[voiserPlayer]
Türkiye uluslararası ilişkilerini iç siyaset malzemesi olarak mı kullanıyor? Rusya ve Türkiye ilişkilerindeki iniş-çıkışlar ne anlama geliyor ve neden kaynaklanıyor? Suriye, Mavi Akım, Türk Akımı, Akkuyu ve daha birçok şeyi Arın Demir, eski bürokrat, siyasetçi ve Türk-Rus ilişkileri uzmanı Aydın Sezer ile konuştu.
Bilindiği üzere, özellikle 2016 yılı sonrası, Türkiye’nin dış politikada Rusya ile bir yakınlaşma yaşadığı görülüyor. Bu yakınlaşmanın iç politikaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Türkiye – Rusya ilişkileriyle ilgili olarak, bu yakınlaşmanın başlangıç noktasını 2016 yılına değil, Gezi Parkı olaylarının yaşandığı 2013’e dayandırıyorum. Öncelikle bunu ifade etmek isterim. Gezi olayları haftasında T24 sitesinde kaleme aldığım bir yazımda bundan bahsetmiştim. Rusya’nın Türkiye’deki toplumsal olaylara ilişkin belli bir düzeyde endişe duyduğundan bahis ile Türk-Rus ilişkilerinin sonraki süreçte çok daha yakınlaşacağını değerlendirmiştim. Hatta savunma sanayinde işbirliğine gidileceğini de ifade etmiştim. Türkiye’de Gezi olaylarının yaşandığı süreç, o dönemki adıyla, renkli devrimlerin moda olduğu bir zaman dilimine denk gelmişti. Ukrayna’da da olaylar yaşanmaktaydı. Bunun üzerine iktidara yakın medya çevrelerince, Türkiye’de de “benzeri bir denemenin” yapıldığı iddiasıyla haberler yapıldı. Bu durumun Rusya ile ister istemez bir yakınlaşma getireceği açıktı. Bunu ifade etmek gerekiyor. Rusya da, benzer biçimde toplumsal olayları engellemeye çalışan, bunu ciddi anlamda bir tehdit algılayan ve Batı’nın bir oyunu olarak düşünen yönetim anlayışına sahip. Bu Rusya’da bizden çok daha fazla hissedilen bir yaklaşım. Dolayısıyla 2013’ten sonra, Suriye’ye ilişkin olarak uçak kriziyle birlikte ortaya çıkan gerilimin yaşanmasına kadar, Putin-Erdoğan ilişkilerinde adeta kişisel bir yakınlaşma dönemi oldu. Tarihsel olarak Türk – Rus ilişkileri, Sovyetler Birliği’nden beri, hep devletten devlete ve devletlerin kurumlar arasında cereyan etmiştir. 2008 ve 2009 yılları itibarıyla Türkiye ve Rusya’yı yakınlaştıran çeşitli olaylar yaşanmaya başlamıştı. Buna örnek olarak Rusların füze ihalesinde S-300’lerin Türkiye’de ortak üretimiyle ilgili açılım yapmaya çalıştıkları süreci gösterebilirim. Bu gelişmeler, liderlerarası ilişkinin de önünü açan, liderleri birbirine yakınlaştıran bir boyuta evriliyordu. Gezi olayları bu yakınlaşmayı perçinledi. Bundan hemen sonra, iki ülke Suriye’de karşı karşıya gelmesine rağmen, uçak düşürme olayına kadar iki lider arasındaki ilişki hiç bozulmadı. Hatta uçak düşürülmeden önce Rus uçaklarının başka ihlalleriyle ilgili olarak Putin’in telefon edip, özür dilediğini de biliyoruz. Uçak krizinden sonra Türkiye ve Rusya arasında yaşanan türbülans etkileri, turizm ve dış ticaretimize yansıdı. Bunun bir sonucu olarak, bu coğrafyada Türkiye’nin Rusya olmadan iktisadi alanda uzun süre devam edemeyeceği gerçeğiyle karşı karşıya kalındı.
