[voiserPlayer]
Atatürk’le ilgili yıllardır tartışılagelen bir konu vardır: Atatürk kendini bir tanrılaştırma süreci içine girmiş midir, yoksa böyle bu tartışma tarihin sübjektif yorumlarının bir sonucu olarak mı doğmuştur?
Öncelikle bu tartışmayı yürütürken, bu süreci iki döneme (1930’dan önce ve sonra) ayırmak gerekmektedir. Bu yazının ana odak noktasıysa 1930 öncesi döneme, hatta daha spesifik olarak Büyük Taarruz öncesi günlerde toplum psikolojisini, o günün kaynaklarından atıflarda bulunarak göstermektir.
Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Harbi’yle başlayan süreçte, hızla çözülmesi Padişah-Halife’den umudu kesip, hürriyeti ve hürriyetin sembolleşen ismi Enver Paşa’nın şahsına bağlayan kitlelerin yeniden hayal kırıklığına uğramasına sebep olmuştur. Osmanlı devlet düzeninin patrimonyal yapısından kaynaklı olarak, halkın kişilere umut bağlama geleneği de güçlüydü. Modernleşme süreci sonrasındaysa (özellikle II. Mahmut ve sonrasındaki süreç) Şeyhülislam, siyasi otoritenin kararlarını İslam içinde meşrulaştırma aracı haline gelince; sultanın kutsal olan otoritesinin karşısında kitleleri harekete geçirebilecek alternatif –ve daha güçlü bir kutsal olan- İslam’ın etkisi de kırılmıştır. Kısacası, Osmanlı’da belli çıkar grupları hariç sultanın otoritesine karşı çıkabilecek bir çevresel güç ihtimali yoktu. Bu durum, toplumda bir kişi kültü etrafında birleşme ve ondan medet ummayı bir gelenek haline getirmişti. Hürriyetin ilanından sonra devleti ayakta tutmak için yeşeren umutlar, toplumsal bir kırılmadan ziyade; toplumda yalnızca bir kişi kültü ikamesi olarak ortaya çıktı: Padişahın yerine Enver Paşa. Bu umudun da Birinci Dünya Savaşı’yla beraber kaybolması, toplumda genel bir umutsuzluk havası yaratmış ve çöküşün kaçınılmaz bir son olarak görülmeye başlanmasına sebep olmuştur.
Ancak bu sırada, Çanakkale’deki başarısıyla adını duyurmuş bir komutan olan Mustafa Kemal, toplumun yeni umudu olacak bir hareketin meşalesini yakmıştı. Atatürk üzerindeki potansiyel kurtarıcı kültünün, Birinci Harp ve İstiklâl Harbi arasındaki dönemde zaten oluşmaya başladığını söyleyen Yaveri Cevat Abbas şöyle yazmıştır:
“Atatürk (…) hastalara şifa, dertlilere deva veren bir mesih; temiz ruhların kâmil imanlarını takviye eden bir mürşit, ümitsizlikleri köklerinden söküp atan ve milli cevherin hakikî kudret ve kabiliyetini temsil eden kahraman bir mücahit olmuştu.” (1)
Bu algının oluştuğu yer, tabii ki yıllarca ihmal edilmiş, geri bırakılmış olan Anadolu değil, Payitaht şehri olan İstanbul’du. Bu algı, aslında yukarıda da belirtildiği gibi modernleşmeyle beraber halife-padişahın kararlarının İslam’a uygunluğunun tartışılmaz kılınması için kendine mal ettiği bir kavramın sonucuydu: Zillullah, yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesinin, Allah tarafından cezalandırıldığı bir ortamda (Osmanlı Devleti’nin çöküşü); ortaya çıkan kurtarıcının bir beşer olarak algılanması da zordur. Özellikle dini eğitimle yoğrulmuş bir toplumda, ortaya çıkan kurtarıcının dünyevi değil uhrevi bir kavramla açıklanması ve algılanması kaçınılmazdır. Özellikle İslamiyet gibi kendi meşruiyetini diğer dinlerin yozlaşması, bozulması yahut değiştirmesi üzerine kurgulayan bir dinin hüküm sürdüğü topraklarda bu durum daha da kaçınılmazdır. Yani, eğer Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (padişah-halife) cezalandırılırken, ortaya çıkan yeni bir kişi, yeni bir devleti küllerinden var ediyorsa bu kişi toplum gözünde ödüllendirilen kişidir, yani olsa olsa bozulan toplumu ve devleti ihya etmek için gönderilen bir mesihtir.
