[voiserPlayer]
Amerikan Rüyası (American Dream) terimi hepimizin malumu. Filmlerde, dizilerde defalarca duymuşuzdur. Amerikan rüyası özetle, her sınıftan ve kökenden gelen her Amerikalı ve göçmenin, çok çalışma ile refah, mutluluk ve şöhret kazanabileceğine inanan, liberal ideolojiye dayanan ABD’nin ulusal etosudur.
Bir de Türkiye’de adı konulmamış, üzerine çok konuşulmamış, ancak hepimizin bildiği, Cumhuriyetin “Türk Rüyası” vardır. Türkiye gibi devletçi bir ülkenin etosu da elbette liberal değil, devletçi ve devlete dair olacaktır. Türk Rüyasının kısaca tanımı şudur: Hangi sınıftan, hangi kökenden gelirse gelsin, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Müslümanlığı ve Türklüğü kabul etmek koşuluyla, Türk eğitim sistemini, yüksek okul seviyesine kadar tamamlar, iyi bir eğitim alırsa toplumda saygın bir konuma kabul edilir ve iyi-kötü orta sınıf bir hayatı idame edebileceği bir maaşa kavuşur.
Bu Türk Rüyası, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Tanzimat sonrası Osmanlı’dan dönüştürerek devraldığı, söylenmemiş etosu, yazılı olmayan ortak değeridir. Cumhuriyet gazetesinin 1950’lerden kalma, “Halk plajlara akın edince, vatandaş denize giremedi” manşetindeki, “vatandaş” kelimesi, bu Türk Rüyasını gerçekleştirmiş kişiler ve aileleridir. “Okusun da, büyük adam olsun” dileğindeki özne, bu rüyaya dayanır. Halkın dileği her daim vatandaş olabilmektir, hangi sınıf ve kökenden geldiğine bakılmaksızın. Akp iktidarı ile yaşadığımız süreçte ise Türk Rüyası yıkılmış, iflas etmiştir. Bu yazı Türk Rüyasını ve çöküşünü anlatmaktadır.
Türk Rüyası AKP’ye Kadar Sürdü
Türkiye, son asırda nüfus patlaması yaşamış ve bunun sonucunda nüfusu köyden kente, taşradan büyük şehre göç etmiş bir ülkedir. Cumhuriyet kurulurken sahip olduğu nüfus, defalarca kendini katladı. Ve bu katlanan nüfus, şehirlere akın etti. Fakir cumhuriyetin ne bu nüfusun tamamını besleyecek olanağı ne eğitecek kadroları ne şehir alt yapısı ne de istihdam imkanı vardı. Ama tüm bu olanaksızlıklara rağmen Cumhuriyetin, halka sunduğu bir “Türk Rüyası” vardı.
Türkiye’de sınıf atlamak isteyen, kentli olup, vatandaş payesine yükselmek isteyen her bahtı kara; iyi eğitim alıp, bir meslek ve diploma sahibi olabilirdi. Bu sayede hem toplumda prestijli bir konuma sahip olur, hem de orta sınıf bir hayat idame edebilecek gelire sahip olabilirdi. Devlet, memurunu seçerken, mezhep veya etnisite farkı da gözetmedi. Sadece, her seçtiği memur, laik sınırlar içerisinde Müslüman olmalı ve akıcı şekilde Türkçe konuşmalıydı.
Tek kelime Türkçe bilmeyen Kürt bir annenin oğlu, pekâlâ Cumhuriyet Savcısı olabilirdi. Ömrü boyunca bir daha Kürtçe konuşmamaya özen gösterirse, devlet onun Kürtlüğünü unuturdu. Yahut babası kılık kıyafet kanununa muhalefet edip, idam edilmiş bir mollanın oğlu, Cumhuriyetin okullarını tamamlayıp, Devlet Su İşlerinde mühendis olabilirdi; tabii ki laiklik çizgisini aşmamak koşuluyla. Bir kişinin, kimlik belgesi olmayan, göçebe bir Roman’ın çocuğu olması, devletin nezdinde çok da önemli değildi. Yeter ki gerekli eğitim sürecini tamamlasın. Toplumda “çingene” olarak dışlanmaktan kurtulur, prestijli konumuna erişebilirdi.