İkincisi ve daha önemlisi, Rusya’nın bizzat Putin’in ağzından Türkiye’nin Suriye’de IŞİD terör örgütünü desteklediğine yönelik iddialar ortaya atması sonucunda gerçekleşti. Rusya’nın bu konuda elinde bilgi, belge ve kanıtlar olduğunu açıklaması ve bunları Birleşmiş Milletler ile paylaşacağını ifade etmesiyle ilişkiler gerilmeye devam etti. 2016 Şubat ayında BM’deki Rusya Temsilcisi’nin mektubuyla, kanıtlar BM’de doküman haline getirildi. Türkiye’nin “terörle iktisadi anlamda işbirliği yaptığına ve bu örgütlere eleman temin ettiğine” yönelik belgeler de gün ışığına çıkınca, Rusya ile barışmak ve yakınlaşmak durumunda olduğumuz gerçeği daha da su yüzüne çıktı. 2016 Haziran ayında özür dilenmesi ile birlikte Ağustos başında Saint Petersburg zirvesiyle sorun ortadan kaldırılmış oldu. Bu gelişmeler, Erdoğan Putin dostluğunu da bu bağlamda sıkılaştırdı. Rusya’nın otokratik devlet yapısı içerisinde, kurumsal bir yapının tepesindeki Putin ile diğer tarafta benzeri bir yönetim anlayışına sahip olmakla birlikte, arka planda kurumsal bir devlet aklı olmayan Erdoğan arasındaki bir ilişkiye evrildik. Devamında Rusya açısından her zaman ön planda tutulan, hatta Suriye’den bile daha çok önem verilen yakın Türk – Rus ilişkileri başladı. Burada da, Rusya’nın ve Putin’in kazanımlarına şahit olduk. Biz ise karşılığında ne yazık ki sadece Rus turistler ve Suriye’deki pozisyonumuzla ilgili kazanımların peşinde koştuk.
İkili ilişkiler bağlamında S-400’lerle ilgili sürece de bakılması gerekiyor. S-300’lerle ilgili ihale olumsuz sonuçlanıp, Rusya’nın bu açıdan artık herhangi bir şansının kalmadığı açıkken, İstanbul’daki bir enerji zirvesinde S-400 konusu gündeme geldi. S-400 konusu savunma amaçlarının ötesinde, Batı’ya başta ABD olmak egemenlik dersi verme ya da bağımsızlık bayrağı açma gibi algılandı. Yani S-400’ler, Türkiye’ye çok önemli ve özel bir iç politika gündemi yaratılmasına olanak sağladı. Bu söylem ve politikayla, Türkiye iç siyasette dünya politikasında söz sahibi bir konuma gelmiş ya da istediği her şeyi yapıyormuş gibi bir algı elde etti. Dolayısıyla iç politikadaki yansıması çok büyük oldu. Burada, Rusya ve Putin açısından S-400’ün ne anlama geldiği üzerinde durmuyorum. Öte taraftan da Fırat Kalkanı, hemen ardından Afrin Harekatı ile birlikte Rusya tarafından Suriye’de hep ortak hareket ediyormuşuz gibi değerlendirildi. Birçok konuda Putin’i ikna ediyormuşuz, hatta mecbur bırakıyormuşuz gibi birtakım söylemler ve algı yaratmaya yönelik faaliyetlerle gündem şekillendirildi. Bütün bunlarla beraber, Suriye üzerinden de iç politikanın en önemli gündem maddesi yaratılmış oldu. Erdoğan’ın dış politikayı iç politikaya malzeme etme dediğimiz olgusunu düşünelim. Bir yerden sonra artık malzeme olmayı bir tarafa bırakın iç politika gündemini belirleme noktasına evrildi. İktidar, klasik sorunlarımız olan eğitim, sağlık, hukuk gibi konuları arasında Suriye sorununu en tepeye çıkarmayı başardı. Sonuç itibarıyla, tamamen Rusya ve Putin’in ilişkisi üzerinden iç politikanın domine edildiği bir süreç yaşadık.
