[voiserPlayer]
Kutuplaşma, Türkiye de dahil kutuplaşmanın emarelerini taşıyan her ülke için önemini yitirmeyen bir mesele olarak Kovid-19 döneminde bile gündemdeki yerini koruyor. Çünkü, bu ülkelerde kutuplaşma derinleştikçe krizlerin kutuplaşmadan bağımsız olarak algılanması oldukça güçleşiyor. Bu da insanların önüne çıkan her krizin bir bölümünü kutuplaşma ile bezeli yapıyor.
Bu dinamikleri derinlemesine incelemek için Prof. Dr. Murat Somer ile kutuplaşma üzerine röportaj yaptık. Bu röportajda kutuplaşmanın günümüzdeki örnekleri tartışıldı. Sonrasında ise Murat Somer’in çalışmalarına referansla kutuplaşmanın tanımı ve açıklaması, Türkiye’de kutuplaşmanın hikâyesi ve kutuplaşmanın derinleştiği AK Parti dönemi ele alındı.
Güncel tartışmaları yakalamak adına, öncelikle Kovid-19 periyodu hakkında konuşalım istiyorum. Bu dönemde kutuplaşmayı ele alan birkaç tane makale gördüm. Kendi gözlemleyebilidiğim şeyler de var. Koronavirüs etkisi altında geçen günler bir yandan dayanışma, bir yandan da sert ayrışma örneklerine rastlıyoruz. Örneğin, her akşam saat 9.00’da balkonlardan pencerelerden yapılan alkış, İtalya’da gördüğümüz balkonlarda hep beraber söylenen şarkılar ve bağış kampanyaları bir çeşit dayanışma örneği sayılabilir. Ama bir yandan da bağış kampanyası sert ayrışmaya belki kutuplaşma olarak adlandırabileceğimiz bir duruma yol açabiliyor. Sizin bu döneme dair, kutuplaşma özelinde, gözlemleriniz nelerdir?
Kutuplaşmanın nedenleriyle -nedenlerini araştırırken de kolaylaştırıcı etkenleri ve “yeterli ve gerekli” nedenleri- sonuçlarını ayrıştırmak önemli. Kovid-19’un kendisi bir neden olmasa da var olan kutuplaşmaları derinleştiriyor. Bir yandan da kutuplaşmanın demokrasi üzerindeki sonuçları görüldükçe, bu kutuplaşmalar demokrasi-otokrasi eksenine yerleşiyor. Bu da tabii hem çok tehlikeli hem de bazı fırsatlar oluşturuyor, buna sonra tekrar döneriz. Kutuplaşmanın emarelerini Kovid-19 sırasında nerelerde görüyoruz derseniz, dünyanın birbirinden farklı birçok ülkesinde gözlemleniyor, zaten kutuplaşma çağımızın önemli sorunlarından biri. Kriz sırasında birçok insanın verdiği tepki, aslında kutuplaşmanın etkisiyle veriliyor. İnsanlar kendi kişisel doğru ve buna paralel tavırlarını oluşturmak yerine, kendi “taraflarının” doğrusu olan ne, öncelikle onun ipuçlarına bakıyorlar. Sonra da bu neyse onu takip etmeye eğilimli oluyorlar. Kanıtın, hakikatin ne olduğu ya da çözüme yönelik doğru önerinin ne olduğu önemsizleşiyor. Buna karşılık “bunu kim söylüyor?” “‘biz’den mi ‘onlar’dan mı?” “hangi tarafa yarar, hangi tarafa zarar verir?” soruları öne çıkıyor. Yalnız kalmama ve grubuna aykırı düşmeme güdüleri –ki belki en kadim “siyasal” refleksler diyebiliriz– etkili oluyor. Sadece küçük gruplarda değil makro, ulusal düzeyde de.
Ama bu eğilimlerin tek eğilim olduğunu düşünmek de hem yanlış olur hem de çözüm üretmek konusunda bize ipucu vermez. Kovid-19 gibi felaketler ve ortak tehditler, toplumlarda, insanlarda, siyasette güçlü bir -örneğin insani değerlerde- birleşme ve kutuplaşmaları aşmak eğilimi de doğuruyorlar. Verdiğiniz örneklerde bu iki eğilimin her ikisini de görebiliyoruz. Yani en kutuplaşmış toplumlarda bile aslında her zaman kutuplaşmayı aşmaya çalışan sesler, potansiyeller de var.
Amerika’da da böyle bir durum var. The Economist’in Amerika’daki koronavirüs zamanlarındaki durumunu ele aldığı bir haberde şöyle bir durumdan bahsediyordu: Trump’ın taraftarları yani Trump’a oy veren eyaletlerdeki insanların toplam adım sayıları (footprint) diğer eyaletlerde yaşayan insanların adım sayılarına oranla daha fazla olduğunu gösteriyordu. Bu da sizin söylediğiniz gibi bilginin aslında nasıl partizan bir şekilde sahiplenip veya sahiplenilmediğini gösteriyor.
Cumhuriyetçiler hakkında çok ilginç bir veri de vardı. Cumhuriyetçilerin, yani Cumhuriyetçilere oy veren seçmenlerin %39’u bu salgını ciddi bir tehdit olarak görürken, demokratların %59’u bu salgını ciddi bir tehdit olarak görüyor. Bu da zannediyorum birkaç hafta öncesine ait bir makaleydi. Şu anda aradaki fark daha da büyümüş olabilir. Yani aynı toplumun iki ayrı yarısı aynı nesnel ve toplumsal verilere bakıp farklı şeyler görüyorlar, apayrı yargılara varıyora benziyorlar.
Burada kutuplaşma ve demokrasi çalışmaları için can alıcı soru şu: Bu ayrışma neden oluyor? Kutuplaşma dediğimiz şey başka maddi ve toplumsal-kültürel gelişmelerin bir türevi, yan ürünü olarak mı ortaya çıkıyor? Yoksa onlardan bağımsız nedensel etkiye sahip, kendi ait nedenleri ve dinamikleri olan, ayrı olarak incelememiz gereken bir şey mi? Ben kutuplaşmayı kendi nedensel bağımsızlığı olan bir olgu olarak inceliyorum.
Örneğin, verdiğiniz ABD örneğinde şu soru sorulmalı: Acaba Demokratların ve Cumhuriyetçilerin değişik tepkiler vermelerinin sebebi, insanların kutuplaşma dediğimiz olgudan bağımsız, ondan kaynaklanmayan farklılıkları, örneğin farklı sosyo-ekonomik koşulları mı? Veya farklı ideolojilere sahip olmaları mı? Yoksa bu tepkiler bu diğer farklılıklar olmasa da var olacak olan, doğrudan kutuplaşma dediğimiz olgunun bir sonucu mu? Birincisinde kutuplaşma başka çevresel faktörlerin bir türevi. İkincisinde ise kendi içinde bağımsız bir neden. Tabii, bir örnekte her ikisi de doğru olabilir ama gene de birbirinden ayrı nedensel mekanizmalar söz konusu.