Vatandaş payesine, eğitim yolu ile yükselen kişilere siyaset yolu da açılırdı. Zaten halk ekmeğine bakarken üniversitelilerin politika ile uğraşabilmesinin bir sebebi de bu özgüvendi. Malumunuz, siyaset vatandaşa aittir, tebaanın ne haddine! Okul okuyan vatandaşlar, siyasete dahil olma hakkını kazanır, memleket meseleleri üstünde söz söyleme özgürlüğüne kavuşurdu, tabii ki abartmamak şartıyla. Hoş, tüm tedrisat zaten vatandaş yetiştirme projesinin bir parçasıydı. Ancak, gene de devletin makbul sınırları dışına çıkmak, muzır bir fikir beyan etmek yasaktı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, kentliler ile kente gelmek zorunda olanlar arasında, hep bir itiş kakış yaşandı. 1950’den sonra yaşanan siyasi iklimi, bu ikilik üzerinden izah etmek mümkün. Köylüyü, taşralıyı Cumhuriyet tedrisatından geçirmeden şehre sokmak istemeyen “Chp zihniyeti” ve kent imkanlarını bölüşmek isteyen, askere çağırılırken eşit olup, medeniyetin imkanları bölüşülürken eşit olmayan taşra muhafazakarları ve onların “sağ” siyaseti hep çekişti. Biri “İstanbul bozuldu azizim” dedi, diğeri gecekondulara tapu verdi. Ara sıra sol da gecekondu dedi ve popülerliğini artırdı ama bu siyaset genelde sağa dair oldu.
2010 yılına kadar bu iki paralel model, zaman zaman kantarın topuzu kaçsa da iyi kötü bir denge halindeydi. Popülizm ülkede hep vardı, ama o kadar da değildi! Zaten “kentleşmekte” olanın haklarını savunan kim varsa, doğal olarak popüler oldu. Ancak, popülizmi hiçbir zaman Türk Rüyasını yıkacak kadar abartmadı. Demirel başta, tüm sağ partiler ve bazen Chp de popülist siyaset yürüttü ama hiçbiri “Erdoğan” gibi olamadı. Demirel, tüm popülist siyasetine rağmen, halkın vatandaş olma modeliyken, Erdoğan halkın iktidarı oldu.
Cumhuriyet projesi, halkı 1930’lar tipi Cumhuriyetçi ve Kemalist bir tornadan geçirip, makbul birer vatandaş yapma gayesi güdüyordu. Toplumun tamamına sirayet edemese de en azından kentlerde bu modeli hâkim kılma stratejisi vardı. Köylere ise bir dönem, Köy Enstitüleri ile, ara bir formül denedi, ancak beklediği sonuç farklılaşınca bu deneyden vazgeçti. Köy Enstitüleri, bu sebeple ülkenin Kemalistleri tarafından, hep bir özlem nesnesi ve keşke olarak anıla geldi.
Ancak Cumhuriyet, kente siyasal ve kültürel olarak hâkim olup kırsalda askeri varlık seviyesinde kalmaya uzunca bir süre devam etti. Sonuçta, kente gelip, kentin imkanlarından faydalanmak isteyenler, Kemalist değerlere biat etmeğe mecburdular. Ancak bu Kemalist model, dünyanın değişimine ayak uydurmaya yeterli değildi. 1960 ve 70’lerde kent, sosyalizm ile tanıştı. Sosyalizm, alternatif bir kentleşme ve toplum modeli sundu. Ancak, sosyalizm alternatifi karşısında, devlet kadim refleksini gösterdi ve bu modeli de bu modeli savunanları da soğuk savaşın verdiği yetkiye dayanarak, silindir gibi ezdi.