Geçtiğimiz 1 yılda Suriye’nin Kuzeydoğusu, Libya ve İdlib olmak üzere 3 ayrı operasyon yapıldı. Sizce, Türkiye’nin Rusya ile Suriye’de işbirliği içinde olması, iç siyasette olağanüstü hal durumu ve çeşitli ittifakları sürdürmesine mi vesile oluyor?
Vesile olmanın ötesinde resmen içerideki siyasi yapıyı konumlandırmak durumunda bıraktı ve bunu aşan bir gerçekle karşı karşıya getirdi. Zira bu süreçte meclisteki tüm muhalefet partileri de, özellikle Suriye operasyonlarıyla ilgili her zaman destek verdiler. Son olarak, Barış Pınarı Harekatı’nda yanılmıyorsam Kasım 2019’daki tezkere oylaması sırasında Cumhuriyet Halk Partisi açıkça “evet” dedi. İçimiz kan ağlıyor dediler ama sonuç olarak evet oyu verdiler. CHP, bir dış politika meselesinde yani bir milli meselede tek vücut olma özelliğini sergiledi. Bu da Erdoğan’ın dış politikada attığı adımların sorgulanmaması gerektiği konusunda genel anlamda bir kanı oluşturdu.
Türkiye, Batı ile ilişkilerini üyesi olduğu uluslararası kurumlar vasıtasıyla sürdürürken, Doğu dünyasıyla ilişkilerinde biraz daha kişilerarası dış politika anlayışına sahip. Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği sistemsel değişiklikler ve otoriterleşme eğilimleri, Türkiye’yi birey bazlı diplomasi izleyen Rusya’yla ilişkilerini geliştirilmesine mi yönlendirdi yoksa bu bir zorunluluk haline mi dönüştü?
Ben bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi bunun evveliyatı Gezi olaylarıdır.
Benim açımdan Gezi olayları önemli bir dönüm noktasıdır. Erdoğan’ın kişiliğinden, geçmişinden, siyasette bugüne kadar izlediği çizgiden de kaynaklanan bir yaklaşım da söz konusudur. Erdoğan ve Putin’in birçok noktada birbirine benzeyen yapıda olduğu söylenir fakat burada unutulmaması gereken bir konu var. Rusya bir sistem devletidir yani kurumsal yapının oluşturduğu bir devlet. Dolayısıyla Rusya’daki Putin’in konumuyla Erdoğan’ın Türkiye’deki konumu kıyaslanırsa ortaya bir farklılık çıkar. Bir örnek vereyim. Putin karar verme aşamalarında Erdoğan kadar özgür değil.
Putin kendi kariyerinden de kaynaklanan bir yaklaşımla kolektif karar çerçevesinde adım atmaktadır. Bunu destekleyecek biçimde, Rusya’nın Suriye politikasına baktığımız zaman 30 Eylül 2015 müdahalesinden bugüne kadar hiçbir değişiklik olmamıştır. Oluşturulan dış politikanın genel stratejisi ve aşamaları bellidir. Bu politika istikrarlı biçimde sürdürülür. Dolayısıyla, Putin Erdoğan kadar kişisel tavır sergileyen bir lider değildir. Erdoğan’ın bu konuda Putin’den fersah fersah ileride olduğunu söyleyebiliriz. Arka planda hesap vermesi gereken ya da danışması gereken, mutlaka bir ortak akıl oluşturulmasını gerektiren bir durum yok. Özellikle, Suriye sahasında, tamamen iç politikadaki gelişmelere odaklı ve anketlere yönelik biçimde adımlar atıldı.
Rusya’nın bölgedeki kısa vadeli değişimleri fırsata çevirerek, Türkiye ile Mavi Akım, Türk Akımı, S-400 hava savunma sistemleri, Akkuyu Nükleer gibi uzun vadeli anlaşmalar yaptığı görülüyor. Türkiye’nin kısa vadeli krizlerde imzaladığı bu tür anlaşmaların, uzun vadeli dış politika çıkarlarını zedelediğini düşünüyor musunuz?
