[voiserPlayer]
Kadir Köymen hepinizin bildiği gibi bir girişimci, Edelkrone’un kurucusu. Fakat aynı zamanda sadece işin kendisiyle değil iş yapma biçimleri üzerine de kafa yoran bir girişim düşünürü diyebiliriz onun için. Köymen uzun zamandır YouTube’da ve diğer mecralarda gençlere toplumsal kalkınma, ihracat, sermaye konularında birikimlerini aktarmak için çeşitli programlar yapıyor. Şu sıralar bu yayınlarını Twitch üzerinden sürdürüyor, tüm yayınlarına daire101.com adresinden de erişebiliyorsunuz. Arın Demir bu pazar röportajında Kadir Köymen ile girişimcilikten, ekonomik güvene kadar birçok başlığı konuştu.
Liyakatin kurallar ve kodlamalarla idealize edildiği kurumsal devlet yapılarında, şirketlerde veya yönetim organizasyonlarında insanların kurallara uyumu, saygısı ve bağlılığı neden önemlidir?
Öncelikle liyakat karışık ve çok katmanlı bir konu. Hakkıyla uygulanması ne yazık ki yaygınca başarılabilen bir şey değil. Nasıl başarılacağını bilenlerin de çok fazla olduğunu zannetmiyorum. Eğer liyakat bir işi ehline vermekse, ilk olarak kimin ehil olduğunun bir şekilde tescillenmesi lazım. Bu tescil işlemi, yine bir grubun inisiyatifine bırakılırsa zamanla bu da çok tehlikeli bir duruma dönüşebilir. Bu tehlikeli durum bir nevi diktatörlüğe dönüşebilir. Bir kurum, kimin yetkin olduğuna karar veren tek kurum haline gelirse, zamanla gerçeklerden kopmalar ya da yolsuzluklarla dejenere olmalarla bütün topluma zarar veren bir hal alabilir. Bu yüzden her türlü sistemde denetlenebilirlik çok önemlidir. Bütün başarılı sistemlerde ikna meselesi de ön plana çıkıyor. İnsanların, beklentilerinin karşılandığı, doğru şeyin yapıldığına dair inanç ortamının sağlanması çok kritiktir. İnsanlar problemlerle karşılaştıkları zaman, problemi çözmek için bir araç bulundurmak isterler. Zaten herkes her şeyin kusursuz olmayacağının farkında ama kusursuzluk can yakan bir seviyeye geldiğinde buna müdahale edebileceğimiz bir sistemimizin olması gerekiyor. Önemli olan, bu sistemin varlığı eğer yoksa, büyük bir problem ortaya çıkabiliyor. İnsanları, başlarına gelen kötü şeylerden ziyade, bunu çözemeyecek olmaları hissiyatı yok ediyor. O yüzden de sistemlerin en çok ihtiyacı olan şey, bir problem olduğunda onu çözecek verimli bir mekanizmayı herkese eşit şekilde sunmak olmalı. Siz liyakate veya meritokrasiye dayalı bir sistem de kursanız, er ya da geç sistem ele geçirilirse, sistemde düzeltme yapabilecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyuluyor. Bu yüzden, yetkinin kalabalıklara dağılması önemlidir. Sistemlerin bunlara göre kurulup, kurulmadığının sorgulanması gerekiyor. Klasik şirket yapılarında bunun gözetildiğini düşünmüyorum. Bu da sistemlerin uzun ömürlü olmasını engelleyen ana etkenlerden birisi olarak karşımıza çıkıyor..
Ülkelerin parasına biçilen değer ile güven arasında nasıl bir ilişki bulunuyor?