1980 sonrasında ise liberal bir alternatif yavaş, yavaş topluma sirayet etmeye başladı. İngilizce eğitim veren Anadolu Liseleri ve Kolejler, eğitim yönünden bu alternatifin lokomotifi idi. Burada yetişen gençler her ne kadar Cumhuriyet değerlerine sahip olsalar da yabancı dil ve özellikle İngilizce bilmenin etkisi ile Amerikan kültürü ile de temastaydılar. Artan teknolojik gelişmeler, özel televizyonların açılması ve sonunda internet ile bu iletişim iyiden iyiye arttı. Amerikan tarzı liberalizm, ister istemez bu nesilde etkili oldu, farkında olsalar da olmasalar da… Fakat, Türk Rüyası geçerliliğini korumaya devam ediyordu. İyi eğitim alıp, saygın ve orta sınıf hayatı idame ettirecek bir gelire sahip olmak… Tek farkı buradan yetişenler yalnızca kaymakam olmayı değil, çok uluslu bir şirkette yönetici olmayı da hedefleyebiliyordu.
Türkiye’nin eğitim modeli, 80 sonrasında ilk büyük darbesini, 28 Şubat sürecinde aldı. Anadolu Liseleri ülkenin yabancı dil bilen personel ihtiyacını karşılamak için 1975’te açılmıştı, ancak 80 sonrası dönemde, sayısının artması ile, özellikle taşralı gençlerin sınıf atlama ve iyi bir eğitime kavuşma umudu oldular. Fen ve matematik grubu dersler, İngilizce gösterildiğinden, ancak ODTÜ gibi İngilizce eğitim veren okullardan mezun hocalarla eğitim görülüyordu ki, bu taşralı bir çocuk için bulunmaz bir nimetti. Ancak, İmam Hatip Liselerinin önünü kesmek isteyen asker, 8 yıllık zorunlu eğitim kararı ile özellikle taşralı gençlerin sınıf atlama bileti olan, Anadolu Lisesi sistemini (tripartite sistem) darmadağın etti. Anadolu Liseleri artık ilkokul bitince hemen başlanılan, henüz 11-12 yaşında yabancı dille eğitim veren bir okul olmaktan çıktı, taşrada vasat üstü bir lise statüsüne geriledi. Daha sonra da malumunuz, AKP döneminde tüm okullar Anadolu Lisesine çevrildi ve bu sistem tamamen bitirildi. Askerin vurduğu sistemi, AKP gömdü. Şimdi mezarında, duasını eden bile kalmadı.
Askerin eğitime müdahalesi yalnızca Anadolu Liselerinde olmadı. 28 Şubat döneminde üniversitelere de el atan asker, uzunca bir süre Türkiye’nin en büyük kavgası olan, üniversitede ve eğitimde başörtüsü kavgasını alevlendirdi. Daha önceden de var olan bir problem, bu dönemde sıkı kontroller ile iyice parladı. Hiçbir öğrenci, hiçbir suretle üniversiteden içeri başörtüsü ile sokulmadı. Bırakın öğrenciyi, aileler bile başörtüsü ile kampüsten içeri giremedi. Başörtüsü ile okula girme çabası, muazzam bir değişiklikti. Kemalist modelin içinde açılan en büyük gedikti aslında. Sıradan halk, Kemalist modelin dışına çıkarak, alternatif bir modernleşme modeli arzusunu, açıkça dile getiriyordu.
Ancak, Türk Rüyasına olan inancı devam ediyordu. Sadece bu rüyayı gerçekleştirirken, kimliğinden, bir önceki jenerasyon kadar kolay vazgeçmiyordu. 90’ların liberal dünyası, 30’ların modelini artık taşıyamıyordu. Ancak devlet, askerin baskısıyla, üniversiteye başörtülü sokmamakta kararlıydı. Bu yapılan uygulama, ülkenin bir kesimini Türk Rüyasından mahrum bırakmaktan başka bir şey değildi. İyi eğitim alıp, saygın ve orta sınıf hayat sürme hayalleri, ellerinden alınıyordu. İnsanları hayalleri ile, ideolojik tercihleri ve kimlikleri arasında sıkıştıran bu uygulama, AKP’nin yükselişinin ve liberal görüş ile ittifakının önünü açtı. Fakat, üniversitelerin tekrardan siyasetin sahası olması, üniversitelerin kurumsal özerkliğinin ilgasının en önemli sebebi oldu. AKP iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra üniversitelere, tıpkı askerin yaptığı gibi müdahale etmeye başladı. Ve bu müdahalelerin sonunda, üniversitelerin geldiği hal ortada.