Dönemin metinlerine bakıldığında, özellikle İslami çevrelerde, ümmetin onurunu kurtaracak bir mesih beklentisi olduğu göze çarpmaktadır:
“(…) Kulaktan kulağa, Tanrı’nın yakın zamanda bir ‘mesih-kurtarıcı’ yollayacağı söylentisi dolaşmaya başlamıştı. Tıpkı halk türküleri gibi, nereden kaynaklandığı, nerelerden, nasıl geldiği bilinmeyen bu söylentiye göre yakın bir zamanda ‘sarı saçlı, mavi gözlü bir mesih’ çıkarak İslam’ın çiğnenen gururunu kurtaracaktı.
(…) Hocalar Kuran’dan bölümler okuyup bunları sarı saçlı, mavi gözlü mesihin müjdesi olarak yorumluyorlardı ama bu kurtarıcının insan kılığında görünüp görünmeyeceği konusunda bir şey söylemiyorlardı. Gene de, İzmir’in işgalinden sonra, artık Mustafa Kemal Paşa’nın bu beklediğimiz mesih olduğuna inanmaya başladık.” (2)
Bunun yanında Yakup Kadri, Atatürk adlı eserinde Gazi’nin kendisinin de dahil olduğu Türkçü çevreler tarafından nasıl algılandığını şöyle ifade etmiştir:
“Yeryüzünde her milletin hakları, hakikatleri, yurdu ve Tanrısı vardı. Yalnız Türk milleti haksız, hakikatsiz ve Tanrısızdı. Tıpkı, büyük perseküsyon devrindeki Beni-İsrail gibiydik. Gökten inecek mesihi bekliyorduk ve iki asır hasretiyle yandığımız milli karaman, hâlâ bir türlü görünmüyordu.” (3)
Yukarıdaki metinlerin gösterdiği şey, Mustafa Kemal kültünün daha sonrasında Kurtuluş Savaşı’nın ittifakını da oluşturan ticaret burjuvazisi, eski İttihatçı vatansever kadrolar ve prekapitalist unsurlar tarafından bu şekilde oluşturulmaya çalışıldığıdır. Çünkü vatanın kurtuluşu, yıllarca bir kişi kültü etrafında birleşmeye alışmış bir toplum için ancak bir kişi kültü ikamesiyle mümkündür. Sonuçta ortaya çıkan tablo bu propagandayı yapan unsurları haklı çıkarmıştır. Halk, yukarıdaki metinde de görüldüğü gibi, önceden yayılan söylentiler sonrasında Anadolu’dan kurtuluş meşalesi yakan Atatürk’ü bir mesih olarak görmüş ve etrafında –yavaş da olsa- kenetlenmiştir.
Ayrıca, toplumun entelektüel kesimini oluşturan dönemin Türkçü aydınları için de Atatürk, Türklüğün mesihi olarak algılanmıştır. Çünkü, yine Yakup Kadri’de görüldüğü gibi, bu çevrede de kendilerinden üstün olduklarına inandıkları bir lider etrafında kenetlenme ihtiyacı duyuyorlardı. Örneğin, Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp, önceleri Talat Paşa’ya dizdiği methiyeleri artık –zaferden sonra, 1923’te- Mustafa Kemal’e diziyordu:
“Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkuresi etrafında birleştirecek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olacak büyük bir dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin adını söylemeye hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır.” (4)
Büyük zaferden sonra da bu algı kırılmamış, hatta -doğal olarak- artarak devam etmiştir. Burada da Atatürk’ü son derece haksız şekilde Hitler ve Mussolini’yle yöntem olarak karşılaştırma meselesi vardır. Mussolini ve Hitler kendi propagandaları aracılığıyla yarattıkları kişi kültleri üzerinden yaptıkları ve yapacaklarını meşrulaştırmaya çalışırken; Atatürk başarıları sayesinde üzerinde oluşan kişi kültünden yararlanarak toplumunu dünyanın onurlu milletleri arasına, muasır medeniyetlerin içine sokmaya çabalamıştır. Yani Mussolini ve Hitler için propaganda yer yer salt bir amaç haline gelebilirken, Atatürk için hiçbir zaman bir araç olmaktan öteye geçmemiştir.
Kaynakça
(1) Aktaran Onur Atalay, Türk’e Tapmak, İletişim, İstanbul, 2018, s. 226; Turgut Gürer, Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, s. 208-209.
(2) Aktaran Onur Atalay, a.g.e., s. 227; Nihal Yeğinobalı, Cumhuriyet Çocuğu, s. 81.
(3) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972, s. 20-22.
(4) Aktaran Onur Atalay, a.g.e., 229; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 14.