Önce kutuplaşma dışı faktörlere bakalım. Örneğin, demokratlar görece daha eğitimli kesimlerden geliyor, daha çok kentsel yerleşim bölgelerinde oturuyor, yani virüsten daha erken etkilenen, daha çok etkilenebilecek yerlerde oturuyor. Bu etkenler iki grubun değişik ortalama tutumlarını kısmen açıklayabilir. Ama bahsettiğimiz profile uymayan Demokrat ve Cumhuriyetçilerin, örneğin kentli ve eğitimli Cumhuriyetçilerin, neden bu tavırları benimsediğini, bu tavırlarda kümeleştiğini açıklamıyor. Aynı etkenler kutuplaşmanın kendisini de açıklıyor gibi gözükebilir ama bu yanıltıcı.
Şöyle bir akıl yürütme yapalım: Acaba arkaplandaki çevresel faktörler aynı kalmak kaydıyla, Cumhuriyetçi ve Demokrat parti liderleri, kanaat önderleri, şimdikinin zıttı tavırlar alsaydı, ne olurdu? Mesela, Trump önlemleri savunsaydı, o zaman ortalama Demokratın ve Cumhuriyetçinin de tavrı değişir miydi? Eğer ciddi kutuplaşmanın yaşandığı bir toplumdan bahsediyorsak ve kutuplaşmanın bağımsız nedensel gücü varsa, bu soruya evet yanıtını vermeliyiz. Muhtemelen değişebilirdi.
Çünkü kutuplaşmış ortamlarda her olay iki grup arasında bir rekabet aracı haline geliyor. Kanaat önderleri pozisyonlarını belirledikten sonra diğerleri de aynı tavrı benimsiyorlar. Çünkü “bizim tavrımızı” benimsemek veya “onların tavrını” benimsememek adına otomatikman zıttını doğru görüyorlar. Bir tür “karşı takımın savunduğu ve/veya onun için iyi olan yanlıştır” veya “bizim takımın savunduğu ve/veya bizim takım için iyi olan doğrudur,” taraftarlığı. Burada kutuplaşma kendine özgü bir nedensel faktör olarak ortaya çıkıyor. Çünkü sadece çevresel faktörleri örneğin sosyoekonomik koşulları değiştirerek çözmek mümkün değil. Kutuplaşmaya dair, kutuplaşmaya özgü çözümler üretmek zorundasınız.
Tabii şu yanlış anlaşılmasın. Neden cumhuriyetçi liderler, kanaat önderleri belli bir söylemi, tavrı benimsiyor diye sorarsak -hatta birazdan önereceğim gibi kutuplaştırıcı siyaseti neden belli bir söylem ve tavırla yapıyorlar diye sorarsak- bunun ideolojik, sınıfsal, ekonomik çıkara dayalı nedenleri olabilir. Örneğin, cumhuriyetçi kanaat önderleri özel sektöre ve sermayedarlara daha yakın. Dolayısıyla da bu salgına karşı getirilen tedbirlerin sermayeyi, özel sektörü kötü etkileyeceğini düşündükleri için salgın tehdidini azımsamaya yöneliyorlar. Buraya kadar tamam ama bundan sonra sınıfsal ve ekonomik çıkarları hiç de bu yönde olmayan insanlar neden aynı tavırları destekliyorlar? Kutuplaşmanın bağımsız etkisi işte burada ortaya çıkıyor. Önlemlere karşı çıkan insanlara baktığımız zaman, çoğunun sosyo-ekonomik çıkarları benimsedikleri tutumla uyumlu değil. Çoğunun sermayedar olmadığını, aksine sermaye dostu politikalardan zarar gördüğünü, tersine sosyal adaletçi politikalardan yararlanacak insanlar olduklarını görüyoruz. İşte onlar kutuplaşmanın etkisiyle, yani “Biz Cumhuriyetçiyiz, Cumhuriyetçilerin tavrı bu konuda bu. Demokratların pozisyonunu benimseyemeyiz, biz aksini savunmak durumundayız” güdüsüyle hareket ediyorlar.
Başka konularda da toplum kutuplaşan bireylerin çıkarlarıyla pek de örtüşmeyen kamplara bölünebiliyor. Nedenlerini ancak kutuplaşmayı kendine özgü, bağımsız bir olgu olarak açıklayarak yanıtlayabiliriz. Özetle benim çalışmalarımda kavramsallaştırdığım çerçeveye göre, sosyo-ekonomik koşullar gibi çevresel faktörler kutuplaşmayı kolaylaştırıcı faktörler olabilse de “yeterli veya gerekli” açıklayıcı nedenler değil. Bunu öne sürüyoruz.
Türkiye’deki durum Amerika’dan biraz daha farklı görülebilir. Türkiye’de tedbir açısından değil ama mücadele veya süreçteki bazı adımlar dolayısıyla kutuplaşma örnekleri ortaya çıktı. Örneğin, Emre Erdoğan’ın yazısında, galiba o da geçen hafta yayınlandı, mesela her akşam okunan selalar üzerinden yürüyen tartışmayı “kültür savaşı” okumasıyla anlamlandırıyor ve bağış kampanyası üzerinden bir kutuplaşma yaşandığını gözlemlediğini söylüyor. Sizce Türkiye bu zamanlarda kutuplaşma konusunda hangi seviyede? Ben zaman zaman Türkiye örneğinde bir aşamadan sonra kutuplaşmanın dayanışmayı ardıllaştırıp sert kamplaşmalara dönüştüğünü gözlemliyorum. Sizce durum nedir?
Kutuplaşma düzeyini toplumlar arasında karşılaştırmak çok zor çünkü sosyal-kültürel bağlamlar ve geçmişler çok farklı. Örneğin Türkiye kutuplaşmaya yatkın ve alışkın bir toplum. Dolayısıyla başka bir toplumda, örneğin yakın tarihinde çok derin kutuplaşma yaşamamış bir toplumda derin çalkantılara yol açabilecek kutuplaşma oranlarını görece daha az çalkantıyla tolere edebiliyor olabilir. Ama bu zarar görmüyor anlamına da gelmiyor, çok zarar görüyor. ABD ve Türkiye karşılaştırması için şu söylenebilir: iki ülke de derin kutuplaşma –hatta birazdan bahsederiz, bizim “kötücül kutuplaşma”(pernicious) dediğimiz türden kutuplaşma– yaşayan ülkeler. Ve ‘çok değişik’ ülkeler olmalarına rağmen kutuplaşma dinamiklerinde ve sonuçlarında önemli benzerlikler gösteriyorlar. Bir de şunu söyleyebiliriz: her iki ülke de kutuplaşma ile ilintili demokratik erozyon yaşıyor.