Ülkenin parasına duyulan güven, ülkenin dışarıya nasıl bir sinyal verdiğine bağlıdır. Ülkeler arasında alışveriş yapılırken aslında hala takas sistemi esas alınıyor. Örnek olarak, bir ülke diğerine bir takım mallar üretip yolluyor ve karşı taraftan para alıyor. Burada karşılığında ihtiyacı olan şey aslında para değil. Asıl ihtiyacı, yolladığı mallar kadar karşılığında ihtiyacı olan bir takım başka ürünler ve hizmetleri sağlamak. Bu takas tamamlanana kadar, ülkenin elindeki paranın bir anlamı yok. Bir ülke etrafa daha çok para mı dağıtıyor yoksa mal mı dağıtıyor konusuna dikkat etmek lazım. Dışarıya mal ve hizmet yollayamayan bir ülke, dışarıya devamlı söz veren ama sözünün tutmayan bir ülke durumuna düşüyor. Dolayısıyla sözlerine inanılmayan ve güvenilmeyen bir ülke oluyor. Doğal olarak, dışarıya verdiğimiz paranın değeri de düşüyor. Neticede para, ‘‘bir gün sana borcumu ödeyeceğim’’ sözünü içeren bir tür belgedir. Belgenin değeri de sözümüze duyulan güvenle alakalıdır. Dolayısıyla borcu iyi yönetmek, borcu ödeyebileceğinize dair dışarıya güven vermek doğrudan paranın değerini belirler. Tabi bu da toplumun ne kadar ne konuştuğuna, dış dünyaya ne kadar odaklı olduğuna bağlıdır.
Mesela bizim toplum olarak, İngilizce bilme seviyemiz dünyaya ne kadar açık olduğumuzu gösterir. İngilizce bilme seviyemiz yüksekse, bu çalışıp dışarı bir şeyler yollama şansımızı arttırır. Bir sürü etken var. Yine seçtiğiniz kişilerin dünyaya nasıl mesajlar verdiği önemli bir etkendir. Bu kişi veya kişiler, dünyaya ne kadar yakın ya da uzak duruyor. Dünyayı nasıl bir ortak olarak görüyor veya nasıl bir düşman olarak algılıyor ve aynı zamanda kimi seçtiğiniz, toplumun bakış açısını ölçmek için bir yöntemdir. Aslında konu kimi seçtiğinizden çok, toplumun bir şeyi nasıl doğru bulduğuyla da ilintilidir. Esas bütün borcu ödeyecek olan ya da geri kalan milletlerle beraber çalışacak olan yine toplumumuz kendisidir. Önemli olan, 80 milyonun dünyaya bakışıdır. Dünyaya bakışımıza göre paramızın değeri de şekillenir. Seçtiğimiz kişinin ağzından çıkan kelimeler, bizi yansıttığı için paramızın değerini yukarı ya da aşağıya doğru çekebilir. Toplum olarak dünyaya açık olmaz ve oynanan küresel oyunun parçası olmadığımız sürece paramızın değerini kendi kendimize düşürürüz. Yabancıyı düşman gördükçe, ülkenin para değerini düşürenler kendimiz oluruz.
SODEV’in Mayıs 2020 yılında yayınladığı raporda, Türkiye’deki gençlerin %62,5’inin eğer imkan olsa yurtdışına gitmek istedikleri tespit edilmiş. Son yıllarda ülkemizin beyin göçüne yönelik çeşitli veriler de bunu destekler nitelikte. Türkiye’de yetişen kişilerin, yurt dışında değer üretmesi bize neler kaybettiriyor?
