istiyor. Bu arkadaşların yaptığı şey; habire hakikat ötesi kampanyalarla ülkeyi yönetmek, habire yalanlarla birilerini ötekileştirmek.
Hafta başında B40 Balkan şehirler ağı için Atina’daydık. B40 Balkan Şehirler Ağı sadece 1 yıl önce Ekrem İmamoğlu’nun vizyonu ve iradesiyle İstanbul’da kurulan bir şehirler ağı. Ekrem İmamoğlu dış politikayla ilgili herhangi bir sorumluluğu olmadığı halde Atatürk’ün Balkan Paktı’ndan ilhamla bu şehirler ağını kurdu. 12 ülkeden 23 şehrin katılımıyla kurdu. Balkanlar gibi dünyanın en çatışmalı bir bölgesinde, bir demokrasi, barış ve dostluk paktı kurdu. İBB Başkanı, bir yıl içinde sessiz sedasız biçimde Balkanları ziyaret ederek üye sayısını 49’a çıkardı. Ve bir sonraki dönem başkanlığını devretmek üzere Atina’ya gittiğimizde toplantıya ve ağa 73 şehir katıldı. Toplantıya katılan onlarca belediye başkanı İstanbul’un liderliğine ve Ekrem İmamoğlu’nun vizyonuna ne denli saygı duyduklarını dile getirdiler. Bu, işbirliği kurmayı bilen bir liderin İstanbul’un ve Türkiye’nin yumuşak gücünü büyütme projesiydi. Beklenenlerin çok ötesinde bir başarı elde edildi ülkemiz adına. Ama iktidar medyasında konuyu nasıl yansıttılar biliyorsunuz.
Oysaki, Türkiye’nin son birkaç yılda yalnızlaştırıldığını, dostsuz bırakıldığını ve hatta bu durumun “değerli yalnızlık” diye pazarlandığını hepimiz biliyoruz. Ülkeyi dünyadan tecrit eden ve tarihin akışını tersine çevirmeye çalışan bu akıl, bugün dünyayla yeniden ilişki kurmaya çalışıyor.
Önce tarihin akışını değiştirmeye çalışıp başarısız oluyorlar, ardından başarısızlıklarını yeni kelimelerle örtmeye çalışıyorlar, olmayınca da hakikat ötesi yalanlarla toplumun bir bölümünü kendi yanlarında tutmaya çalışıyorlar.
Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı durumunda İBB yönetimi Ak Parti’ye devrolacak. Bu durum sizde bir burukluk yaratıyor mu?
Bugün bize dayatılan gayrı meşru rejimin maliyeti ortada. Bu rejim, 86 milyona çok büyük fatura ödetiyor. Bugün itibarıyla Türkiye nüfusunun yüzde 60’ı bu rejimden kurtulmak istiyor. Altılı Masa’nın kurulma gerekçesi budur. Ülke tarihinde ilk kez, tüm ana akım partilerin liderleri bir araya geldi ve bu rejimden kurtulmak üzere işbirliği yapıyor. Altılı Masa’nın ortaya koyduğu değerleri HDP de onaylıyor.
Dolayısıyla bu rejimden kurtulmak birincil ve en büyük ihtiyaç. Eskinin tükendiği ama yeninin sancılarının henüz bir sonuç vermediği bu aşamada, Türkiye’nin ne yapıp edip bu rejimden kurtulması lazım. Bu hedef doğrultusunda herkesin işbirliği ve gönül birliği yapması lazım.
Eğer Türkiye’deki rejim değişebilecekse, Türkiye yeniden özgür, demokrat bir ülke olabilecekse, adalet ve hukukun üstünlüğü sağlanabilecekse, hiçbir şey önemli değildir. Bu uğurda her şeyden fedakarlık yapılabilir.
Kitabınızda CHP hakkında “CHP içerisinde öğrenilmiş bir çaresizlik hakim” ifadesini kullanmıştınız. Şu anki durum üstünden bu ifadeyi açabilir misiniz?
Deniz Baykal’ın genel başkanlığının devam ettiği ve Umut Oran dahil birkaç ismin genel başkan adaylığının söz konusu olduğu bir CHP kurultayını hatırlıyorum. O kurultayda Baykal şöyle demişti: “Bazı acemi siyasetçiler var, bu acemi siyasetçiler CHP’nin yüzde 40 alabileceğini zannediyor… Kardeşim bu millet CHP’ye yüzde 20’den daha fazla oy vermez…”
O konuşma aklımdan çıkmıyor. CHP gibi ülkenin kurucusu ve toplumun DNA’sında var olan bir siyasi markanın liderinin söylememesi gereken bir laftı. Çünkü aslında “ben kazanamıyorum” diyecek bir cesaret yerine, “bu millet bize oy vermiyor” demeye getiriyordu.
Oysaki, 70 yıldır iktidar nimetlerinden yararlanamadığı halde bir parti hala yüzde 25 alabiliyorsa, bu çok büyük bir güç demektir. Bu her şeye rağmen bu partinin, ülkenin en önemli ve en güçlü partisi olabilmesi demektir. Nitekim bu nedenle Ekrem İmamoğlu 23 Haziran’da yüzde 55’e yakın oyla seçildi ve İstanbul tarihinin en yüksek oylarından biriyle seçildi.