Ama kutuplaşmanın demokrasi üzerindeki sonuçları Türkiye’de daha ileri seviyelere ulaştı. En az son on yıldır yaşadığımız derin kutuplaşma ve demokratik erozyon, zaman içinde aşamalardan geçerek, bugün daha önce var olan aksak demokratik rejimin akamete uğradığı bir noktaya geldi. Demokrasinin fiilen uygulanmadığı bir yere geldi. Birçok kuruluş ve analist, daha 10 sene önce Türkiye’de tam demokrasinin konsolide olmasını beklerken, son yıllarda sınıflandırmasını “kısmi-gelişen demokrasi”den otokrasiye düşürdü. ABD ise sürece daha gelişmiş bir demokrasi seviyesinden başladı ve demokratik kurumları daha güçlü. Ama kutuplaşma orada da demokrasiyi ciddi erozyona uğratıyor. Örneğin hâla tam demokrasi kabul edilmekle beraber demokrasi skoru düştü. 2020 başkanlık seçimlerini yine Trump kazanırsa belki daha da ciddi sıkıntılara yol açacak, Türkiye’ye daha benzer sonuçlar oluşacak (bu mülakatı yaptıktan sonra ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi sonucu ülke çapında protestolar başladı, Dr. Somer’e göre bu olaylar 2013 Gezi protestolarına benziyor, ABD benzer bir aşamadan geçiyor olabilir, kurumların, toplumun ve muhalefetin tavrı sonucun demokratikleşme mi otokratikleşme mi olacağını etkileyecek).
Türkiye’ye dönersek, bizde kutuplaşmanın bir “kültür savaşı” boyutu mutlaka var. Ama biraz önce sosyo-ekonomik faktörler için söylediğime benzer şeyleri kültürel çatışma için de söyleyebiliriz. Kültürel fay hatları kolaylaştırıcı etkenler olsa da kutuplaşmanın nedenleri değiller. Çünkü sadece kültürel farkları ve iddiaları olan insanlar değil diğerleri de ayrı kamplara bölünüyor. Bu esnada ortaklaştırıcı kültürel benzerlikler ise geri plana atılıyor. Örneğin “muhafazakậr” ve “laik” olarak tanımladığımız insanlar her alanda farklı değil. Birçok kültürel, ekonomik ve ideolojik benzerlikleri, ortak çıkarları da var. Ama kutuplaşma olgusu devreye girince bunlar siyasal ve sosyal önemini yitiriyor. Kutuplaşmayı anlamak için asıl bu süreci anlamak önemli.
Bir başka deyişle kültür savaşları kolaylaştırıcı olsa da yeterli veya gerekli bir açıklayıcı etken değil. Kutuplaşma toplumları “biz veya onlar” şeklinde iki kampa bölünce, en önemsiz ayrımlar bile ayrıştırıcı hâle gelebiliyor, siyasallaşabiliyor. Benzerlikler kadrajdan çıkıp görünmezleşirken, basit ayrımlar görünürleşiyor, kalınlaşıyor ve önem kazanıyor. Çözüm üretmek için bu süreçleri anlamak ve açıklamak çok önemli. Çünkü kültürel fay hatları kısa vadede değişen şeyler değil. Eğer kutuplaşmanın “nedeni” kültür savaşları ise o zaman bunu engellemek de çok zor olacaktır. Oysa tüm kültürel ayrımlarına rağmen kutuplaşmamış toplumlar var. Türkiye de az çok aynı kütürel ayrımlarla bundan 5-10-20 sene önce bugünkü kadar kutuplaşmamıştı; bu dönemde kültür, kültürel karşılaşmalar elbette değişti, ama kutuplaşmayı açıklayacak yönlerde ve oranda değil, Özetle kültür savaşları var evet, ama kutuplaşmanın nedeni olmaktan çok kolaylaştırıcısı, kısmen de sonucu olarak görüyorum.
Şimdi biraz teorik tartışmaya dönelim mi Murat Hocam? Sizin çalışmanızı okurken konvansiyonel kutuplaşma tanımının dışında bir tanım kullandığınızı gördüm. Konvansiyonel kutuplaşma tanımı tam olarak ne konuda yetersizdi? Neden konvansiyonel tanım dışında bir kutuplaşma tanımına ihtiyaç duydunuz?
Kutuplaşma için konvansiyonel kavramsallaştırmalar dört açıdan yetersiz kalıyor. İlki, konvansiyonel tanımlar kutuplaşmanın ilişkisel boyutunu kaçırıyor. Örneğin, kutuplaştırıcı bir siyasal aktör (mesela ABD’de Trump, ondan önce Obama, Venezuela’da Chavez, Tayland’da Thaksin) kutuplaşmayı başlatabilir. Ama bunun devamının gelip gelmeyeceği siyasal rakiplerinin, muhalefetin vereceği yanıtlara da bağlı. Hiçbir grup tek başına kutuplaşamaz, bunun mutlaka bir karşı tarafı var. Kutuplaşma ilişkisel bir olgu, bir başkasıyla kutuplaşılabilir ancak. Tanımı da bunu içermeli.
İkinci neden, “farklı olmak-faklılaşmak” ile “kutuplaşmak” arasındaki ayrımı bize göstermiyorlar. Kutuplaşma; örneğin, iki siyasal partinin seçmenleri arasındaki ideolojik farklılığın, mesafenin artması olarak tanımlanıyor. O zaman da kutuplaşmanın neden ve nasıl demokrasiye tehdit olduğunu açıklamak imkậnsızlaşıyor. Çünkü demokrasi zaten farklılık demek. Farklılıklarımız olduğu için, olmasını istediğimiz için demokrasi lazım. Sonra bahsederiz, hatta çoğu kez demokrasiyi işletebilmek, geliştirebilmek için farklılıkları vurgulamak, geçici olarak açmak da gerekiyor. Oysa farklılaşmak, anlaşmazlıkları olmak kutuplaşmak anlamına gelmiyor. Mesafe ile kutuplaşma aynı şey değil. İki insan ideolojik olarak birbirine çok mesafeli olabilir ama bu kutuplaştıkları anlamına gelmez. Kadın ve erkek cinsiyetleri bazı açılardan çok farklı olabilirler ama kutuplaşmaları başka bir şey. Aynı şekilde çatışma da kutuplaşma ile aynı şey değil. Ama çatışma kutuplaşma yaratabilir, kutuplaşma da çatışmayı getirebilir.
Konvansiyonel tanımların üçüncü bir zayıflığı, dediğim gibi, “kutuplaşma ne zaman demokrasinin normal bir parçası ve olumlu bir katkı yapabilir” ve “ne zaman hem demokrasiye hem de toplumsal barışa bir tehdit haline gelir,” bunu açıklamamıza yardımcı olmuyor. Oysa kutuplaşma tanımı şu gerçeği kapsayabilmeli: Kutuplaşma aslında demokrasinin olmazsa olmaz bir parçası. Bütün demokrasiler zaman zaman kutuplaşır, bu vatandaşların önüne “ya o ya öteki” tarzı net ve kolay anlaşılır seçenekler sunmanın, toplumsal tercihleri toplayıp yönetilebilir hâle getirmenin, kitleleri mobilize etmenin, yapısal değişimler, reformlar yapmanın bir yolu. Ancak belli bir noktada, eğer yönetilemezse demokrasiye zarar vermeye başlıyor ve hakikaten çok büyük bir tehdit haline geliyor. Bu potansiyel hep var. İşte tanımımız bu tehlikeyi yaratan boyutu gösterebilmeli.
