İstanbul’da son dönemde karşılaşılan su krizi, şehir sakinlerinin günlük yaşamını ve geleceğini tehdit eder hale geldi. Özellikle İstanbul’un barajlarında gözlenen su seviyelerinin hızlı azalışı, sürdürülebilir su yönetiminin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. İSKİ’nin verilerine göre 21 Ağustos 2023 itibariyle İstanbul’da ortalama baraj doluluk oranı yüzde 32.97 oldu. İstanbul’a su sağlayan barajlardan doluluk oranı en yüksek olanı yüzde 66.77 ile Ömerli, en düşük olan baraj ise yüzde 4.43 ile Pabuçdere oldu. Pabuçdere’yi yüzde 8.91 ile Kazandere takip etti.
İstanbul, hem içme suyu hem de sanayi için kullanılan su kaynaklarının yoğun bir şekilde tüketildiği bir bölge. Ancak iklim değişikliği ve artan nüfus gibi etmenler, su kaynaklarının sınırlı olduğu bu şehirde su krizini daha da karmaşık hale getiriyor. Son yıllarda İstanbul’un ana su kaynağı olan barajlarda görülen su seviyesi düşüşleri, krizin ne kadar acil olduğunu bir kez daha gösterdi. İstanbul ve Türkiye’nin geleceğini tehdit eden kuraklık tehlikesini, Süleyman Demirel Üniversitesi, Eğirdir Su Ürünleri Fakültesi emekli öğretim üyesi ve Su Enstitüsü kurucusu Dr. Erol Kesici’ye sorduk.
İSKİ’nin verilerine göre 21 Ağustos itibariyle İstanbul’da ortalama baraj doluluk oranı yüzde 32.97’ye düşmüş durumda. İstanbul ciddi bir kuraklık tehdidiyle karşı karşıya. Şehirdeki barajların su seviyesinin bu kadar düşük olmasının nedenleri neler?
Bu gerçekten çok üzücü bir durum. Seviyeler aşırı düşmüş durumda. Hatta belki bugün baktığımızda daha da alta inmiş durumda. Bazı barajlar tamamen kurumuş vaziyette. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi suyu iyi yönetememek. Suyu yönetmek ne demektir? Basit olarak şundan bahsedelim. Nasıl bir ailenin bütçesi varsa, aile ayağını yorganına göre uzatırsa, tasarruflu davranırsa, ilerisi için de rahatlık içerisinde yaşar. Bizim de göllerimizin, barajlarımızın hidrolojik su bütçeleri var, bilançoları var. Yani bir yıl içerisinde ne kadar su girmekte, ne kadar su verebiliriz. İşte yaşanan en önemli sorunlardan bir tanesi bu.
Bu yıl bunu çok daha fazla hissettik. Buharlaşma oranının kat kat artması, yani suyumuzun bir nevi yanması, buharlaşıp yok olup gitmesi çok büyük bir kayıp ve bu buharlaşmayı elbette tamamen engellememiz mümkün değil. Ama en aza düşürülebilir ki belki İstanbul’un bir aylık su ihtiyacından daha fazla, hatta 6 ay sürelik ihtiyacına kadar tasarruf edebiliriz. Binlerce ton su her gün buharlaşıyor. Bunun nedeni su havzalarının bulunduğu yerlerde yaşam koridorlarının olmaması. Ekolojik uyumun, nemi tutucu bitkilerin, ağaçların, suların olmaması; ekosistemin olmayışı. Yine aynı şekilde suyun aşırı bir şekilde kirlenmesi ve yönetilmemesi. Cebinde paran ne kadarsa ona göre harcayacaksın, borca girmeyeceksin. Borca girmek ne demektir? Su bilançosunun üzerinde aşırı şekilde su kullanırsan sıkıntı yaşarsın.