Geliştirilen ilişkinin niteliğine bağlı olarak hem evet hem hayır cevabını vereceğim. Öncelikle, Mavi Akım ve akabinde Türk Akımı projesini yani gaz işbirliklerini değerlendirelim. Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarlarının, ülkemizin doğalgaz-petrol üreticisi olmaması nedeniyle Rusya ile örtüştüğü kanaatini taşıyorum. Bir defa bunun altına çizelim. Türkiye’nin Rusya’dan doğalgaz alımı tarihin hiçbir döneminde, 1984’te yapılan ilk anlaşmadan bugüne kadar kamuoyunda iddia edildiği gibi %50’lerin, %60’ların üzerinde bir bağlılık oranı ile gerçekleşmedi. Bunu ifade etmek ya Türkiye’ye haksızlıktan ya da doğalgaz ilgili bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Üçüncü bir seçenek, Batı’nın LNG’de aktif olan enerji şirketlerinin kasıtlı bir algı yaratma operasyonudur. Türkiye 1980’lerin sonunda Rusya’dan altı milyar metreküp doğalgaz alımına başladığı zaman, toplam ithalatın %100’ünü Rusya’dan gerçekleşirken aynı zamanda Nijerya ve Cezayir ile LNG anlaşmaları yaparak Rusya’yı dengelemeye çalıştı. 1990’larda da böyle devam etti bu. Mavi Akım’da da böyleydi. Zira Mavi Akım’dan gelen on altı milyar metreküp gazın yarısı İtalyan Eni’ye aittir. Eni’nin yıllık raporlarına bakarsanız, doğalgaz parasının yarısının Eni’nin hesabına BOTAŞ tarafından bizzat Hollanda’ya transfer edildiğini görürsünüz. Doğalgazdaki konu çok farklı ve özel bir konu. Fakat, Akkuyu’ya geldiğiniz zaman ben nükleer karşıtı ya da yanlısı birisi olarak konuşmuyorum. Kendi uzmanlık alanım olan iktisadi perspektiften bakıyorum. Akkuyu Anlaşması yani ticari anlaşması Türkiye’nin kısa, orta ve uzun vadeli tüm çıkarlarına tehdit eden bir anlaşmadır. Türkiye’ye dış politika bağlamında da, maddi-manevi olarak da olumsuzlukları yansıyacak olan bir projedir. Son derece kötü hazırlanmış, ilkel bir anlaşma olarak görüyorum bunu. Bu anlaşmanın imzalandığı 2010’dan itibaren eleştirenlerden bir tanesi olarak yanlış anlaşıldım. Zaman zaman nükleer karşıtları tarafından sanki nükleere karşıymışım gibi algılandı. Bazen nükleer enerjiyi savunanlar açısından yanlış anlaşıldı. Şurası kesin, o maliyetlerle Türkiye’de nükleer santral yapılıyor olması, 2010 şartlarında bile yani enerji fiyatlarının yüksek olduğu dönemde bile feasable yani verimli değildi. Verilen garantilerle ilgili konu bambaşkaydı. İlk sorunuzdaki Erdoğan Putin yakınlaşmasının meyvelerini, biz 2013 yılının ardından özellikle de uçak krizinden sonra Akkuyu Nükleer anlaşmasında gördük. Rusya’ya bu anlaşmada Meclis’ten geçen ticari anlaşmanın dışında, sonradan bir takım ayrıcalıklar da tanıdık. Mesela, stratejik yatırım statüsü verdik. Bunu parasal olanaklar yani maddi anlamda teşvikler olarak ifade edebiliriz. İkincisi, ana müteahhit şirketinin değiştirilmeyeceği hükmü açıkça anlaşmada yazılmasına rağmen Atomstroyexport yerine Titan 2 isimli firmaya verildi. Yükleniciliği üstlenen bu firmanın bir bölümü devlete bir bölümü özel bir şahsa aittir. Bu çok önemli bir konudur. Üçüncüsü Akkuyu’da santralin kendi ihtiyacının ötesinde bir ticari üs olarak kullanılabilecek