Dördüncüsü, gene değindiğim gibi, kutuplaşmanın “hangi nedenleri kolaylaştırıcı faktör olarak kabul edilirken, hangi nedenleri ise gerekli ve yeterli açıklayıcı faktörlerdir?” sorusunu yanıtlayamıyor. Bazı faktörler kutuplaşmayı kolaylaştırabilirler, kutuplaşma ile korelasyon içinde olabilirler, kutuplaşma olduğu yerlerde sıklıkla görülen faktörler olabilirler. Fakat kutuplaşmanın olması için ne gerekli ne de yeterliler. Bir toplumda bu faktörler mevcut olmasa da kutuplaşma olabilir veya bu faktörler olsa da kutuplaşma gerçekleşmeyebilir.
Sizin sunduğunuz kavramsallaştırma tam olarak bunlara bu ihtiyaçlara nasıl cevap veriyor? Sizin sunduğunuz tanımın ABC’si tam olarak nedir?
“Siyasal ve ilişkisel” bir tanım yapıyoruz. Kutuplaşmayı tek bir farklılık üzerinden anlamak mümkün değil, önemli olan bir- mevcut veya yeni inşa edilmiş- farklılığın diğerlerini gölgeleme süreci ve bunun neden ve nasıl olduğunu anlamak. Buna göre kutuplaşma: bir toplumda normalde bulunan çok sayıda ayrımın gitgide tek bir ayrım boyunca (eksende) sıralanması, birbirini çapraz kesen ayrımların tamamlayıcı ayrımlara dönüşmesi ve insanların siyaseti ve toplumu “Biz” ve “Onlar” şeklinde görmeye başlaması süreci. Bu sürecin sonunda aktörlerin kutuplaşmayı yeniden üreten söylem ve davranışlarda “kilitlendiği” -teknik tanımıyla farklı bir davranış biçimine geçmekte çıkar görmediği- bir “denge noktası” da oluşabiliyor.
Kutuplaşma sürecini başlatan -kolaylaştırıcı etkenler ve potansiyeller ne olursa olsun- iradi (istençli) siyasal aktörler ve eylemleri. Belli hedeflere ulaşmak için bazı siyasal aktörler kutuplaştırıcı siyaset dediğimiz siyaset biçimlerine başvuruyorlar. “Gerekli ve yeterli” olan neden bu. Bu kutuplaştırıcı “girişimciler” genellikle bir siyasal parti, lider veya harekette vücut buluyor. Niçin kutuplaştırıcı siyaseti kullandıklarının siyasal hedef ve çıkarlarıyla ilişkisi var. Örneğin, parçalı bir siyasal eliti veya kitleyi birleştirmek ve siyasal olarak hareketlendirmek, rakiplerini zayıflatmak, toplumda önemli yapısal değişimler gerçekleştirmeye yetecek toplumsal destek bulmak, bir parti içindeki iktidar mücadelesinde öne çıkmak vb. hedefler doğrultusunda kutuplaştırıcı siyaset uygulamaya başlıyorlar. Eylem ve söylemleriyle siyaseti “Biz ve Onlar” olarak yeniden tanımlıyor ve basitleştiriyorlar. Bunun için var olan toplumsal kimlikleri yeniden karıp bir demette bir araya getiriyorlar, bunlarla ilintili yeni fay hattı tanımları ve söylemleri yaratıyorlar -“Beyaz Türk ve Siyah Türk” gibi.
Tabii bunu yapmaya çalışan her aktör başarılı olamıyor. Bazı yeni çerçeveler tutmuyor. Ama bazıları önemli desteğe ve popülariteye ulaşabiliyor ve kutuplaşma sürecini başlatıyorlar. Baktığımız onlarca kutuplaşmış ülkede böyle “başarılı” aktörler var. Burada kutuplaşmanın ilişkisel boyutu çok önemli. Kutuplaştırıcı siyaset doğası gereği “ötekiler” ve “hasımlar” tanımlıyor. Sadece bir grubun “Biz” olmasını vurgulamak kutuplaştırıcı siyaset değil. Dolayısıyla, bu “ötekilerin” kutuplaştırıcı siyasete yanıt biçimi de kutuplaşma devam edecek mi, demokrasiyi tehdit eden kötücül bir düzeye ulaşacak mı, çok belirleyici. Bu aşamada siyasal kurumların ve yargının, kutuplaştırıcı girişimcilerin muhaliflerinin reaksiyonları çok önemli oluyor. Eğer onlar da bilerek veya bilmeyerek, doğrudan veya dolaylı bu kutuplaşma sürecini derinleştiren tepkiler verirlerse o zaman kutuplaşma derinleşiyor ve zaman içinde yeni bir siyasal denge noktası oluşturuyor. Bu noktada, o toplumda var olan birleştirici bağlar ve birbirini çapraz kesen farklılıklar önemini kaybetmiş oluyor. Tek bir ayrım ön plana çıkıyor. İki veya daha çok “blok” oluşuyor. Bu bloklar birbirini “Ya biz ya onlar” şeklinde tanımlamaya, aralarındaki ilişkileri sıfır toplamlı (zero-sum game) olarak görmeye başlıyorlar.
İşte kutuplaşmanın demokrasi için yaşamsal sonuçları olan özelliği bu. Kilit mekanizmalar, kutuplaştırıcı siyaset, ona verilen tepkiler ve bu süreçte toplumdaki ayrımların yeniden karılıp sıralanması. Bu esnada insanların ideolojisi de değişebilir, yani toplumdaki ideolojik (veya diğer) farklılıklar artabilir ama bu gerekli değil. İdeolojiler sabit de kalsa, sadece kişilerin gruplaşması/sıralanması (sorting), birbirini farklı tanımlamaya başlaması ile de olabiliyor.
Türkiye’de kutuplaşma çalışılırken birçok konunun altı çiziliyor. Mesela Şerif Mardin merkez-çevresi veya daha çok Ersin Kalaycıoğlu’ndan duyduğum “kulturkampf”. Siz de kendi çalışmanızda benim hatırladığım iki tane dinamik öne sürüyorsunuz. Devlet siyasi eliti tarafından oluşturulmaya sınırları çizilmeye çalışılan Türklüğün inşası. İkincisi de Türk siyasal elitlerinin modernleşmeyle ilişkisi.
Bir ülkede kötücül kutuplaştırmaya özellikle açık bazı fay hatlarına “kurucu fay hatları” diyoruz. Kurucu fay hatları her ulus devletin kendi kuruluş dönemi çelişkilerinden kaynaklanan, kutuplaştırma potansiyeli yüksek, hassas fay hatları. Bunlar kutuplaşmanın ekseni olunca kötücülleşme olasılığı artıyor. Örneğin, ırk meselesi ABD için böyle veya Fransa’da ve Tayland’daki merkez ve taşra ayrımı (Fransa’da merkezi temsil edenler cumhuriyetçi iken Tayland’da monarşist). Tabii burada da kutuplaşmayı yaratan asıl nedensel faktör bu fay hatlarının kendisi değil, iradi bir seçim olarak kutuplaştırıcı siyaset. Eğer kutuplaştırıcı siyasal aktörler kutuplaşmanın ekseni olarak toplumlarında var olan kurucu fay hatlarından birini kullanmayı seçerse, derinleşme potansiyeli artıyor diyoruz. Ama kutuplaştırıcı siyaset bunları kullanmak zorunda değil, her aktör kullanmıyor.