Fakat bunun yanı sıra diğer önemli bir faktör ise tamamen temiz su bulamamız. Sular çok aşırı bir şekilde kirli. Yani siz bunu ne kadar arıtmaya veyahut da diğer yöntemlerle çözmeye çalışsanız mümkün değil ve daha çok para harcamış oluyorsunuz. Hâlbuki kirlenmiş suyu arıtmak için kullanacağımız paraları, o havzadaki ekosistemi korumak için harcamış olsak o şekilde başarılı olunabilir. Yani şunu söylemek istiyorum; birçok bilim insanının da konunun uzmanı meteoroloji uzmanlarının da söylediği bir şey var. Benim de yıllardır savunduğum şey: Yağışların az olması bizim ülkemizde kuraklığın ana nedeni değil. Yağmuru beklemekle biz hep kuraklığı önleyebileceğimizi sandık. Devamlı söyledik, yağmıyor işte. Şimdi suyumuz az. Neden yağmıyor? Suyunuz az, ne kadar suyunuz varsa o kadar yağmurunuz var. Bir ülkede su olmazsa bulut nereden oluşacak? Bulut yoksa yağmur da yok.
Barajlarda, göletlerde, doğal göllerde suyun azalmasının diğer nedenlerinden bir tanesi, bu gölleri besleyen derelerin çayların, akışta gelen sularının önüne hesapsız ve yanlış yapılan setlerin olması. Ana bir gövdenin beslenmesini sağlamak için oraya yüzeysel gelen suların rahat gelmesi gerekir. Ama siz bunların önüne set çekerseniz göllerde ve barajlardaki suyun seviyesini ancak yağacak yağmura bağlı kılmış olursunuz. Diğer bir yanlış ise artezyenden su çıkartmak. Artezyenden su çıkartmak demek gölün öbür cebinden suyu çekmek demek. Yani yerel sularıyla göllerin, göletlerin bulunduğu yerlerde sular birbirleriyle bağlantılı. Bu sefer siz yüzeysel suları da engelliyorsunuz, yağışı da engelliyorsunuz. Yeraltı sularının bitmesi demek, yüzey sularının da bitmesi demek. Yüzey suların ne kadar zenginse yeraltı suların da o kadar zengin. Bu bir fizik kuralı, bu bir bilim kuralı. Bizim işe bu taraftan bakmamız gerek.
Yok nüfus artışı, yok küresel ısınma ve iklim krizi.. İklim krizi beş senelik mesele, bilemedin on senelik mesele. Ama ben kırk senedir bağırdım. Bu gidişle, böyle giderse susuz kalacağız. Her şeyi gidip de böyle sıradanlaşmış iklim krizi ve küresel ısınmaya bağlayıp faturayı ona çıkartmak çok yanlış. İşte bu yanlışlardan dolayı bizim suyumuz yok. Merak etmeyin, Melen çayından gelir diyorlar. Neyi merak etmeyelim, su politikaları aylık günlük değildir. Su politikaları elli yıllıktır. Bakın Japonya’ya elli yıllık su politikası var. Elli yıl sonra ne olur, aşağıya doğru inerek on yılda yirmi yılda ne olur?
Biz dünyaya ne diyoruz? Merak etmeyin, Ağustos ayında yağmur yağacak, lafın gelişi Mart’ta kar yağacak. Bunlarla su üretemezsin. Suyun varsa yağışın var. İyi yönetilmiyor ve çok aşırı bir şekilde savurgan kullanılıyor. Bir örnek vereyim. Bu birçok yer için de geçerli. Bizim iklimimiz belli, kurak ve yarı kurak bir ülkede yaşıyoruz. Peki, sizin ne işiniz var sulak ürünleri yetiştirmekle, hatta tropikal ürünleri yetiştirmekle? Mesela Konya’dan bahsedelim. İç Anadolu, Akdeniz’in belirli kısımları kurak iklime sahip. Ama iklimin kurak, yetiştirdiğin ürünler sulak. Nedir onlar? Şekerpancarı yetiştiriyorsun, ayçiçeği yetiştiriyorsun, ondan sonra kuraklık diyorsun. Bunlar hep çok su isteyen bitkiler. Bizde bir de tropikal bitkiler var. Avokado yetiştiriyorsun. İstanbul’da göletler, barajlar çevredeki tarımdan etkilenmiyor mu? Aşırı derecede etkileniyor. Yani sizin Çatalca’da açmış olduğunuz çok sayıdaki yeraltı sondajları, oradaki Büyükçekmece’yi de kurutuyor. Küçükçekmece zaten kirlilikle baş edemez bir hale gelmiş. Öbür barajlar var, onlarda da su giderek azalıyor.