2010 Sonrası AKP’li Yıllar ve Çöken Türk Rüyası
2010 yılı askerin vesayetinin kırılıp, AKP’nin henüz parti devlete dönüşmediği dönemdeydi ve Türkiye umut dolu, gelecek vadeden bir ülkeydi. Bu noktadan sonra AKP iktidarının önünde herhangi bir engel kalmadı. Erdoğan popüler desteğini sürdürdükçe, istediği her vesayeti, organizasyonu alt edebileceğini keşfetmişti. Bunun için, tek ihtiyacı olan popüler desteği sürdürebilmekti, öyle de yaptı. Bu uygulamalarını ise muhafazakâr, İslamcı ve sonradan milliyetçi retorik ile meşrulaştırmaya çalıştı.
Devletin, eşyanın tabiatına uygun olarak, ellerdeki imkanlara göre, yıllarca limitli dağıttığı Türk Rüyasını herkese açtı. Tüm okulları Anadolu Lisesi yapıp, her apartmandan bozma dershaneyi özel üniversite yaptı. Üç akademisyeni bir araya getiren taşra kasabasına üniversite açtı. Bruce Almighty (Aman Tanrım!) filminde bir sahne vardır; Tanrı’nın, yetkilerini devrettiği Bruce, herkesin dileğini kabul eder ve dua eden binlerce kişi, hep beraber piyangodan büyük ikramiyeyi kazanır. Ancak ikramiye binlerce kazanan arasında bölüşülünce bir manası kalmaz ve herkes öfkelenir ve Bruce her dileği gerçekleştirmenin, insanları mutlu etmeyeceğini fark eder.
Bizim yaşadığımız süreç de benzer şekilde sonuçlandı. Şimdi etrafımız, binlerce üniversite mezunu işsiz ile dolu. Diplomanın neredeyse hiçbir anlamı kalmadı. Köyde kıt kanaat geçinip oğlunu şehir dışında üniversite okumaya gönderen baba, mühendis oğlunun asgari ücret ile dahi, iş bulamamasını anlamlandıramıyor. Özel okulda, ailesinin dişinden tırnağından artırdığı paralarla okuyan genç psikolog, asgari ücretin dahi altında, sigortasız, çocuk bakım merkezinde çalışıyor. Yüzbinlerce gencin ve ailelerinin umuduyla, eğitim ve diplomadan beklentisi ile oynandı. Başörtülü kızın 90’larda girmeye çalıştığı üniversite ve almaya çalıştığı diploma yok artık.
Sosyal statüde ve ekonomik gelirde, eğitimin, diplomanın bir anlamı da kalmadı aynı zamanda. Öğretmen doktorun maaşını çok bulurken, doktor öğretmeni yata yata para kazanmakla suçlarken, atanamayan öğretmen, polis olmak için torpil kovalarken, ilkokul terk emlakçı, hepsinin hayal edemediği bir birikime sahip oldu. Kalıp ustalığından gelme müteahhit, onlarca mühendisi yanında çalıştırıyor. Ve hepsinden öte, bu kişiler, iktidar partisi veya küçük ortağı ile iyi ilişkilere sahip, hatta organik bağı varsa, ülkenin yönetici sınıfı içerisine de girmiş oluyor. Parti içi ilişkiler, siyasi bağlantılar, Türkiye devletinin teleolojik düzenini darmadağın ediyor.
Eğitim alıp, “atanamayanlar”, ticaretle de uğraşamaz hale geldi. Hem ticaretin tüm yolları devlete ve onun iznine bağlandı, hem de küreselleşmenin sonucu olarak küçük sermayedara yaşam alanı bırakılmadı.
Akp iktidarı tüm bu süreci yönetirken, muhafazakarlıktan, İslami değerlerden dem vurdu, destek aldı, meşruiyet kazandı. Ancak bu dönüşümden geriye İslamist cenaha da bir miras bırakmadı. Şehir üniversitesi, tüm bu cenahın entelektüellerinin toplandığı, kurumsal olarak gelecek nesillere bırakacakları mirastı, yerle yeksan edildi. Ülkede geriye sadece bir talan ordusunun geride bıraktığı, taş, kemik ve beton yığınları kaldı.