Türkiye’de ise iki önemli kurucu fay hattından bahsetmek mümkün. Biri modernleşme deneyimimizden kaynaklanan “merkez-çevre” veya “laik-mütedeyyin” fay hattı. İkincisiyse, ana akım Türk kimliği tanımının içinde kalan “makbuller” ile bunun kısmen veya tamamen dışında kalan “diğerleri” arasındaki fay hattı. Bunun içinde de Müslüman-Gayrımüslim, Alevi-Sünni ve Türk-Kürt ayrımları. Bu fay hatları cumhuriyetin kurucu siyasetinin türevleri olarak ortaya çıkmış ve ancak çok kapsamlı reformlarla ve zamanla önemini yitirebilecek fay hatları. Cumhuriyet boyunca da siyasetin önemli bir boyutu olmuşlar. Belli dönemlerde bu fay hatları çoğunluğu azınlıklara karşı, örneğin Gayrimüslimlere karşı mobilize etmek için devlet aktörlerince kullanılmış. “Merkez-çevre” ayrımı da “sağ-sol” siyasal ayrımının muğlak bir dip akıntısı olarak hep var olmuş.
Ama bu fay hatları her zaman siyasetin ana ekseni de olmamışlar. Zaten “hassas” ayrımlar oldukları bilindiği için ana akım siyasetçilerde ve devlette, zaman zaman kullansalar da fazla “kaşımamak” sağduyusunun da var olduğu konular. Dolayısıyla, her zaman aynı oranda kutuplaşmanın nesnesi olmamışlar. Önemli kolaylaştırıcı etkenler olsalar da az önce dediğim gibi temel açıklayıcı nedenler değiller. Asıl açıklayıcı faktör, bir kutuplaştırıcı siyasal aktörün kurucu fay hatları ekseninde siyaset yapmaya karar vermesi ve bunda başarılı olması. Bu her zaman olmuyor ve toplum her zaman aynı oranda bölünmüyor.
Bu konuyu biraz daha açarsak, her toplum içerisinde ideolojik, kültürel, coğrafi ve sosyo-ekonomik vb. farklılıklar dışında başka bir sürü, onları çapraz kesen ve “nötralize eden” başka farklılıklar vardır. Örneğin, “merkezden” ve “taşralı” iki insan başka konularda ortak çıkarlara ve görüşlere sahip olabilirler. İkisi de marksist, islamcı veya feminist olabilir. İkisi de yoksul veya varlıklı olabilir. Merkez-çevre ayrımını çapraz kesen bu ayrımlar onları birleştirir. Biri taşralı diğeri şehirli iki kadın için cinsiyet ortaklığı bu merkez-çevre ayrımını çapraz kesiyor, mesela.
Dolayısıyla, önemli ayrımlar da olsalar, kurucu fay hatları tek başlarına o toplumu otomatikman kutuplaştırmazlar. Yani çapraz kesen ayrımları geri plana atan kutuplaştırıcı siyaset olmadan yeterli değiller. Ayrıca gerekli de değiller. Dünyada birçok kutuplaşma örneğine baktığımızda kutuplaşmanın eksini olan yepyeni bir fay hattı inşa edilebildiğini görüyoruz, Britanya’da Brexit gibi. Bu yeni eksen birçok önceden var olan ve aslında birbirini çapraz kesen ayrımı- liberal-muhafazakar, zengin-yoksul, ulusalcı-küreselci vb.- gölgeleyip bir demette birleştirebiliyor.
Yeni medya ve iletişim teknolojileri ne derece önemli? Bunlar da vurgulanmıyor mu literatürde?
Bunları da kolaylaştırıcı faktörler olarak görmek daha doğru. Sosyal medyayı ele alalım. Evet, yeni medyanın kutuplaştırmaya, yankı odaları oluşturmaya, kışkırtmaya müsait özellikleri var. İnsanlar bir yandan programın algoritmaları tarafından benzer görüşteki başkalarıyla yankı odalarında birleştiriliyor ve böylece “Biz”leşiyor. Bir yandan da insanlar, ötekiler içindeki en radikal, en çarpıcı kullanıcı ve söylemlerini, karşı grupları temsil eden örnekler olarak algılıyorlar ve “Onların” nasıl olduklarına dair genellemelere temel yapıyorlar. “Bunların hepsi böyle” tarzı klişeler, kalıplaşmış algılar bu şekilde pekişiyor. Ama sosyal medyanın yaygın olduğu her toplumda kutuplaşma görmüyoruz. İsveç sosyal medyanın çok kullanıldığı bir örnek ama daha az yaygın olduğu Tayland’a göre çok daha az kutuplaşmış bir toplum. Demek ki sosyal medya kutuplaşma için yeterli neden değil. Gerekli de değil. Çünkü sosyal medyanın kullanımının görece az olduğu yerlerde de örneğin Hindistan veya Nepal, kutuplaşmayı görebiliyoruz.
Aslında benzer tezler tarihin başka dönemlerinde de ileri sürülmüş. Örneğin, benzer bir dönem 20. Yüzyıl başlarında yazılı basımın kitleselleşmeye, tirajı artarak okumuşlardan daha az okumuşlara yayıldığı dönem. Gazetelerin sadece belli bir elitin takip ettiği kaynaklar olmaktan çıkıp halk tarafından düzenli takip edilen bilgi kaynakları olmaya başladığı zamanlar. Bugün nasıl sosyal medyanın kutuplaştırmasından şikâyet ediliyorsa o dönemde de benzer tezler ileri sürülmüş. Gerçekten de tabana yayılmayla söylemsel düzeyde demagoji ve popülizm artıyor ve o dönemde de artmış. Ama bu gelişmelere paralel olarak bölünen, kutuplaşan, otoriterleşen toplumlar kadar bu süreci yöneten, demokratikleşen ülkeler de olmuş. İtalya, İspanya kutuplaşıp faşizme kayarken Finlandiya demokratikleşmiş. Yani teknolojik modernleşmenin –ki çoğu zaman bu bilginin kitlelere yayılmasını da getiriyor– her zaman hem otoriter hem de demokratik olası sonuçları olmuş. Belirleyici olan bu gelişmelere verilen siyasal ve kurumsal reaksiyonlar.
Sonuç olarak asıl soru şu: Her ülkede kutuplaşmayı kolaylaştırıcı faktörler, kutuplaşmanın temeli olabilecek birtakım fay hatları var. Bunlar ne zaman kutuplaşmanın ekseni, payandası olmaya başlıyorlar, daha doğrusu getiriliyorlar? Mevcut ayrımların büyük çoğunluğu önemini kaybedip insanlar konumlarını tek bir ayrıma göre tanımlamaya başladıkları zaman kutuplaşma ortaya çıkıyor. Bunu da kutuplaştırıcı siyaset tetikliyor. Yani burada en azından sürecin başlangıcında niyetlenmiş eylemlerden bahsediyoruz. Bazı siyasal aktörler siyasal alanı yeni ve daha basitleştirilmiş bir şekilde, “ya biz ya onlar” şeklinde değiştirmek ve insanlara daha net bir seçenek sunmak istiyor. Bazen de başarılı oluyor.