Almanya’da tekstilciler ve diğer sanayi dallarında kotalar var. Yurtdışından ithalat yapılan yerlere ne kadar su kullandığını soruyor. Kriterleri, cetvelleri yerleştiriyor bakıyor. Diyor ki; siz bu ürünü yetiştirirken, bu ürünü hazır hale getirirken su ayak izini çok geçmişsiniz, kusura bakmayın sizden ürün alamayız. Başkası bize ders veriyor. Al işte ürününü git. Ama hayır, o küresel açıdan düşünüyor. Çünkü kirlilik zaten ayrı bir boyuttur. Bu nedenle bizim gerçekten aklımızı başımıza almamız gerekir. Biz hep suya başka şekilde baktık. Su aktı biz baktık. Ne dedik? Sudan ucuz dedik ama gerçekten sudan ucuz değil.
2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü’nde yaptığınız açıklamada Türkiye’nin 2012 ölçümlerine göre 181,49 milyar metreküp olan su varlığının, 2022 sonunda 112 milyara gerilediğini, son 10 yıldaki kaybın 70 milyar metreküpe yakın olduğunu belirtmiştiniz. Türkiye’yi ciddi bir su krizinin beklediğini görüyoruz. Türkiye’yi bekleyen bu kuraklığın altında hangi faktörler yatıyor? Kuzey Ormanları’nın kesilmesi, Kaz Dağları’ndaki maden arama çalışmaları da bu krizi etkiliyor mu?
Etkilemez olur mu? Ekosistem derken ben orada açılımını yapmadım. Siz güzel bir açılımını yaptınız. Elbette Kaz Dağları’ndaki maden ocakları; kitlesel dikey cam piramitler şeklinde yapılan, ışığı soğurmayan camlardan yapılan binalar; şehirlerin sünger şehirler olmaması, yani sünger şehirlerden kastımız nedir, parklarının, yeşil alanlarının olması… Kuraklığı önleyebilmemiz için ekolojik yaşam koridorlarımızın olması gerekiyor. Ormanla gölün, ormanla kentin, ormanla derenin, parklarla yine derenin ve bunların tümünün arasında işbirliği olması lazım. Canlıların oradan buraya geçmesi gerekiyor. Yani biz suya yalnızca su gözüyle bakmayacağız. Suyun bir kalitesi var, kirlilik değeri var, kullanılabilirlik değeri var, biyolojik çeşitliliği var. Aynı zamanda suyun etrafında bulunan kaynağın etrafındaki ekosistem var. Suyun döngüsü dediğimiz zaman tüm bunlar denklemin içinde yer alıyor.
Bakın, ne kaplumbağa bizden para istiyor, ne Kaz Dağları bizden para istiyor, ne güneş bizden para istiyor. Doğa bizden para istemiyor. Ne yazık ki onları sömürerek kendi kuyunuzu kendiniz kazmış oluyorsunuz. Bir maden ocağı demek, benim derimi yüzmek demek. Ben derisiz kalırsam ölürüm. Siz Kaz Dağları’ndaki bitki örtülerini yok ederek iklimi yok ediyorsunuz, oradaki börtü böceği yok ediyorsunuz, suyu yok ediyorsunuz. Keşke hidrojenle oksijeni bir araya getirip de suyu oluşturabilsek. Yok öyle bir fabrika. Suyun kaynağı Kaz Dağları, suyun kaynağı yine dereler, çaylar. Orta Asya’dan niye geldik? Orta Asya’da suyu niye bitirdik? Su olsaydı Orta Asya’dan gelir miydik? Bugün dünyada su göçleri var, su savaşları var. Bu savaş giderek hızlanacak. 2040’larda 2050’lerde, işte şu afet gelecek bu afet gelecek diye laflar edilmekte. İnanın biz 2030’u zor çıkarırız ve bu hiçbir zaman doğanın felaketi değildir. Altını sürekli çizelim, ben bugün susuz kalmışsam bu, insanın doğayı tahrip etmesi sonucu meydana gelen bir felakettir.
Su krizini diğer çevresel sorunlardan ayıran en büyük fark nedir?