Tüm bu süreçte Erdoğan halka yalnızca istediğini verdi ve istediğini verdiği için de popüler destek kazandı. Halk herkese diploma istedi, Erdoğan verdi. Halk ucuz kredi ve bol para istedi, Erdoğan verdi. Halk kentlilerin burunun sürtülmesini istedi, Erdoğan dileklerini gerçekleştirdi. Halk uluslararası arenada, diplomasi bilen “monşerleri” değil, babalanan, diklenen siyasileri istedi, Erdoğan diklendi. Halk ne istediyse, Erdoğan onu verdi. Ve halk istediklerinin sonucunda bu noktaya vardı.
Ülkenin kentli nüfusu yaşadıkları ülkeden memnun olmayan hale getirildi. Gezi olaylarında dövüldü, coplandı, yuhalatıldı. Belediye meclisinde “internetçi arkadaş” denilerek küçümsendi. Şimdi gidebilen gidiyor, kalan mutsuz ya da köşesine çekildi. Ekonomi ne zaman düzelir Allah bilir. Sonunda bu girdap ülkenin yeni kentleşen kesimlerini de Erdoğan’ın en büyük takipçilerini de, halkı da vurdu. Gelirlerinin alım gücü kalmadı ve büyük umutlar bağladıkları evlatları ellerinde diplomalar evde işsiz oturuyor. Bekledikleri bir mucize olması, Türkiye’nin bir anda hayallerindeki ülkeye dönüşmesi, ancak olmayacak. İçten içe kendileri de biliyor bu durumu. AKP-MHP iktidarını kötü bulup, halen kararsız, oy vermek istemeyen, küskün vatandaşın büyük bir bölümünü, bu rüyadan uyanmak istemeyen, gerçekle yüzleşmek istemeyen seçmen oluşturuyor. Halen iktidar seçmeninin bir bölümünün beklentisi, kendilerine umut tacirliği yapacak yeni bir lider. Eski liderlerinin vaatlerine artık inanmıyorlar ama halen büyük umutlara sahipler. Zaten iktidar da gelecek vadetmekten vazgeçti. Aklı başında siyasiler ise mecburen kem küm ediyor.
Kimse halka, hayallerindeki ülkeyi ve hayallerindeki geleceği kısa vadede veremez. Bu ülke ürettikleri ile, mevcut kurumları ve insan kaynağı ile, Almanya, İngiltere kalitesinde yaşayıp, müreffeh olamaz. Bu kadar çok üniversite mezununu istihdam edemez. Birkaç jenerasyon daha çalışma ve emeğe ihtiyaç var. İyi eğitimli nüfusun ülkede kalıp, faal olarak çalışmasına, üretmesine ihtiyaç var. Türkiye’nin girdiği bu hezeyandan çıkıp, gerçek ile yüzleşmesi ve yoluna devam etmesi gerekiyor. Türkiye’nin popülist değil, elini taşın altına koyacak, dirayetli siyasilere ihtiyacı var ve seçmenin bu durumu fark edip, kabullenmesi gerekiyor.
Ülkenin elitinin de siyasilerinin de bu krizin ana dinamiklerini anlaması gerekiyor. İdeolojik angajmanlarını bir kenara bırakıp, halkın refah arzusunu görmeleri gerekiyor. Temel vatandaşlık haklarının, ön koşullarla kabul edilmesinin, popülizme ve popülist siyasetin de nerelere varabileceğini fark etmeliler. 1930’ların dünya görüşünün artık tutunamayacağını anlamalılar. Umarım iki tarafta bir daha aynı hatayı yapmaz. Umarım toplumun her kesimini içeren bir vatandaşlık tanımına sahip, dış gerçekliğe ve 21. yüzyıla uygun, yeni bir Türk Rüyasını hep beraber, yeniden inşa edebiliriz.
Fotoğraf: Josh Hild