liman tavizi verildi. Bütün bunlar hep bir araya getirildiği zaman, benim ilk başta karşı çıktığım fizibilite boyutuna bir de bunlar eklendiğinde, Türkiye açısından çok daha vahim ve farklı bir boyuta gidiyor. Akkuyuda S-400’e benzer şekilde hiçbir uluslararası niteliği olmayan, uluslararası siyaset açısından Türkiye’nin geleceğine olumlu etkisi olmayacak bir konudur. Tamamen iç politika ve kısa dönemli bir konudur. Türkiye açısından, heba edilen kaynakların dışında S-400 sisteminin bundan sonra devam ettirilmesi, işbirliğinin geliştirilmesi etkisi oyutu söz konusu olmayacak. Alınan bu sistem, iki batarya, yüz yirmi füzeyle ülkenin savunma yapısını gerçekten farklı bir konuma yerleştirebilseydi, yararlı bir iş yapıldığı konusunda ben de ikna olurdum. Başından beri, S-400’lerin alınmayacağına inandığını belirten birisiyim. Buna rağmen S-400’ler geldi. Gelen gerçekten S-400 mü, teknik detaylarını bilemiyorum. Fakat, S-400’ler yarın aktive edilse bile emin olun birkaç sene içerisinde Türkiye bundan ilk iktidar değişikliğinde vazgeçecek. Bunu zaten Rusya da istemiyor. Rus dış politikası, Türkiye’nin Rusya’ya bu derece siyaseten bağımlı olmasını ve Türk dış politikasında eksen kaymasına yol açacak durumu kendi çıkarlarına aykırı görür. Rusya, Türkiye’ye ürün, mal satmak ister ama bunlar ayrı bir konudur. Bu askeri – ticari işbirliklerin hepsini, NATO ve Batı İttifakı içerisinde olan bir Türkiye ile yapmak ister. Rusya’nın en kritik eşiği odur. Bu ilişki gerçek anlamda eksen kaymasına dönüştüğü anda Rusya bundan vazgeçer. Bu Rus dış politikasının klasik karakteristik özelliklerinden bir tanesidir. Bazı analistlerimiz Türk-Rus yakınlaşması ile ancak üç senedir konuya aşina oldukları ve konun evveliyatını bilmediklerinden, Cumhuriyet döneminden bugüne kadar, böylesine yüzeysel bir yaklaşım sergilerler.
Rejiminin ana destekçisi konumundaki Rusya ile yakın bir diplomasi izlenirken, sizce Esad ile görüşülmemesinin sebebi nedir?
Bence asıl soru, biz acaba gerçekten Suriye sahasında Rusya ile bu kadar yakın mıyız? Ben sanılanın aksine, başından beri Suriye sahasında iki ülke arasında eşitler arası düzeyde bir işbirliği yürütülmekte olduğunu düşünmüyorum. Bunu net olarak söylüyorum. Söylerken de, Rusya perspektifinden bakarak söylüyorum. Rusya açısından bu hiçbir şekilde böyle algılanmıyor. Türkiye’de birileri bunu böyle algılıyor olabilir. Hatta ben de böyle algılıyor olabilirim ama bu sonucu değiştirmiyor. Birincisi bizim Fırat Kalkanı harekatımızın başladığı Ağustos ayından kısa bir süre önce Türkiye’nin IŞİD’le işbirliği konusunda BM’ye dosya sunan Rusya’nın bize verdiği bazı görevler vardı. Bu, El Bab’daki IŞİD unsurlarını temizleme göreviydi. Biz Rusya’nın oluruyla, inisiyatifiyle ve yönlendirmesiyle Fırat Kalkanı harekatını yaptık. Bunun iç politikaya yansıması elbette PKK/YPG oldu. Amma velakin bu harekattan kısa bir süre önce Salih Müslüm’ün defalarca Türkiye’ye geldiğini, Süleymanşah türbesinin YPG/PYD ile birlikte taşındığını falan düşünecek olursanız, bu harekatın gerçek boyutunu görürsünüz.