En büyük fark, suyun aşırı bir şekilde israf edilmesidir. İyi yönetilememesi ve suyun kirletilmesidir. Şimdi bakıyoruz küresel ısınma, sera gazı etkisi… Bir bakın, sera gazı etkisi, karbondioksit salımı, su ayak izi, karbon salımı… Dünyadaki bütün yaşam etkinliği krizleri artıyor ama bunu yaratanlar yüzde 15-17’lik bir kitle. Nedir işte, zengin ülkeler. Geriye kalan yüzde 82’si, yüzde 83’ü bunun mağduriyetini çekiyor. Belki bunun bir yüzde 30’u birazcık idare ediyor. Ama geriye kalan yüzde 50 sağlıklı suya ulaşamıyor. Sağlıklı suya ulaşamadığı için krizler çıkıyor. Su göçleri, su savaşları buradan çıkıyor.
Şunu da söyleyeyim. Biz hâlâ dinozorların içtiği suyu içiyoruz. Su doğada sabit, çevrimi var, suyun bir dengesi var. Ama biz buna çomak sokuyoruz, ormanları kesiyoruz, diğer sorunları yaratıyoruz ve krizin esas noktaları bunlar. Müsaade edin çeşitliliği kurtaralım. Yoksa bunun sonucunda su krizi büyüyecek. Bu ekonomiye yansıyor. Bakın şu an Türkiye’de birçok yerde ağaçlar kurumaya başladı. Ürün alınamaz hale geldi. Ürün kurumaya başladı. İnsanlar içecek su da bulamaz hale gelmeye başladılar.
İklim değişikliği, nüfus artışı gibi etmenler su krizini nasıl etkiliyor?
Etkiliyor ama esas sorun orada değil. Esas sorun su savurganlığının fazla oluşu, suyun siyasi ve popülist yönetimi. Bugün Türkiye’de birçok yerde su, bir oy ve siyasi malzeme haline geldi. Her tarafa sulu tarım götürmek zorunda mısınız? Dağa taşa kadar su taşıyorsunuz ve açık kanallarla taşıyorsunuz. Biz Türkiye’de var olan suyu ciğerlere taşırken -ilistir derler biliyorsunuz- kevgirle taşıyoruz. Yarısından fazlası boşa gidiyor. Suya değer vermiyoruz, suyla ilgili yatırım hiç yapmıyoruz. Bu yatırımların hem ekonomik hem de bilimsel yatırım olması gerekir. Nasıl olsa yağmur yağacak diye bekliyoruz. Yağmur duasına çıkan var mı? İnançlara saygımız var ama bu işin duayla olmayacağını artık birçok insan çok iyi bir şekilde biliyor. Meseleyi buradan ele aldığımız zaman iğneden ipliğe kadar her şeyi tasarruflu kullanmamız lazım.
Bir hamburgerin su izi 2.500 litre, yarısını yiyip yarısını attığı zaman gidiyor. Ama bu kadar serbestlik olmaz. Sonra bakın, susuz kalmamızı, iklim krizini, buna benzer şeyleri artıran faktörlerin başında su kirliliği geliyor. Su kirliliğinde şöyle bir ilke vardır. Kullanan öder, kirleten öder. Oh ne güzel! Adam öldür, parasını ver çık hesabı. Su kirliliğinin yaratmış olduğu tehlikeler çok. Bakıyorsun, niye bu ülkede bu kadar çok kanser hastalığı var? Niye bu ülkede yetişen tarımsal ürünler yurtdışına ihraç edilmiyor? Bunları araştıralım, bunları sorgulayalım. Neden suyunda kirli, toprağında kirli bir sürü tarım zehri var? Tarım zehrini kullanıyorsun, o kullandığın zehri hem suya karıştırıyorsun hem de toprağa karıştırıyorsun. Vergini ödersin, insana yol, okul, hastane olarak döner. Bu şekilde tarımla, tarım zehirleri ile yapılan ve bu şekilde salma sulamayla yapılan tarımla toprağı da yok ediyorsun. Tarım şekli, su yönetimi bize kanser olarak geri dönüyor.
