
Yanlış Sivilleşmek ve Liberalleşmek Üzerine
Türk modernleşme serüveni dünden bugüne, geçmişten geleceğe, sivil toplum devlet ilişkisinden gündelik hayata, otoritenin sınırlarından kurumsal hafızaya, kurucu elitist iktidardan bugünün otoriter popülist iktidarına kadar birçok meseleyi bir kartopu gibi önümüze getiren bir tecrübe. Bu tecrübenin içinde dönemsel mecburiyetlerden bu mecburiyetleri istismara, vesayet rejiminin tasfiyesinden yeni vesayet arayışlarına kadar birçok örneği bulmak mümkün. Bugün yaşadığımız hadiseleri değerlendirirken Türk modernleşme tecrübesini referans almadan yapılacak tüm okumalar biraz eksik biraz yanlıştır sanıyorum.
Türkiye bugün ister kabul edelim ister etmeyelim ağır otoriter bir rejimle idare ediliyor. Bu yalnızca bugünün problemi değil elbette, ancak belki en yüksek dozajda, en şiddetli en bütüncül ve en organize biçimde bugün yaşanıyor. Türk modernleşmesine referans vermek bu açıdan anlamlı. Zira, Meşrutiyet hareketlerinden bu yana benzer bir problemin bazen büyüttüğü bazen de zalimleştirdiği bir sorunla karşı karşıyayız: Gücün-otoritenin meşru yollarla sınırlandırılması problemi.
İttihat Terakki’nin Sultan Abdülhamid’in müstebit yönetimine karşı hürriyet nidalarıyla çıktığı yolda belki daha ağır bir istibdat düzeni kurmasından beri, bu problemi çözebilmiş değiliz. Cumhuriyet sonrası kurucu kadronun otoriter devletçiliğinden, fasılaları bir tarafa koyarsak, bugünün otoriter popülizmine kadar bu anlamda çok şey değişmiş değil. Hatta iktidarın meşru yollarla sınırlandırılması olarak tanımladığımız bu sorun giderek daha da ağırlaşıyor.
Bu tarihsel tecrübeyi hatırlatmaktaki amacım geçmişi tartışmak değil. Türkiye ulus nezdinde farklı taleplerle iç içe geçse de bu sorunu çözmek istedi aslında defalarca. Durmuş Hocaoğlu, kurucu iradenin yarattığı vesayet sistemi ve onun gayrimeşru koruyucularının bir devletçilik bumerangına dönüşüp devleti ve onu yaratan iradeyi vuracağını yıllar evvel söylemişti. Hatta memlekette ilk defa bu kadar şiddetli bir halk destekli sivil devrimin ayak sesleri duyuluyor diyerek ekledi. Sessiz ama yavaş halk destekli bu sivil devrim, yer yer gayrimeşru vesayet araçlarıyla kesintiye uğrasa da artık geri dönülmez bir sivilleşmeyi zaruri kılmıştı.
2002-2010 yılları arasında bu şans doğru kullanılabilseydi eğer, doğru bir sivilleşme ve liberalleşme metoduyla, otoriter ve aşkın devletçilikten sınırlı ve denetlenebilir devlete, daralmış sivil toplumdan geniş bir sivil topluma, anayasa temelli belirli ilkeler ve kurallarla geçme fırsatı yakalanabilirdi. Ancak bu fırsat, pek çok yanlışla tetiklenen reaksiyoner ve tepkisel bir rövanşa dönüştü. Tepkisellik ve rövanş arzusu o kadar şiddetliydi ki, sivilleşme ve tam tekmil bir liberal demokrasiye geçiş sürecini baypas etti. Devletin kurumlarını, askeri sistemi, yüksek yargı yapısını, bürokrasiyi ve hatta akademiyi tasfiye ve ilgaya dönüştü.
Sivilleşme ve liberalleşme programı o kadar büyük yanlışlarla işledi ki, bunun bedelini devlet ve millet topyekûn bir darbe teşebbüsüyle ödeyecek noktaya kadar geldi. Bugünün ağır otoriter rejiminin bir tepkisellik sonucu doğduğunun altını çizmeliyiz. Geçmiş dönemdeki yanlış sivilleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan tepkisel bir devletçilik yine an itibariyle önümüzde duruyor.