Bir ülke için en kıymetli şey sahip olduğu sermayesidir. Sermaye para değildir. Sermaye aslında değer üreten değerlerdir. Bilgisayarlar, yazılımlar hatta bir ofisteki bir sandalye bile sermayedir. Aynı zamanda, insanların kafalarının içinde kullandıkları bilgiler de sermayedir. Bu bilgilerin kullanımı ile değer üretilir. Sermaye insanların ihtiyaçlarını çözerken kendisi azalmayan, eksilmeyen değerler bütünüdür. Nüfusun artışıyla beraber insanların hızını ve verimliliğini arttıran değerlerin miktarı arttıkça toplumda refah da artar. Toplum eskisi kadar çalışırken, iki katı değer üretebiliyorsa gelişir. Ya da eskisinin yarısı kadar çalışarak eskisi kadar üretebiliyorsa o toplumda refah olduğundan bahsedebiliriz. Bizim odaklanmamız gereken nokta da budur. Bu ülkede kaç kişi var, doğanlar daha çok hangi ülkelere gidiyorlar değil. Önemli olan, günün sonunda, ‘’İçerideki sermayeyi arttırabiliyor muyuz, arttıramıyor muyuz?’’ sorusudur. İnsan da bir sermayedir ama esas olarak insan dışı sermaye refahımızı arttırır. Zihnini bilgilerle donatmamış, yani sermayesini büyütmemiş insan, sadece vasıfsız bir işçidir. Fikir üretemeyen insanlar ancak günde 8 saat çalışarak kendi karınlarını doyurabilecek kadar değer üretebilirler. Bu, bilgi sermayesizliğinden kaynaklanıyor. Yine tekrar etmek isterim, sermaye sırf bu nedenle para değildir. Bilgisizlikten dolayı, yani insanlar zihnî birikime sahip olmadığı için katma değer üretilemiyor. Bizim insanların beynine bilgi doldurarak bunu engelliyor olmamız lazım. İnsanlar, ülkeden çıktıkları zaman sermaye de beraberinde gitmiş oluyor. Birikimlerini başka ülkelerdeki refahı inşa etmek için kullanmış oluyorlar. Sermaye kavramını iyi anlarsak, ülkeden hangi insanların gitmesi bize büyük zarar veriyor ve neden zarar veriyor iyi anlamış oluruz. Sermaye kavramını anlamamış bir mühendis veya tasarımcı, istediği kadar Türkiye’de yaşasın ve ülkesini sevsin fark etmez. Ülkesinde kalarak, yurt dışına giden bir mühendisten ülkesine daha çok zarar verebilir. Olay gitmekle veya kalmak değil, sermayeye katkı yapmak ya da sermayeyi kaçırmaktan ibaret. Türkiye’de çok güzel işler başaran ve sermaye üreten şirketler satılabiliyor. Beyin göçü de sermayeyi kaybetmenin yollarından birisidir. Olaya biraz da bu gözle bakmalıyız. Başka bir örnek ise yine yurtdışına gitmese bile yurtdışındaki şirketler için uzaktan çalışan insanlar. Yazılım sektöründe bu kişileri çokça görüyoruz. Bütün değer üretimini kendi ülkesinde yapsa bile sermayeye katkısı yurtdışına gitmiş oluyor ve refah fırsatlarını yine kaçırmış oluyoruz. Böyle bir değerlendirme ile doğruyu ve yanlışı bulacağımızı düşünüyorum.
Yetişmiş insanımızı, sermaye üreten insanlarımızı kaybetmememiz için neler yapılması gerekir?
İnsanları ürettikleri değerin karşılığını alma şansları olduklarına inandırmak lazım. Ülkede bir gelecek ve refah görmeleri gerekiyor. İnsan refahı en çok nerede görürse oraya gitmek ister. Bir insan hayatı boyunca günde 8 saat çalışmanın karşılığında medeniyetin, saygının ve haklarının korunduğu bir ortamda yaşamak ister. Burada toplumun birbirine güvence vermesi ve birbirine sorumlu olduğunu hissettirmesi lazım. Aksi taktirde, akıl gereği insanlar onu bulduğu yere kaçacaktır. Öte yandan herkesin mutluluğunun peşinden gitme hakkı vardır. İnsanlar bulundukları yerden ayrılırlarken, zarar vermeden bunu yapmaları gerekir. Herkes hangi ülkeden ayrılıyorsa ülkesini de ‘‘hiç zarar verdim mi ben?’’ diye bir düşünmesi lazım. Hem toplumdaki umudu azaltmış olmadan ayrılmak hem de finansal olarak zarar vermeden ayrılmak lazım. Bireysel olarak ayrılabilirsiniz fakat geri kalanları da ve özellikle oradan ayrılma şansı olmayan insanları da daha negatif bir ortam bıraktığımızda çok büyük kötülük yapmış oluyoruz. Ülkeden ayrılanlar, ayrılırken zarar verdiler mi, vermediler mi anlamanın tek yolu ülke dediğimiz şey nedir, nasıl çalışır, mekanizması nedir iyi anlamaktan geçiyor. Çoğu bunu anlamadığından verdiği zararı da bilmiyor. Bizzat verdiği zarara rağmen halen kendisini mağdur ilan ederek ve sadece kendini kurtarmak amacıyla daha da ortalığı ateşe vermek pahasına bireysel olarak kurtulmaya çalışabiliyor. Bence bu konuda birbirimizi uyarmamız lazım. Yani gidiyor olmasına değil de geride bıraktığı duruma dikkat etmiyor olmasını eleştirmemiz gerekiyor. Toplum olarak bu konuda birbirimizden beklentilerimiz olması gerekiyor.