Kendimizi bir yerlerde görüyoruz. Yok şu kadar ilk 20’deyiz, ilk 30’dayız. Gelişmişlik ülkedeki yaşam standartlarıyla ilgilidir. Kişi başına düşen milli geliriyle, toplumun her şeyden önce refah ve huzuruyla ilgilidir. Yaşanan su krizinin temel nedenlerinden bir tanesi, tarımda yüzde 80 oranında su kullanmamız. Siz kendinizi Uganda’yla, kendinizi Bangladeş’le, Pakistan’la karşılaştırırsanız sorun yok. Ama Avrupa’da bu oran yüzde 40. Çünkü orada bilimsel tarım teknolojileri var. Senin bulunduğun yere ve suyuna göre bitki dokunu hazırlayacaksın. Suyuna göre şehrini hazırlayacaksın, suyuna göre sanayini hazırlayacaksın. Biz bunlardan uzağız.
Evlerde kullanılan sudan tasarruf edelim. Tamam, orada da tasarruf edelim. Zaten su pahalı. Su bir kere canlı hakkı, bir yaşama hakkıdır. Belirli bir noktaya kadar içme sularından para alınmaması gerekiyor. Ama içme sularında zaten güvenilir şişelenmiş su sanayisi var. Bir de o tarafa gitmiş bir ekonomi var ki onun da ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır. Elbette bu musluktan akan sudan çok daha sağlıklı. Şimdi evlerde kullanılan yüzde 11 civarında, sanayide yüzde 10 civarında, tarımda yüzde 79 civarında. Niye tarımı görmüyorsunuz? Ben devamlı söylüyorum, niye siz buzdağının en üst kısmını görüyorsunuz? Buzdağının altında tarımdaki yanlış politikalar var, yanlış sulama sistemleri var. Hâlâ devam ediliyor ve hâlâ köylüye popülist davranışlarla yaklaşılıyor. Geçen yıl mesela Isparta’da diyelim ki bir birim mısır yetiştiriliyordu. Şimdi 500 kat artmış mısır. Dünyanın suyunu isteyen bir şey. Göller bölgesinde göl kalmadı zaten.
Kuraklığın ekosistemlere ve biyoçeşitliliğe etkileri nelerdir?
Kuraklık, ekosistemde biyolojik çeşitliliği, tür çeşitliliğini giderek azalttı. Bakın milyonlarca tür yaşıyor doğada. Türkiye biyolojik çeşitlilik olarak, bitkisel açıdan baktığımız zaman, hayvan türleri açısından baktığımız zaman bütün Avrupa’nın toplamından daha geniş bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Bakın Avrupa’nın toplamından bahsediyoruz. Fakat su yok oluyor. İşte Kuyucak gölünün kuruması, Burdur Gölü’nün kurumaya gitmesi, Yazır Gölü’nün, işte Beyşehir ve Eğirdir göllerinin kuruması.. Balık malık yok artık zaten. Siz balığı vahşi ekonomik bakışla, balıklandırma dediğiniz istilacı balıkları göllere sokmak suretiyle zaten bitirdiniz. Otçul balıklar ile etçil balıkları karıştırdınız. Birbirlerini yemeye başladılar. Ne ürününden bahsedeceğiz?
Salyangoz bulamıyoruz, kurbağa bulamıyoruz. Bunlara hep ekonomik gözle baktık. Hâlbuki onlar bizim yaşamımızı restore eden, bizim daha çok ve iyi kalitede oksijen almamızı, daha temiz su içmemizi sağlayan alanlarda yaşarlar. Bataklık alanları kuruttular. Bunlar yaşam koridorları. Yaşam koridorunu yok ettikçe yaşamınızı da yok ediyorsunuz. Bakın ekonomisine girmiyorum bile. Ekonomik açıdan çok büyük kayıplar var. Kafes balıkçılığıyla uğraş. Denizleri kirlet, denizleri yok et. Kafes balıkçılığına hiç kimse masum diyemez. Doğanın kendisinin oluşturduğu saatin dişli çarklarını su kirliliğiyle yok ettik biz, suların ısınmasıyla yok ettik.