Dönem içerisinde en temel metot hatalarından birisi birey ve vatandaş temelli reformlardansa kolektif kimliklere dayalı reformlardı. Vatandaşın tamamının özgürlük alanları genişletilmek yerine, kolektif kimlikler üzerinden yürütülen özgürlük süreçleri fiyaskoyla sonlandı. Bu çok temel bir metot hatasıydı. Sivilleşme ve liberalleşme süreci, birey-kurum ilişkisiyle yürümedi ve işler içinden çıkılmaz bir hâl aldı.
Yine dönem içerisinde devletin tüzel kurumsal kimliğini temsil eden bürokrasi, devleti yavaşlatan ve ilerlemeyi engelleyen vesayet unsuru bir yapı olarak görüldü. Oysa sivilleşme ve liberalleşme sürecinde bürokrasinin reforme edilmesi ile birey-devlet arasında etkin çalışan bir aracı mekanizma kurulabilirdi. Bürokrasi tasfiye edildi ve sivilleşme programında çok temel bir hata daha yapıldı.
Bir başka metot hatası devletin merkezi gücünü kurumlara dağıtmak yerine, merkezi güç kişilerin güçlenmesiyle sonuçlandı. Bu süreç liberal demokrasinin olmazsa olmazı yargı bağımsızlığı ve yasanın egemenliğini siyasetin tahakkümüne soktu. Devleti idare eden kişilerin yasanın egemenliğinden özerk güç devşirmesiyle süreç hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
Dönem içerisinde askeri vesayet tasfiye edildi. Çünkü liberal demokrasilerde gayrimeşru bir denetim aracıydı bu. Ancak, yerine ikame edilen şey de siyasetin denetimsiz bir vesayet kurması oldu. Halk desteği alan meşru otoritenin vesayet yaratmaması için meşru denge denetim yolları aranmadı. Sürecin en temel metot hatalarından birisi de bu oldu ve sivilleşme süreci yine boşa çıktı.
Sivil toplum kuruluşlarının devletle vatandaş arasında etkin bir pazarlık unsuru olarak ortaya çıkması yerine otoritenin tahakkümünden ve fonlarından beslenen birer yalancı sivil toplum unsuru olarak şekillenmesi de sürecin bir başka yanlışı olarak karşımıza çıktı. Sivil toplum kuruluşlarının fonksiyonu üzerine bir dizi yanlışlarla dizayn edilmesi süreci yine liberalleşme sürecini akamete uğrattı.
Saymakla bitiremeyeceğim metot hatalarından sadece birkaçı bu yazıya sığar. Bu yüzden uzatmayacağım.
Sonuca bağlamak gerekirse; bugün yaşanan ağır otoriter devletçilik tecrübesi bana kalırsa yanlış metotlarla denenen bir sivilleşme sürecinin devlet ve millete ödettiği ağır bedellerin sonucu olarak önümüze geldi. Bu yanlış sivilleşme süreci kurumsal denge denetime bağlanarak ve kapsayıcı kurumlarla sivil toplum dengesi gözetilerek doğru kullanılabilirdi. Bugün yaşananlara bakarak, belki de niyetin sivilleşmemek olduğu sonucuna da varabiliriz. Peki o zaman bizdeki sivilleşme teşebbüslerini de benzerleri gibi liberal açılımların araçsallaştırıldığı ve her siyasal ideolojinin güç devşirme aracı olarak görüldüğü kullanışlı bir manivela olarak tartışmak gerekmez mi?
Fotoğraf: Nick Fewings
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Amerikan Gerilimi: Popülizm, Hegemonya ve Halk
Türkiye, son dönemde belki ilk kez kitlesel boyutta bu kadar büyük bir ilgiyle Amerikan seçimlerini yakından takip ediyor. Bu dönemde Amerikan seçimlerini oldukça yakından takip etmemizin bence en önemli sebebi, her ne kadar iç dinamikler farklı bağlamlardan gelişse de yaşadığımız otoriter popülist hikâyenin benzerliği olmalı diye düşünüyorum. Tüm dünyada; popülizmin