İkincisi de şunu sorabilirsiniz. Peki neden bölgeden çıkmadık? O bölgelerde yaşayan sivillerin rejim tarafından giderlerinin finanse edilmesi veya Esad’ın egemenliğini bölgeye yansıtacak bir gücü yoktu. Zaten böyle bir talebi de yok. İkincisi Afrin gelebilir. Peki biz Afrin’de YPG ve PKK’ye karşı müdahale yaptık, burada da yine Rus perspektifinden söylüyorum, Afrin Mutabakatı diye bir mutabakat vardı. Bu mutabakat Rus medyasında çarşaf çarşaf yayınlandı. Buradaki amaç belliydi. Türkiye’nin o harekatı yapmasının temel gerekçesi, Afrin şehir merkezine kadar gidip, geri çekilmesiydi ve bu da PKK ve YPG’ye Rusların vereceği büyük bir ders olacaktı. Buraları, Esad’a terk etmekle direnen bu güçlere “bakın eğer siz bunu yapmazsanız, size Türkiye’nin sopasıyla gününüzü gösteririz” demekti. PKK/YPG bunu blöf olarak algıladı. Blöf olmadığı ortaya çıktı. Türkiye de Afrin’den çıkmadı. Afrin’den çıkmamız istendi ve beklendi. Putin ve Lavrov açıkça dile getirdi. Hatta çıkmadığımız için Putin bir dönem küstü, 6 ay telefonla bile görüşmedik. Seçimleri bahane ettik. Seçimlerden sonra çekileceğiz dedik. Yine çekilmedik, Putin bizimle yine görüşmedi. En sonunda Güney Afrika’daki bir zirvede iki lider bir araya geldi. O dönem iki lider arasında güven bunalımının zirve yaptığı dönemlerden bir tanesiydi. Rusya, burada Afrin’le ilgili gerçeği kabuk etmekle birlikte hala çözemediği bir İslami terör, HTŞ, Al Nusra olgusu vardı. Hala bölgede bertaraf edemediği bir ABD varlığı vardı ve hala bir şekilde Kürtleri, Esad’a yanaştırma siyasetinin başarısızlığıyla Türkiye ile yoluna devam etmek istedi. Türkiye’nin Suriye’de, Rusya’nın çıkarlarına hizmet etmesinin ön koşulu PKK ve YPG terörü üzerinden kamuoyunun Suriye’de, Suriye’deki müdahalelere hazırlanması olgusuydu. Bunu yaptık. Rusya bunu yaparken de nitekim İdlib ve Fırat’ın doğusunu ikiye ayırdı. Bununla ilgili Eylül 2018’de Soçi Mutabakatı ile bize İdlib’de bir temizlik görevi verildi. Tahran zirvesinden sadece bir hafta sonra İdlib’in temizlenmesiyle ilgili iki ay süre verdiler. Fakat, tekrar Rusya perspektifinden söylüyorum, bizim oradaki görevi başarıyla yerine getirmememizin karşılığında bir yaptırımla karşılaşmadık. Bunun nedeni, Rusya’nın Fırat’ın doğusunda hem Kürtleri Esad’a yaklaştırma hem de ABD ile mücadelesinde hala bize ihtiyacı olduğunu bilmesiydi. Bugün bu koşullar Fırat’ın Doğusu için hala geçerli. Son Moskova Mutabakatı’nda, 5 Mart’ta İdlib’de yeni bir ev ödevi verildi. Rusya açısından İdlib giderek tıpkı Fırat’ın doğusundaki ABD varlığı gibi ağırlık işgal eden bir konu olmaya başladı. Hatta, Rusya açısından Fırat’ın doğusundan da daha önemli bir konu olmaya başladı. Bu Esad rejimi açısından da böyle. Dolayısıyla, İdlib’de son 2 aydır yaşanan sıkıntının arka planında bu var. Türkiye burada kendi inisiyatifiyle bir takım adımlar atıyor gibi gözüküyor olsa da, ki bu kısmen doğru, bunu hiçbir şekilde yadsımıyorum, burada hala Rusya’nın oyun planı işliyor. Bu oyun planına göre de ne yazık ki bizim verdiğimiz can kayıpları ve şehit sayıları hanemize bir eksi olarak yazılıyor.