Başkaları beni hiç ilgilendirmiyor. Biz dünyanın en şanslı coğrafi koordinatlarında yaşayan bir ülkeydik. Dört mevsimi yaşıyorduk. Şimdi hangi mevsimi yaşadığımız belli değil. Ona göre ürün dokumuz vardı, ona göre yaşam standartlarımız vardı. O nedenle bizim Avrupa’nın toplamından daha çok tür sayımız vardı. Ama şimdi bunlar yok olmakta. Aromatik bitkiler kaybolmakta. Çünkü çayırlar, meralar giderek kuruyor. Kuruduğu zaman yok olacak. Su bulamayınca ne yapacak? Biyolojik çeşitlilik yaşamsal çeşitlilik demektir. Biyolojik çeşitlilik, yani bu örtünün böceği, yılanı, kurbağsı, aklımıza ne gelirse bunlar hep yaşamın zenginliğidir. Bizim daha iyi yaşayabilmemiz, diğer canlıların daha iyi yaşaması için en önemli olan yapılardır. Bunları kaybediyoruz.
Bunları kaybettiğimiz zaman işte orman yangınları… Görüyorsunuz, bakın bu kader falan değil, mukadderat falan da değil. Türkiye’de nerede ormanın yanacağı belli, yıllardır belli. Ama siz alışmışsınız her tarafa çamlık, her tarafa çam… Çamın altında ot yetişmez, altında humuslu toprak oluşmaz. Altındaki toprak tamamen kuru, üzerine sanki böyle benzin dökülmüş gibi. En ufak bir kıvılcım yanacak bir hale getirir. Bunun mantığı var, bunun bilimi var. Damlayan ağaçlar var; selvi gibi, akasya gibi, zakkum gibi. O bölgenin ekosistemini bozmayacak. Çanakkale’deki bu yangın çok üzücü bir şey ama her an beklenen bir şey. Her an bekleyerek mi bu yaşamı sürdüreceğiz biz? Orada ekosistemi korumuş olsaydık, ormanlar arasındaki topraklar havalanmış olacaktı. O topraklar daha organik toprak haline gelecekti, nemi fazla olacaktı. O zaman yangın da engellenmiş olacaktı. Yaşam koridorları olsaydı biraz önce söylediğimiz gibi ama o da yok. Bunlara baktığımız zaman afet deyip geçiştiriyoruz. Hayır, hiç afet değil. Ben orman yangınlarını bile afet olarak görmüyorum. Bizim iyi bir şekilde planlamadığımız, suyu koruyamadığımız, biyolojik çeşitliliği koruyamadığımız durumda karşımıza çıkıyor.
Kuraklık, hidroelektrik santraller ve enerji üretimine nasıl bir etki yapabilir?
Tamamen etkiler! Sudan enerji üretmekten artık vazgeçin. Bakın Alibeyköy’de yüzde 12- 13 civarında su var. Terkos’ta yüzde 18 civarında. Baktığınız zaman birçok yerde Pabuççu Deresi tamamen kurumuş. Kazandere tamamen kurumuş. Hidroelektrik santralleri (HES) zaten daha işin başında suları ısıtan ve oradaki çeşitliliği yok eden sistemlerden bir tanesi.
Şunu da hep sürekli söyledim. Ne rüzgâr ne güneş bizden fatura istiyor. Bizden bir bedel istemiyor. Biz yenilenebilir dediğimiz enerjiyi kullanmak durumundayız. Ama onu da ağzımıza yüzümüze bulaştırır bir şekilde değil, böcekleri rahatsız etmeyecek şekilde, yine dediğim gibi yaşamsal koridorlara etki etmeyecek bir şekilde. Bilhassa HES’lerin yapımında bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Ve fosil yakıttan tamamen vazgeçmemiz gerekiyor. Yoksa gerçekten sonumuz çok kötü ve artık HES’lerden elektrik elde etme yönteminden tamamen vazgeçmemiz gerekir.
Dere mi kaldı Karadeniz’de, dere mi kaldı Rize’de, ne kaldı? Rize’de bile su kıtlığından bahsediliyor, su tasarrufundan bahsediliyor. Ama hiç kimse demiyor ki arkadaş sen niye oraya o kadar HES kurdun? Bugün yaşa yaşa, yarın çocuğuna hiçbir şey kalmaz. Hâlbuki çocuğuna para bırakmak isteyenlerin yapmış olduğu en büyük çelişki budur. Sen çocuğuna yat, kat, taksi, araba, altın, hisse senetleri bırakma. Sen çocuğuna Kaz Dağları’nı bırak, sen çocuğuna su bırak, sen çocuğuna biyolojik çeşitlilik bırak. Biz doğanın ürünüyüz, başka bir şeyin ürünü değil.