[voiserPlayer]
Herkese malum olduğu üzere Türkiye’de Trans aktivistlerle feministler arasında süren bir tartışma var. Bu tartışmanın geldiği yer itibariyle Türkiyeli beş kadın bu yıl Kaos GL sayfalarında transfobik ilan edilerek “hormonlu domates” adaylığına layık görüldü. Bundan hemen sonra da Feride Eralp’in Çatlak Zemin’de “TERF tartışmasının arka planı: konu nasıl soyunma odası oldu” (20 Haziran 2020) başlıklı makalesi yayınlandı. Bu yazıda ben tartışmanın arka planına dair Eralp’in yazısını da dikkate alarak bir dizi not almak ve başka bir çerçeve sunmak istiyorum.
Eralp, “yazmadıkça belli bir tür feminizmin temsil edileceği” gerçeğinden bahsediyor. Bu çok doğru. Dolayısıyla, buradan ilerleyelim. Yazan kadınların tam da makalelerinden dolayı fobik ilan edildiğini, yani “ifşa” edilmeden, cadı listelerine sokulmadan yazma hakkının sadece trans aktivist kadınlara tahsis edildiği gerçeğini bir kenara bırakıp, feminizm tartışmasına odaklanalım. Çünkü, bu tartışmanın arkasında feminizmin ne olduğuna ve ne olmadığına dair yıllardır süren daha temel bir tartışma var. Bu çok daha mühim ve geniş tartışma görünmez kılınarak bir gecede paradigma değiştiriliyor. Bildiğimiz, birkaç yüzyıllık devasa bir literatüre dayanan feminizmi açıkça geçersiz ilan etme gereği bile duymayan yeni bir paradigmanın aktivistleri, feminist teoriyi el çabukluğuyla işgal edebileceğini sanıyor. Yekten söyleyelim; bu aktivizmin bütün patriyarka anlayışı, cinsiyet ve cinsellik algısı, kavram seti, politik programı feminist değil; kuir teoriye dayanıyor. Elbette “feminizm diye tek bir şey yok, feminizmler var, bunlardan biri de kuir feminizm” denebilir ki, bu son yirmi yıla bakınca haklı bir itiraz olur. İtiraza itiraz da şöyle olur, feminizmler (siyah, ekolojik vb.) birinci ve ikinci dalga feminist teorilerin ön kabüllerini ırk, çevre vb. başka alanlara yayarak genişletir. Kuir teori ise feminizmin temel varsayımlarının eleştirisi olarak doğdu. Yani kuir teori feminizmin ön kabulleriyle hareket etmez, tam tersine bu kabulleri geçersiz ilan eder. Butler, kuir teorinin kurucu teorisyeni, Cinsiyet Belası’nı bir feminizm eleştirisi olarak yazdı. İngilizce Butler’a Giriş, Kısaca Butler benzeri çalışmalarda bu çok açık ve net belirtilir. Cinsiyet Belası’nda, sömürü odaklı patriyarka kenara atılır ve dünyanın merkezine heteroseksüel yasa koyulur; cinsiyet ta en başından itibaren bu yasa etrafında söylemsel olarak inşa edilmiş, ya da popüler deyimle toplumca atanmıştır. Bedenler de cinsel yönelimler de yasaya göre tasnif edilmiş, üstelik bunlar arasında zorunlu ve doğal bağlar varsayılmıştır. Bedenler, yasanın dayattığı normları, jestleri, kalıpları gündelik performansla yeniden üreterek cinsiyetlenir. Oysa heteroseksüel yasa üreme merkezli cinselliğin tek meşru cinsellik olarak dayatılmasından türer ve tamamen toplumsal inşadır. Buradan hareketle Cinsiyet Belası, sadece cinsiyetin değil tam da bu kavram üzerine kurulmuş feminizmin de inşanın parçası olduğunu söyler. Daha da önemlisi kuir teori diğer feminizmlerden farklı olarak, bir dizi feminizmden biri olarak kalmamış, feminizmin kolonlarını günbegün aşındırmış ve gelip merkeze oturmuştur (Tabii bu aslında daha geniş bir tarihsel sürecin parçası. Bakınız; üretim bölüşüm ilişkilerinin, oradan sınıfın, oradan devrimci teorilerin çöpe atılıp materyalist olmayan, söylem merkezli ideolojik tutumların solun merkezine yerleşmesi). Eralp tam da bu teorik çerçeveden konuşuyor. Patriyarka kavramını kullanıyor, ama kavram tamamen kuir teori tarafından asimile edilmiş, yüzyıllardır taşıdığı anlamdan arındırılmış, bambaşka bir paradigmaya neredeyse zorla iliştirilmiş bir halde karşımıza çıkıyor.