İnsanlar neden bu tür kutuplaştırıcı siyasetleri kabul eder?
Tabii birçok nedeni var, farklı insanların da farklı motivasyonları. Ama kutuplaştırıcı siyasetin şöyle –mutlak olmayan– basitleştirici bir avantajı var. Normalde siyasal ortam kompleks ve anlaması, navigasyonu zor bir alandır. Her zaman çok farklı çıkarlar, seçenekler, projeler vardır. “İnsanlar hangi partiye oy verecekler?”, “Kime destek verecekler?” ve “Hangi siyasal eylemde bulunacaklar?” buna karar vermek kolay değildir. Bir yanda ekonomik çıkarlar, öte yanda bunlarla çatışan kültürel aidiyetler ve çıkarlar olabilir. Çevre, adalet, uluslararası, ulusal ve yerel çıkarlar, hepsi aynı siyasette örtüşmez. Bir eksende ayrışan insanlar başka bir eksende birleşebilir.
Kutuplaştırıcı siyaset bu durumda karmaşık siyasal alanı basitleştiriyor. İnsanlara net bir seçenek sunuyor. Örneğin, referandumların kutuplaştırıcı siyasetin yaygın araçlarından biri olması bir tesadüf değil. Çünkü referandumlar insanlara çok net bir seçim sunuyor. Ya evet diyeceksiniz ya hayır. Brexit gibi. İşte kutuplaştırıcı siyaset toplumdaki her soruyu adeta bir referanduma dönüştürüyor. Eğer Yeni Türkiye’yi destekliyorsanız, eski Türkiye’yi kısmen de olsa destekleyemezsiniz. Şunu değiştirelim ama şu kalsın diyemiyorsunuz. Bu bir yandan tehlikeli bir şey. Çünkü basitleştirirken aynı zamanda çarpıtıyor. Çünkü aslında hiçbir şey bu kadar basit değil ve bir tehdit de içerebilir: “Taraf olmazsanız bertaraf olursunuz,” “ikisinin ortası olamazsınız” diyor. Ama bu bir yandan da siyasette güç toplamanın, bir tabanı birleştirmenin, değişime direnci kırarak dönüşüm gerçekleştirmenin bir yolu. Bir kaldıraç rolü oynuyor
Evet, sizin çalışmanızı okuduğum tanımın içinde veya kutuplaşmaya atfettiğimiz “tek boyutluluk” dinamiğine biraz takılmıştım. Çünkü daha önceden kutuplaşma üzerinde böyle bir tanım veya kavram kullanıldığını görmemiştim. Fakat sonra da üstüne düşündükçe aslında bunu gruplar arasında yaygın bir şekilde üretilen kalıp yargılara benzeterek anlamlandırmaya çalıştım. Daha siyasete uygun bir şekilde aktarırsam ‘yeni Türkiye’ böyledir iyidir “eski Türkiye” kötüdür kalıp yargıları da bir bağlamda tek boyutluluğu da getirmiyor mu? Aynı zamanda Türkiye’de “CHP’liler böyledir”, “HDP’liler böyledir” gibi üretilen kalıplarla da da gruplar arasındaki ilişkilerin de bir açıdan tek boyuta kadar sadeleşebildiğine gözlemliyorum. Aynı zamanda bu medyaya da yansıyor.
Evet, doğru bir gözlem. Var olan yargılar tek boyutlu algılanmaya başlıyor, yani tek eksenle ilişkilendiriliyor. Kutuplaştırıcı siyaset bir kere başarılı şekilde “Biz ve Onlar” bloklaşmasını oluşturmaya başladıktan sonra birçok kendi kendine işleyen toplumsal, psikolojik ve bilişsel mekanizmayı tetikliyor. Bunlar yoluyla sadece önceden var olan önyargılar, kalıplar ve klişeler pekişmiyor, yenileri de oluşuyor. Bunların bir tür kartopu etkisiyle kendiliğinden gelişmeye başlaması zaten bizim kötücül (pernicious) kutuplaşma dediğimiz, demokrasiye tehdit olan kutuplaşma sürecinin başladığını gösteren semptomlardan biri.
Bu mekanizmaların karşı tarafla ilgili yargılar yönünü sosyal psikolojiden çok iyi biliyoruz. 1960’larda Muzaffer Şerif ve ekibinin klasik deneylerinden gelen bir bilgi birikimi var. Bu deneylerde (Robber’s Cave deneyleri) bir grup ergenlik çağındaki çocuğu kampa götürüyor. Bu kampa götürdükten sonra çocukları rastlantısal bir şekilde iki gruba ayırıyor. Yani iki grup arasında aslında hiçbir önemli, ortalama niteliksel fark yok. Hepsi “beyaz ırktan” erkek çocukları, bunun dışında boy, başarılı-zayıf öğrenci, dışa dönük, içe dönük kişilik vs. her iki grupta da var veya oluşan farklar tamamen rastlantısal. Daha sonra bu grupları birtakım ip çekme oyunu gibi iki takımın karşı karşıya geldiği takım oyunlarında karşı karşıya getiriyor. Çocuklar kısa süre sonra birbirleri hakkında olumsuz ve hakikat kabul edilen yargılar geliştirmeye başlıyor. “Bizimkiler daha yetenekli ve dürüst,” “O takımdan olanlar numaracı ve güvenilmez, hile yapmaya meyilli” gibi kanaatler üretmeye başlıyor. Aslında bunların gerçek olması imkânsız. Aralarındaki tek fark tesadüfen “A takımına” veya “B takımına” tayin edilmiş olmaktan ibaret.
Deneysel koşullarda oluşturulan bu durum bizim saf kutuplaşma dediğimiz sürecin bir metaforu. İki grup arasında gerçek hiçbir fark olmadığı zaman bile rekabet içinde olumsuz yargıların oluşabileceğini gösteriyor. Gerçek hayatta ise kutuplaşmış iki grup arasında gerçek bazı farklar olabilir. Yani kalıplaşmış yargılarda her zaman bir gerçek payı olabilir. Ama kutuplaşma var olanları pekiştirip yanlarına yenilerini ekliyor. Çünkü kutuplaşma sürecinde kompleks gerçeklik bir takım oyununa benzemeye başlıyor. Bir takım oyununda, oyun gereği ya bir takım kazanacaktır ya da öteki. İkisinin ortası yoktur (beraberliği ikisinin de kazanamaması olarak görürsek). Çünkü oyun bu şekilde belirlenmiş. Gerçek toplumsal hayat böyle değil. Beraber kazanmak mümkün. Kutuplaştırmayan siyaset biçimleri de bunu öngörmüyor. Hatta olumlu anlamda demokratik siyaseti tam tersi olarak tanımlayabiliriz. Yani özel çıkarları (burada siyasetçinin kendi güç arayışı da özel bir çıkar olarak görebiliriz) genelle bağdaştırarak, birçok grubu aynı zamanda kazandırma faaliyeti olarak, kazan-kazan arayışı olarak betimleyebiliriz. Ama kutuplaştırıcı siyaset, siyaseti farklı şekilde, kazan-kaybet temelinde yapılandırıyor ve bu olasılığı ortadan kaldırıyor.