Yani bir lider inanır ve yeterince çalışırsa ister yerel bazda ister ulusal bazda partinin yüzde 25’lik tabanını kullanarak oyunu yüzde 50’nin üstüne taşıyabilir.
31 Mart’ta YSK ne dedi? Ey vatandaş senin kullandığın 3 oy doğru, ama bir oy sahte dedi. Dünya tarihinde, demokrasi tarihinde, hukuk tarihinde görülmemiş ölçüde yanlış ve yanlı bir kararın altına imza attı.
Bence o karar bu ülke adına, hepimiz adına utanç verici bir imza karardır. Biz bunu hak etmiyoruz. Aynı şekilde son referandumda 2,5 milyon mühürsüz oyun son dakika geçerli kabul edilmesi de, YSK’nin tarihine yazıldı. O karar da yanlış, utanılacak ve gayri meşru bir karardır. O nedenle bugünkü rejim gayri meşru ve gecekondu bir rejimdir. Bütün bu gayri meşruluklara, bir kişinin üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olmak istemesi ile ilgili karar da dahil olacak sanıyorum. “Biz onu sandıkta yeneceğiz” argümanı kadar yanlış bir siyaset olmaz. Bence muhalefet liderlerinin tamamı, siyasi partilerin tamamı yanlışa yanlış demek zorundadır. Eğer anayasanın amir hükmüne rağmen bir kişi üçüncü kez aday olabiliyorsa, anayasa niye var? Başta ana muhalefet partisi olmak üzere hiçbir muhalefet partisi bu konuda yılgınlık gösteremez. Hukukun üstünlüğü ile ilgili mücadeleyi yükseltmekten vazgeçemez. O zaman hukuk niye var ki, o zaman anayasa niye var, kanunlar niye var? O zaman siz siyasette o koltukları niye işgal ediyorsunuz diye sorarlar.
Siyaset dediğiniz şey cesaret ister, alın teri ister, birleştiricilik ister. Sonuna kadar mücadele ister.
Yine kitabınızda “Aşil tendonu” benzetmeniz var şu anki durumda Cumhur İttifakı’nın Aşil tendonu nedir?
Şu anda iktidarın birçok “Aşil Topuğu” birden var. Başta ekonomi, özgürlükler, demokrasi… Özgür, adil ve normal bir yarışta bu seçimi iktidar kazanamaz. Çünkü ülkedeki çöküşün, ekonomik girdabın, toplumun fakirleşmesinin, Türkiye’deki yoksullaşmanın sorumlusu bu iktidar. Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 60’ı asgari ücretle yaşıyor. Kullanılacak o kadar malzeme var ki. Yeter ki kullanmak isteyin ve kullanabilecek tecrübeniz olsun.
Seçimi iktidarın kazanabileceğini değil, ama muhalefetin kaybedebileceğini düşünüyorum.
Seçime 100 gün kaldı ancak muhalefetin adayı hala belli değil. Kampanya konusunda geç kalındığını düşünüyor musunuz?
Eğer muhalefetteyseniz erken başlamanız lazım. Eğer adayınız toplum tarafından yeterince tanınsın istiyorsanız erken başlamanız lazım. Eğer iktidardan ayrılan seçmen kümelerinden pay almak istiyorsanız erken başlamanız lazım. Adayınız hakkında güçlü bir hikâye oluşturmak istiyorsanız erken başlamanız lazım. Farklı seçmen kümelerinden küçük küçük paylar alarak aradaki farkı arttırmak istiyorsanız kampanyaya erken başlamanız lazım. Ben bunları Cumhuriyet gazetesindeki köşemde yazdığımda Nisan ya da Mayıs ayıydı, aylardır muhalefeti ikaz ediyorum. İkazlarımın yanlış anlaşılması pahasına inisiyatif alıyorum.
O zaman iktidarla muhalefet arasında muhalefet lehine 20 puanı aşkın bir fark vardı. Bugün bu farkın yarıdan çoğu gitti. Neden gitti biliyor musunuz? Çünkü muhalefet meydanı tümüyle boş bıraktı. İktidar partisi de o boşlukta kampanyasına başladı ve farklı seçmen kümelerini yeniden ikna edecek çok sayıda aracı aynı anda kullanmaya başladı. Asgari ücret zammı, sosyal konut projesi, TOGG, EYT vb.
İktidar diğer yandan da muhalefet bloğunu dağıtmak için çeşitli yöntemler kullanmaya başladı. Bir yandan Altılı Masa’nın güçlü adaylarını sistem dışına atmak için yargıyı bir silah olarak kullanırken diğer taraftan da pozitif kampanyasını geliştirmeye başladı. Şimdi bunun sonuçları ortaya çıkıyor.
Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda iktidarın kazanmış olduğunu söyleyemeyiz, ama aradaki farkı büyük ölçüde kapattığını ve kazanmaya yaklaştığını söyleyebiliriz. Bundan sonra muhalefetin asla ve asla hata yapmaması lazım. Asla zamanı boşa harcamaması lazım. Ve oyunu değiştirecek bir ileri oyuncuyu oyuna sürebilmesi lazım.