Eralp benim de paylaştığım bir konumu “Sorunun toplumun bedenimize atfettiği anlamlar ve değer sistemlerinde değil de bedenlerimizin kendisinde olduğuna ikna olmak demek” diye tarif ediyor. Cinsiyet belasından nasıl kurtulacağımızı ya da kurtulmak niyetinde olup olmadığımızı sorgulayarak, “E o zaman biz niye feminist olduk?” diyor. Bence yazısının en vurucu kısmı bu. Hem tartışmanın özünü hem de kendi teorik/ideolojik konumunu gayet açık ortaya koyuyor. Bu soru metnin tümünde akıyor. Feministlere yönelttiği “Cinsiyeti biyolojiye indirgemek”, “trans kadınların penisini tecavüz korkusuyla imlemek” gibi suçlamaların hepsi zaten bu sorundan türüyor. Fakat mesele şu ki; feminist teoriye göre, sadece ve sadece, normalde havada yüzen ve toplum atfettiğinde gelip bedenleri bulan, cinsiyet disiplinine uymaya davet eden, kodlayan, sınırlayan, rollendiren cinsiyetli değerler ve anlamlar yok. Bedenler o anlamlarla kurulu patriyarkal dünyaya doğuyor, tam olarak o değerlerle kuruluyor, o normları içselleştirerek bireyleşiyor ve toplumsallaşıyor. Cinsiyetli değerler ve cinsiyetsiz ya da nötr bedenler diye iki ayrı dünya yok. Cinsiyetli olan zaten sadece genitaller değil, bütün bir varoluş ki, bu bedeni de kapsıyor.
Eralp yazısının bir yerinde, patriyarka kavramından tümden vazgeçmediğini kanıtlamak üzere şöyle diyor; “Dolayısıyla erkek egemenliğini toplumsallıktan çıkarıp doğallaştırarak feminizmin de altını oymuş oluyorlar. Toplumsal cinsiyetin maddi bir gerçekliği olmadığını kabul edersek kadınların neden daha çok bulaşık yıkadığını açıklayacak çerçeveden de mahrum kalmış oluruz”. Oysa feminizm “maddi gerçeklik”ten sadece toplumsal cinsiyet rollerini anlamaz. Feminizmin patriyarka anlayışı öncelikle ve her zaman ev içi, ev dışı, cinsel, duygusal emek ve beden sömürüsünü merkeze koyar. Kadınların ikincilliği zorunlu heteroseksüelliğin erkeğe bahşettiği tahakküm konumundan değil, merkezinde sömürü süreçleri bulunan patriyarkal yapıdan kaynaklanır. Emek sömürüsü meselesine en uzak mesafede durmasını bekleyeceğimiz liberal teorisyen Betty Friedan bile, kadınların ev içinde bitmek bilmez yeniden üretim işlerine mahkumiyetini “adı konulamayan sıkıntı” olarak çalışmasının merkezine koyar. Yani feminizm açısından maddi gerçeklik gökten düşmüş cinsiyet rollerinden değil, sömürü ilişkisi içinde oluşan eşitsizlikten oluşur. Üstelik beden de bu maddi gerçeklik içinde kurulur. Kadınların daha çok bulaşık yıkamasının sonuçları sadece toplumsal değildir. Lavaboda her zaman bulaşık yıkadığınız suyun akışında kenara çekilip en yakındaki erkeği davet ederseniz, önce onun sıcak soğuk ayarını değiştirdiğini gözlemlersiniz. Bulaşıkçı, aşçı filan değilse eli yanar. Sonuçta el, deneyimle yapılandırılır ve sosyal, cinsiyetli bir organdır. Bacaklar cinsiyetli olmasa bugün metroda nasıl oturulur diye bir derdimiz olmazdı. Göze hiç girmiyorum. Beden cinsiyetten azade boş bir levha değildir. Feminizmin bedenin politikliğine işaret etmesi patriyarkayı doğallaştırdığı anlamına gelmez. “Vulvası var, demek ki bulaşık yıkayacak, nokta” ile “Vulvalı beden bol bulaşıklı deneyimin içine atılır ve orada kurulur ama neyse ki feminizm de bir direniş ve kurtuluş olanağı olarak deneyime dahil ve alternatiftir” iki farklı önerme. Sonuçta, feministler biyolojik indirgemeci değil, daha çok kuir teori toplumsal inşa indirgemeci.