Özgürlüklerin kısıtlanması, şirketlerin yaratıcılık gerektiren katma değerli ürünler çıkarmasını nasıl etkiler?
Aslında konu özgürlüklerin kısıtlanması değil. Bir kere iş yerine özgür olmak için gidilmiyor. Mesai saatleri içerisinde insanlar iş yerine özveride bulunmak için gidiyorlar. Hatta konfor alanlarından çıkmak için gidiyorlar. Verdikleri özveri karşılığında uzun vadede hayatta yeni fırsatlar yakalamak için işlerini seviyorlar. Yani, işin kendisini değil ama sonuçlarını seviyorlar. Önemli olan iş yerindeki özgürlükten çok, işten sonraki hayatlarını güvenceye alıp alamayacakları meselesidir. Kişilerin iş hayatlarında hak ettikleri maddi değer hakkaniyetli şekilde tespit ediliyor mu gibi değerlendirmeler de çok önemlidir. Burada insanların hak ettiklerine ilişkin kişisel inançları ve beklentileri devreye giriyor. İnsanlar hak ettiklerini aldıkları sürece hiçbir sorun olmuyor. İnsanlar yeter ki neyi hak ettiklerini iyi bilsinler. İş yerlerinde özgürlüğü ‘‘Benim sözüm dinlenmekle kalmayacak hatta muhakkak dikkate alınacak, aksi takdirde hakkım yeniyor’’ şeklinde tanımlayanlar olabilir. Diğeri de ‘‘Burada ücret karşılığı benden isteneni yapmakla mükellefim, benden ne isterseniz isteyin.’’ diye düşünebilir. Yani, bizlerin hangi zihniyette olduğu, nasıl düşündüğü, o işten beklentimiz belirleyici oluyor. Bu aşamada, dünyada para kazanan şirketlerin neleri çözdüklerine odaklanıp, onlarla senkronize olmak gerekiyor. İş kültürümüzü bireysel hayallerimizle değil dünyada oynanan oyunla uyumlu hale getirmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde içerde doğru bir çalışma kültürü inşa edebiliriz ve o zaman şirketçilik oynamayı bırakıp gerçekten sonuçlar üretmeye başlarız.
Türkiye’deki şirketlerin yapıları yeni projeler üretmeye veya yeni sistemler inşa etmeye açık mı? Türkiye’deki kurumsal yapıların yeniliğe açıklığı ne durumda?
Bütün toplumlarda olduğu gibi ülkemizde de yenilikçi kısım toplumun az bir kısmı. Bu durum Almanya’da veya ABD’de benzer. Tüketiciler sınıflandırılırken kullanılan ‘‘early adapter’’ kavramı var. Genel itibarıyla tüm toplumlarda, tüketicilerin %10’u early adapter olarak sınıflandırılır. Yeniliğe açık insan bulması zordur ama imkansız değildir. Türkiye’de zaten yeni şeyler deneniyor. Sadece Türkiye’de ekonomik olarak çok ciddi bir kısıtlılık var ve iç pazara hizmet ve ürün geliştirmeye çalışan çok fazla insan var. Dolayısıyla ürün yenilikçi de olsa, müşterinin gerçekten ihtiyacı olan bir ürün ortaya çıksa dahi ülkede paranın olmadığı gerçeği çok önemli. Alıcının parası yoksa, ürün hak ettiği fiyattan, hak ettiği adetlerde satılmıyor. Türkiye’de yenilikçilik sıkıntımızdan daha çok parasızlık sıkıntımız var. Bunu aşmamız için paranın olduğu pazarlarda şansımızı denememiz lazım. Türkiye’deki yenilikçi fikirlerin, finansal yapısı güçlü küresel pazarlarda şansını denediğinde başarıya ulaştığını görüyoruz. Bu farkı gözetmemiz gerekiyor. Dünyadaki başka bir toplumdan yeniliğe yatırım anlamında gerilerde olduğumuzu düşünmüyorum.