Bu durum uzun süre devam eder ve kötücül kutuplaşma devreye girerse artık geri dönmek çok zor oluyor. Klişeler genel hakikat muamelesi görmeye başlıyor. Belli siyasal hedeflere ulaşmak için yaratılmış kamplar ve bu kamplaşmaları destekleyen yargılar kendiliğinden üremeye ve yenilerini üretmeye başlıyor. “Onlar farklı, ikna etmek mümkün değil” tarzı kalıplar kemikleşiyor. Muzaffer Şerif deneylerinde olduğu gibi.
Burada, kutuplaştırıcı siyaseti belirleyici olan unsur ne? Takım örneğinde, eğer her oyundan sonra oyuncuları takımlar arasında yeniden dağıtsaydık veya takımlar aynı kalsaydı ama günün geri kalanında hep beraber sosyalleşselerdi, ortak birtakım projelerde çalışsalardı böyle olmayacaktı, olumsuz kanaatler kısıtlı kalacaktı. Çünkü oyun oynarken farklı takımdalar ama günün geri kalan sürecinde değişik çapraz kesen ve ortak aidiyetler devreye girecekti.
Siyasette de normalde böyle. Ama kutuplaştırıcı siyaset, siyaseti sadece tek bir eksene indirgemeyi başarırsa, birleştirici ve çapraz kesen özellikler ağırlığını kaybediyor. İnsanlar, eğer “bizimkiler” yapıyorsa o zaman yolsuzlukları, otoriterliği, haksızlığı hoş görebilmeye başlıyorlar. Bu durum ancak bir tür siyasal uzlaşmayla, kutuplaştırıcı siyaseti ortaya çıkaran siyasal gerekliliklerin ortadan kalkmasıyla aşılabilir. Bunu da ya yeni bir siyasal aktör büyük çoğunluğun rızasını alabilecek şekilde yapacak, ya da katılımcı bir uzlaşma olacak, kutuplaştırıcı siyasete yönelmeye gerek kalmayacak. Yani kutuplaşmanın başında da sonunda da siyaset var. Otokratikleşme mi olacak demokratikleşme mi, o da buna göre belirleniyor.
Türkiye’ye dönersek, bu söyledikleriniz Türkiye demokrasisi ve Türkiye’nin bugününü anlamaya nasıl yardımcı oluyor?
Kutuplaşmayı anlamadan Türkiye’de ne demokratikleşmeyi ne de tam demokrasi olamama başarısızlığını anlayabiliriz. 1950’ye gelirken çok önemli ve geçmişten gelen bir demokrasi olma iradesi ve bu yolda bir siyasal elit uzlaşması var. O noktada iktidarın tüm zor kullanma araçlarına sahip olan CHP, demokrasi için özgür ve adil seçimler yapmayı, kaybederse de iktidarı devretmeyi kabul ediyor, DP de eğer başa geçerse cumhuriyet devrimlerini iptal etmemeyi.
Ama DP seçimi kazanmak için siyaseti tek parti dönemini benimsemek veya karşı olmak ekseninde iki blok olarak basitleştirdi ve kutuplaştırdı. Halbuki, gerçeğe bakarsanız DP de CHP’nin içinden çıkmıştı. Yani, tek parti döneminde sorumluluğu vardı. Kendisini destekleyen taban da yekpare değildi. İçerisinde büyük toprak sahipleri, küçük çiftçiler, kentsel burjuvazi ve kırsal burjuvazi vardı. Bunların da çıkarları aslında birbirinden çok farklıydı. Ama kutuplaştırıcı siyasetle çok farklı çıkarlar ve beklentiler tek bir eksende birleştirildi ve bu sayede büyük bir kitle mobilize edilebildi. DP kazandı.
Buraya kadar tamam. Eğer 1950’de iktidar değiştikten sonra DP kutuplaştırıcı siyasetten vazgeçmeyi becerebilseydi, yeni bir uzlaşma sağlayacak vizyonu olsaydı, CHP de buna olumlu yanıt vererek demokratik zeminde anlaşsalardı, acaba 1946-50 arasındaki kutuplaşmayı nasıl anacaktık? Belki de, seçim yoluyla barışçı iktidar değişimini ve Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçişini mümkün kılan, olumlu bir siyaset olarak yorumlayacaktık.
Ama iktidar değişiminden sonra da DP kutuplaştırıcı söylem ve eylemlere devam etti. Çünkü aslında iki partinin programları o kadar da farklı değildi ve DP belki de bundan kaynaklanan özgüvensizliğini hoyrat siyasetiyle kapatmaya çalıştı. CHP’nin sert karşı muhalefeti de kutuplaşmayı artırdı. Bu durum 1950’ler boyunca devam etti ve özellikle ikinci yarısında artan DP ororiterleşmesini besledi. Seçilmeden önce DP’nin eleştirdiği tek parti uygulamaları “bizimkiler” yapınca hoş görüldü.
Siyasal elitler arasında demokratik uzlaşma olmayınca kutuplaşma artarak devam etti. Destekçileri DP’nin artan otoriterliğine gözlerini kapadı. Sonuçta demokrasiyi ilga eden ve kutuplaşmayı geçici olarak bastıran bir askeri darbe oldu. Askerler ve destekçileri özgürlükçü bir anayasa yaparak, uzlaşmayı tepeden aşağıya –ve ordunun ve siyaset üstü bir yargının vesayetinde tasarlanan bir siyasal sistemle– sağlamayı denediler. Ama bu eşyanın tabiatına aykırıydı. Uzlaşma tabandan veya onun aktif rızasını temsil eden siyasal temsilcilerinin katılımıyla olabilir.
1970’li yıllardaki kutuplaşmada ise, daha modernleşmiş bir toplumda daha kitleselleşmiş bir kutuplaşma yaşandı. Toplum bölündü, siyasi cinayetlerin bile “yapan bizdense” hoşgörüldüğü bir süreç yaşadı. Ama bu süreçte de belki, eğer sağ ve sol partiler uzlaşabilseydi, kötücül kutuplaşma daha yerleşmeden, demokratikleşmeyle set çekilebilirdi. Zorlu ama demokrasi açısından dönüştürücü ve ilerlemeci bir dönem olarak sonuçlanabilirdi. O dönemde başta Ecevit tarafından önerilmiş ve tahayyül edilmiş bir senaryo bu. O zaman önce CHP’nin sosyal demokrat dönüşümünü sağlayan, hızla modernleşen bir toplumda gerekli sosyal adaletçi bazı reformları yapacak siyasal gücü veren, sonra da karşısındaki sağ partilerin birleşmesiyle demokrasiyi konsolide eden, seçmenlere iki net seçenek sunan bir süreç olarak değerlendirecektik 1970’leri. Ama tabii gerçekleşen bu olmadı. 12 Eylül askeri darbesi ve yine bir tepeden sosyal mühendislik girişimiyle sonuçlandı.
Peki AKP dönemini farklı kılan ne? 2000’ler sonrası yaşanan kutuplaşma hangi açılardan farklı?