Şimdi gelelim konunun soyunma odasına nasıl geldiğine. Defalarca yazıldı çizildi. Ayrıntılı bilgi çeşitli yazılarda var. Konu, Batı’da erkeklere cinsiyet hissini ve deneyimini kanıtlamaya gerek kalmaksızın, sadece beyanları üzerinden kadın kimliği verilmesiyle ilgili. Bu kimlikle cinsiyet değiştirmiş oluyor, sadece kadın alanlara yasal giriş hakkı elde ediyorlar. Bu yeni durum kadınların itirazıyla karşılaştı ve bu itiraz kamusal bir tartışmaya dönüştü. Eralp bu itirazı trans kadınların penislerine iliştirilen “toksik tecavüz korkusu” olarak yaftalıyor. Ben de bu tartışmanın zehirlendiğini düşünüyorum. Fakat bence zehir, feministlerin sıraladığı kaygılardan değil, trans aktivizmin meseleyi düzenle(me)yiş biçiminden akıyor. Şöyle ki, trans bireyler hep vardı. Tarih sahnesine yeni çıkmadılar. Yeni olansa şu; Trans oluşa dair üretilen söylemler yukarıda anlattığım feminist paradigmanın ilhakı sürecinde tamamen değişti. Trans bireylerin bütün varoluşları şu günlerde kuir paradigmanın kavramsal dünyasına asimile edilmiş durumda ki, bu işleri fena halde zorlaştırıyor.
Şöyle ki, trans kadınların hepsi “Günlerden bir gün kadın tarafımı keşfettim, belki de hep vardı ama ben bu yanımla yeni barıştım (evet ‘quir tarafı keşfetmek’ gibi laflar çokça dolaşıyor). Fakat, bedenimden memnunum ve zaten cinsiyetim bedenimde değil. Bu bedende kadın olarak yaşamaya karar verdim. Dolayısıyla beyanla cinsiyet değiştiriyorum” demiyor. Daha sık ve birkaç yıl öncesine dek uzun yıllar duyduğumuz beyan; “Bir cinsiyetim var, kendimi bildim bileli var, hep bu cinsiyette hissettim, fakat bedenim bu cinsiyetle uyumsuz, dolayısıyla bedeni değiştirerek kendimi hissettiğim ve olduğum cinsiyete göre yeniden örgütlüyorum” idi. Sorun trans aktivizmin ikinci ifadeyi birinci ifadenin içinde eritme çabasından kaynaklanıyor. Çünkü birinci ifadenin anlam bulduğu politik dünyada trans kadın konumu- başta eşcinsellik, cinsiyet ve cinselliğe dair her şey gibi- basbayağı tutarsız ve müphem bir yere sürükleniyor.
Ayrıca konu hakkında konuşan özneler değişti. Trans öznelliğe dair kendilerinden çok az şey duyuyoruz, çünkü sadece trans aktivist olduğu için meseleyi çok iyi bildiğine inanan bir gurup kadın ve erkek durmadan onlar adına konuşuyor. Tartışmanın her iki tarafında da trans bireyler olmasına rağmen trans aktivizme direnenler makbul olmayan trans kapsamında yok sayılıyor. Çünkü, trans öznellik sivil toplum profesyonelleri tarafından kimlik siyasetine kodlanıp araçsallaştırılıyor. Bunu reddeden transların sözü değersizleştiriliyor. Bu insanlar konuşabilir özne statüsünü hemen kaybediyor.