Herhangi bir yönetim organizasyonunda liderlik görevi olan kişinin, yetki zehirlenmesi yaşamaması için temel olarak neler gereklidir?
Yetki zehirlenmesi, patron sorgulanamaz noktaya geldiğinde ve eleştirileri verimsiz şekilde püskürttüğünde dokunulmazlık dönemiyle başlar. Patron daha çok onu tasdikleyen insanları barındırmaya başlar. Şirketin içerisinde eleştiren insanlarla mesafesi yavaş yavaş açılır. Gerçekten de bu tuzağa düşmesi çok kolaydır çünkü insanlar yaradılış gereği eleştiriyi tehdit olarak görmeye yatkındır. Her zaman zihinleri açık yaşayamazlar, yeni şeyler yapmak, denemek isteyen kişilerin tasdik ihtiyaçları artar, eleştiri duymaktan çekinmeye başlarlar. Şirketler içerisinde böyle dönemlerde, zamanla olumlu-olumsuz her türlü eleştiri bastırılabilir. Sonuç itibarıyla, süreç patronun kendi içinde izole bir aleme geçmesiyle sonuçlanır. Bu hemen haftalar içerisinde olmaz ama yıllar içerisinde gerçekleşebilir, beş, on sene kadar sürebilir. Buna rağmen işler iyi de gidiyor olabilir ama bu sistem sayesinde değil çoğu defa sisteme rağmen olur. Kurdukları sistemin eleştiriye kapalı hale gelmiş olması, patronların tamamen yetki zehirlenmesi ile yaşıyor olmasına rağmen ürün ve hizmetin cinsiyle, şirketin temelleriyle ve alıcısıyla kurduğu detaylara göre şirketin stabil gitmesi sağlanabiliyor olabilir. Bu sisteme rağmen başarılmış olabilir. Yetki zehirlenmesi çözülse ve yöneticiler her daim eleştirileri püskürtemeyecekleri bir ekosistemde olsalar, aslında çok daha aklıselim kararlar alınabilir. Yapıcı eleştirilerin katkısıyla daha üstün yapılar ortaya çıkabilir. Bunun da dünyada sayısız örneği görüyoruz.
Yetki zehirlenmesi yaşanmaması için siz kurucusu olduğunuz eski firmanızda bir meclis kurdunuz. Meclis şirketi nasıl yönetiyor?
Şirketin kendi başına yıkılmaz bir yapıda ilerlemesi için demokratik bir yapı tasarladık ve bunu hayata geçirdik. Bu yapıda şirket tamamen çalışanların kontrolünde ilerliyor. Çalışanların seçtiği bir meclis en üst yetkiye sahip olan makam. Bu meclis, şirketin CEO’sunu, diğer departman yöneticilerini de seçiyor. İnsanların yaptığı kalıcı katkıları demokratik yollarla tescilliyor. Bunun sayesinde patron dediğimiz yapı yok oluyor. Birileri şirketi yönetmek istiyorsa ya da belli konularda söz hakkına sahip olmak istiyorsa şirketin tabanından aldığı yetki ile bunu gerçekleştirilebiliyor. Dolayısıyla yöneticilerin devamlı meclis vasıtasıyla denetlenebilirliği de söz konusu. Eğer lider yetki zehirlenmesine uğrarsa ya da muhalefeti püskürtürse bunu belli bir dönem yapabiliyor ama sonsuza kadar yapamıyor çünkü günün sonunda yeniden seçilmesi gerekiyor. Neticede, çalışanlar da para kazanmak istiyor ve patronun ticari olarak güven ortamını sağlandığına çalışanlarının onayının alması gerekiyor. Bir nevi demokratik ülke gibi yönetiliyor.