Elimizde karşılaştırmalı veri yok ama geçmişten daha kötücül ve yaygın, kitleselleşmiş bir kutuplaşmayla karşı karşıya olabiliriz. Önceki kutuplaşmaları başlatan siyasal aktörler, esas itibarıyla rejim içi aktörlerdi. Yani cumhuriyet rejimine esastan değil uygulamada karşı olan, devirmek değil ıslah etmek istemiş aktörler. Malum, DP zaten CHP’nin içinden çıkıyor. AKP ise farklı, İslamcılık ve Osmanlıcılık gibi rejim-dışı akımlarla kavrulmuş, hemhal olmuş bir kökenden geliyor. Bu anlamda baştan daha “devrimci.” Aynı zamanda başlangıçta daha geniş bir koalisyonla yola çıkmış, yani çok daha “liberal” bir devrim vaat etmiş, her daim ekonomik burjuvaziyi hoş tutmayı elden bırakmamış, son yıllarda ulusalcı-milliyetçi kesimlerle ittifaklar yapmış, hiçbir zaman net bir vizyonu ve ideolojisi olmamış bir aktör olsa da bu yine de önemli bir fark. Dolayısıyla AKP’nin kendini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımladığı, kutuplaştırıcı siyasetin “mikro-metinsel” olduğu erken dönemlerde bile, kutuplaşmanın Türkiye’nin kurucu fay hatlarıyla bağlantılı olan ve kullanılan bir yönü hep oldu. Yani kötücül kutuplaşma potansiyelini artıran bir unsur.
Öte yandan önceki dönemlerde kutuplaşma kötücülleşmeden önce yapay yoldan ve geçici olarak, askeri müdahalelerle bastırılmıştı. AKP askeri vesayeti alt edince hem iktidarda kaldı hem de görünen o ki –rekabetçi otoriter, neo-patrimonyal veya başka, adına ne derseniz– yeni bir rejim kurmak ihtirasıyla kutuplaştırıcı siyasete devam etti. Bu şekilde, otoriter ve rejim-dönüştürücü politikalarına neredeyse kayıtsız koşulsuz destek veren, seçimlerde salt çoğunluğu temin eden –Haziran 2015 genel ve 2019 yerel seçimleri dışında– bir tabanı kemikleştirebildi. Buna karşılık AKP karşıtı kanat da konsolide ve organize oldu. Birbirini yeniden üreten kısır bir döngü oluştu. İki blok arasındaki husumet ve güvensizlik alarm verici oranlara ulaştı.
Evvelki sene eşim ve birkaç arkadaşla çok güzel bir havada CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin Maltepe mitingine giderken, hiç beklemediğim bir anda yanımıza yaklaşan, mitinge gidenlerden hiçbir görünür farkı olmayan kadının, nefret dolu gözlerle kolumu tutup “siz hepiniz birer vatan hainisiniz” demesini hiç unutamayacağım. Toplum bölündü, sadece siyasette değil sosyal hayatta da. Medyanın, sivil toplumun “partizanlaştırılmasıyla” kutuplaşmayı aşmak için önemli bazı köprü kurma mekanizmaları ortadan kalktı. Katıldığım akademik ve STK toplantılarında, medya tartışma programlarında çok sesliliğin aşınmasını ve yok oluşunu, tarafların netleşmesini ve hasımlaşmasını, nezaket gereği “merhaba”ların soğuklaşmasını adım adım gözlemledim.
Ama tüm bu dibe vuruştan, tüm bunların sonucunda, olanların farkında olan ve aşmak isteyen büyük bir toplumsal ve siyasal refleks de doğdu. Toplumsal ve siyasal muhalefet önemli dersler çıkardı ve bir öğrenme sürecinden geçti. AKP tabanı ve muhafazakâr kesim içinde de bir sorgulama, yeni partiler ve arayışlar var. Tüm bunlar belki hiç olmamış genişlikte ve derinlikte bir demokratik uzlaşma için de fırsat yaratıyor.
Fotoğraf: Marco Oriolesi
Prof. Dr. Murat Somer’in ilgili yayınlanmış çalışmaları:
Murat Somer, “Polarization and Democracy: Lessons from and Prospects for Turkey,” in Güneş Murat Tezcür, ed. Oxford Handbook of Turkish Politics (Oxford: Oxford University Press, baskıda)
Jennifer McCoy and Murat Somer, “Pernicious Polarization and Democratic Resilience in the US: Comparative Lessons,” in Suzanne Mettler and Kenneth Roberts, eds. Democratic Resilience: Can the United States Withstand Rising Polarization? (Cambridge University Press, baskıda)
Jennifer McCoy and Murat Somer, Der, Polarizing Polities: A Global Threat to Democracy, Special Volume of The American Academy of Political and Social Science 681(1) (2019)
Murat Somer and Jennifer McCoy, “Transformations through Polarizations and Global Threats to Democracy,” Annals of the American Academy of Political and Social Science 681 (1): 8-22 (January 2019)
Murat Somer, “Turkey: The Slippery Slope from Reformist to Revolutionary Polarization and Democratic Breakdown” Annals of the American Academy of Political and Social Science 681 (1): 42-61 (January 2019)
Jennifer McCoy and Murat Somer, “Toward a Theory of Pernicious Polarization and How It Harms Democracies: Comparative Evidence and Possible Remedies,”Annals of the American Academy of Political and Social Science 681: 234-271 (with Jennifer McCoy) (January 2019)
Jennifer McCoy and Murat Somer, Der, Polarization and Democracy: A Janus-Faced Relationship with Pernicious Consequences, Special Volume of American Behavioral Scientist 62 (1) (2018)
Murat Somer and Jennifer McCoy, “Déjà vu? Polarization and Endangered Democracies in the 21st Century,” American Behavioral Scientist 62 (1): 3-15 (2018) (with Jennifer McCoy)
Jennifer McCoy, Tahmina Rahman and Murat Somer, “Polarization and the Global Crisis of Democracy: Common Patterns, Dynamics and Pernicious Consequences for Democratic Polities,” American Behavioral Scientist 62 (1): 16-42 (2018)
Murat Somer, “Moderation of Religious and Secular Politics, a Country’s ‘Center’ and Democratization,” Democratization 21 (2): 244-267 (2014).
Murat Somer, “Media Values and Democratization: What Unites and What Divides Religious-Conservative and Pro-Secular Elites?” Turkish Studies 11 (4): 555-577 (December 2010).
Murat Somer, “Democratization, Clashing Narratives, and ‘Twin Tolerations’ between Islamic-Conservative and Pro-Secular Actors,” pp. 28-47 in Marlies Casier and Joost Jongerden, eds, Nationalisms and Politics in Turkey: Political Islam, Kemalism and the Kurdish Issue (New York: Routledge, 2010). (Turkish edition, Istanbul, Vate Yayınevi, 2013).
Murat Somer, “Moderate Islam and Secularist Opposition in Turkey: Implications for the World, Muslims and Secular Democracy,” Third World Quarterly 28 (7): 1271-1289 (2007).
Murat Somer, “Cascades of Ethnic Polarization: Lessons from Yugoslavia.“ Annals of the American Academy of Political and Social Science 573: 127-151 (2001).