İdlib’de 36 askerimizin Rusya destekli Suriye Hava Kuvvetleri tarafından şehit edilmesinin hemen sonrasında dış politikamızda hızlı değişimler ve hamleler gözlemledik. Son olarak bahsettiğiniz 5 Mart tarihinde yapılan Moskova Mutabakatı ile sizce Türkiye hala Astana Süreci’nin bir parçası olmaya devam edecek mi?
Türkiye’nin Suriye’de kendi oyun planı var. Bana göre bu oyun planı PKK ya da YPG tehdidi veya algısı değil. Bu sadece kamuoyu açısından çok rahatlıkla kullanabilecek bir enstrüman. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusu ve batısında yani bugün İdlib bölgesi olarak belirttiğiniz bölgedeki siyasi yapıyla ilgili bir planı olduğunu düşünüyorum. Bunu enteresana biçimde Rusya ve İran’da böyle düşünüyor. Bu düşünce ilk defa benim aklıma gelmedi. Bu zaten öteden beri söylenen bir argüman. Ayrıca, Fırat’ın doğusunda nüfusun demografik yapısının değiştirilmesiyle ilgili süreçte her ne kadar PKK/YPG tehdidi öne çıkartılıyor olsa da son tahlilde gördüğümüz, Suriye’nin kuzeyinde farklı bir siyasi yapının ortaya çıkmasının arzulandığı gibi bir boyut söz konusu. Bunu şu açıdan anlarım: Önümüzdeki dönemde Suriye’den gelecek PKK/YPG tehdidine yönelik Türkiye kendisini güvenli bir kuşağa almaya çalışıyor. Bu nedenle arada tampon bir yapı oluşmasını istiyor argümanına da saygı duyarım. Fakat gelin görün ki, 2016 Fırat Kalkanı harekatından önce Suriye’den Türkiye’ye yönelik bir terör tehdidi bulunmamaktaydı. Dolayısıyla olmayan bir şey nasıl yaratıldı? Suni olarak nasıl ortaya çıktı? Bu sadece iç politika perspektifiyle bu bizim yarattığımız bir tehdit algısı değil. Bu Rusya’nın, ABD’nin, hatta İran’ın da bizzat isteyerek yarattıkları bir tehdit. Türkiye ve Rusya, Suriye’de iki eşit ülke şeklinde bir işbirliği içerisinde değiller. Bu çok net. Astana sürecinde de değillerdi. Astana sürecini başlatan Moskova Mutabakatı’nın temel düşüncesi teröre karşı, Al Nusra – IŞİD mücadele olgusu ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün, egemenliğinin, bağımsızlığının, birliğinin, beraberliğinin korunması yönündedir. Türkiye, bu anlaşmaya Karlov cinayetinden sadece 24 saat sonra imza attı. Burada da, Türk – Rus ilişkilerinde devlet aklıyla lider akılları arasındaki işbirliği farklarıyla ilgili yapı ortaya çıkıyor. Buna örnek olarak, bir tarafta uçak düşürülüyor sabahında NATO’ya gidiyorsunuz. Bir tarafta Karlov cinayeti oluyor. Hemen ertesi günü 20 Aralık 2016’da Moskova Mutabakatı’na imza atıyorsunuz ve Astana sürecini başlatıyorsunuz. Dolayısıyla, tekrarlamak istiyorum: Türkiye ve Rusya, Suriye sahasında eşit ortak tanımına uygun bir işbirliği içerisinde değil. Belirttiğiniz 36 askerimizin şehit olması olayı gibi üzücü bir olay da bunun somut bir kanıtı. İdlib’le ilgili gelişmeler bu şekilde devam ederse, Koronavirüs krizine rağmen, ne yazık ki üzülerek söylüyorum çok ciddi sıkıntılar çekeceğimiz görülüyor. Rus medyasındaki İdlib’le ilgili yazılanların tamamı Şubat öncesi dönemi hatırlatıyor.