Memlekette Son Durak Ahbap Çavuş Milliyetçiliği
Türkiye’de aktüel milliyetçilik, toplumsal ve siyasal zihniyetin kodlarını yansıtan vasat bir numune olarak, tüm siyasal fay hatlarında oldukça sık rastladığımız birtakım sıkıntıları bünyesinde barındırıyor. Bunları temelde üç ana hatta toplayabiliriz: Sembollerle düşünmek ve eylemek, evrensel bir katma değer üretememek, ahbap çavuş ilişkisinden türeyen siyasal kimlik ve menfaat. Bu sıkıntıları bünyesinde

Ziya Gökalp’in Entelektüel Dünyası ve Türkçülük Anlayışı
Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk gençlik yıllarında amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça ile İslâm felsefesi dersleri aldı. Dr. Yorgi’den mektepte pozitif bilimler öğrendi. Bu yıllarda hem dini ilimlere hem tabiat ilimlerine düşkünlüğü sebebiyle çokça kitap okumaya başlar. Kitap okuma sevdası bir süre sonra onu derslerinden geri düşürecek,

Krizi Merkez ile Aşmak Adına Mütevazı Bir Katkı
Burak Bilgehan Özpek, yakın zamanlarda bilindiği üzere oldukça geniş hacimli bir makale kaleme aldı. Bu makalenin özeti şuydu: Merkez kavramının yakın dönem gelecekte siyasetin otoriter popülist krizini aşmak adına iktidarı sınırlayıcı ve paylaşımcı anahtar niteliğini ve bu kavramı oluşturan temel esasların politik pragmatizm, müzakere ve medeni yaşam hakkı olduğunu vurguluyordu.

Bölünmüş Anlam ve Değer Dünyasında İki Ayrı Millet
İhsan Fazlıoğlu, yakın tarihte katıldığı bir televizyon programında sunucunun millet olmakla ilgili bir sorusu üzerine şu mealde cümleler kurmuştu: “Türkiye’de bugün iki ayrı millet var. Bu durum aktüel politika ile alakalı bir şey değil; iktidarlar değişir, o gider bu gelir ama anlam – değer dünyası ayrışmış iki farklı milletten kimse

Siyaseti Tarihsel Görevden Kurtarabilir miyiz?
Hegel, akıl kavramını tanımlarken, felsefe geleneğinin en ihtilaflı konusuna dair tarihi işaret ediyordu. Bu akla göre tarihsel süreçte kendini inşa eden “tarihsel akıl” tüm akıl yürütme biçimlerini kuşatan, insanın evreni kavrayıştaki içsel ve öznel tini, doğa ve varlık kapsamında tarih ve kültürle birlikte organize tine dönüştüren bütüncül bir yapıya kavuşturuyordu.

Bir Sözleşme Krizi ve Hainliğin Siyasallaşması
Türk Modernleşme serüveninin en girift sorunlarından birisi, şüphesiz toplumsal sözleşme krizidir. Bugün yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların büyük bir kısmı da analitik bir gözle bakıldığında; yine bu sözleşmenin türüne, yapısına ve hedeflerine dair “vatandaş ve devlet” denkleminde yarattığı açmazlarda görülebilir. Bu durum modern devlet serüvenimizde, tarihten ve kültürden devraldığı sorunları

Mansur Yavaş Asgari Bir Toplumsal Mutabakat Yaratabilir Mi?
Türk modernleşme serüveninin en acıklı yanı nedir diye soracak olursanız, modernitenin gerektirdiği değerlere dayanan yeni bir devlet ve toplum kurma arzusunun, geleneksel toplumun normatif değerleriyle çatışmasından doğan siyasal kin ve kimliksel hesaplaşmadır, diyebilirim. Bu uzun vadeli sorunun temel yansımaları, memlekette siyasetin rasyonel unsurlar yerine irrasyonel biçimde kurulması, kurumsal kapsayıcı anlayışa

Siyaseti de Hekimler mi İyileştirecek?
Tababet yani hekimlik mesleği bugünlerde Korona virüsü sebebiyle gündelik hayatımızın tam ortasında bir yer tutuyor. Gündelik hayatın da ötesinde aslında hayatta en değerli ve en kutsal varlığımızı yani canımızı emanet ettiğimiz hekimleri anlamak için oldukça farkındalığı yüksek günlerden geçiyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte geleneksel kurumların modern kurumlara dönüştürülmesinde tıbbiye, mülkiye

Yeni Parti Kuracaklara Açık Mektup: Birey, Devlet ve Hukuk
Türkiye, yaklaşık yüz elli yıldır iyi kötü bir demokrasi tecrübesine sahip. Bu serüvenin esası, modernleşme ve ulus devlet sürecine dayanıyor şüphesiz. Demokratik sıfata sahip ulus devletin temel özelliği, egemenliğin hanedan, padişah, sultan ya da herhangi bir monarşik yapıdan alınıp o ülkenin mensuplarına yani modern anlamda yurttaşlarına verilmesidir. Diğer bir ifadeyle;