Trans aktivistler bedeninden memnun olmayan çocuklar için sonradan cinsiyet değişiminin neden olacağı maddi manevi külfeti önlemek amacıyla çocuklukta tıbbi müdahale talep ediyor. Bunu da disforinin (bedenden memnun olmama) üç yaşında bile bilimsel olarak tespit edilebilmesine dayandırıyor. (Biyolojik cinsiyeti kriter olmaktan çıkardıkları için disfori kavramını reddedip “doğuştan gelen cinsiyet hissi”ne vurgu yapan aktivistler de var) Sorun işte burada başlıyor. Trans aktivizmin ya da kuir paradigmanın söz dağarcığında biyolojik cinsiyet diye bir şey yok. Cinsiyet zaten alternatif performanslarla yerinden edilebilecek toplumsal bir kurgu, cinsiyetin bedenle ilgisi yok. İkili cinsiyet sistemi de ha keza öyle. Sürekli non-binary kavramı etrafında dolaşıyoruz, çünkü beden-cinsiyet-yönelim düzlemini reddediyoruz. Bunların arasında hiçbir doğal, mantıksal ya da zorunlu bağ yok. Zaten o yüzden regl görmeyen (penisli beden), trans kadın (kadın cinsiyetli), lezbiyen (kadınlardan hoşlanan) diye bir öznellik ortaya çıkıyor ve gayet anlaşılır oluyor. Peki, o zaman kurgusal/toplumsal ikili cinsiyet sisteminin trans bir çocukta, üstelik de henüz üç yaşında, ifadesini bulması, doğuştan getirdiği cinsiyet hissi olarak ortaya çıkması, bedeninin onu mutsuz etmesi nasıl mümkün oluyor? Neden onun bedeninden memnun olmama halini “o zaman diğer cinsten” diye kodluyoruz? Diğer cins diye bir şey yok ki, bu ikili cinsiyet sisteminin uydurması! Bu çocuğun bedeninin neden ve neye uyumlandırılması gerekiyor? Artık geçerli olmayan, kurgusallığı ortaya çıkmış, pekala beyan ve performansla yerinden edilebilecek ikili cinsiyet sisteminin diğer tarafına yönlendirilmesi tuhaf değil mi? Bu insanlar tedaviler, ameliyatlar, psikolojik destek onca çileyi neden çekiyor? Bedenle cinsiyet arasında bağ yoksa, cinsiyet de zaten ikili (binary) bir şeyden öte çoklu ya da akışkan bir şeyse, hiç kimsenin hiçbir şey yapmasına gerek yok. İnsanlar doğar, büyür ve hayatlarını cinsiyet ve yönelim beyanlarına göre yaşar gider.
Toplumsal sonuçları açısından iki bambaşka iddia harmanlanıyor. “Cinsiyet var ve trans kadınlar zaten kadın olarak uyumsuz bir bedende doğdu” deniyorsa burada feministler açısından problem yok. Birkaç yıl öncesine kadar da hiç olmadı zaten. Hiçbir zaman erkek gibi hissetmemiş, erkeklik değerlerini benimsememiş, ataerkil sömürü düzeninden kendi isteği ve iradesiyle yararlanmamış; dolayısıyla, erkeklik deneyimiyle kurulmuş olduğu şüpheli bir trans kadın bedeni bizi korkutmuyor. Kadınları korkutan, kuir keşifler, heterojen maceralar, akışkan cinsiyet performansı gibi konumlar beyanla cinsiyet değişimi yasasıyla birleştiğinde-ki trans aktivizm tam da bunu yapıyor- erkeklere açılan alan. Beyanla kadın olabilmek demek, hayatının bir döneminde, açılan yasal olanaklardan yararlanmak isteyen “kuir” erkeklerin kadınlık kategorisini işgal edebilmesi demek (bakınız ABD’deki Emilia Decaudin vakası). Kadınların, başta sadece kadın alanlar olmak üzere, son iki yüzyılda elde ettikleri bütün tarihsel kazanımları çöpe atmak demek. Bu elbette kadınları terörize ediyor, çünkü bu tam olarak yasal memesiyle bir erkek yaklaşmakta durumu.
Her iki tarafı da tatmin edecek, kamu yararını gözeten çözümler aramak varken trans aktivizmin bu tartışmayı, beyanla kimlik yasasına dair şerh koyan kadınları, önemli bir kısmı dümdüz erkek bir kalabalığa linç ettirerek ilerletiyor olması korkuları daha da pekiştiriyor. Mesela Eralp’in “Kimse sormuyor mu, niye soyunma odasında yanınızda soyunan insana bakıyorsunuz diye? O bakışın kendisi değil mi taciz?” ifadesi bin yıllık erkek davranışının nasıl bir kalemde kadınların üstüne atıldığını gösteriyor. Bu elbette manipülasyon. Toksik olan hiçbir şekilde sadece kadın alanlar değil. Kadınlar kendi alanlarında sürekli erkek bedenine dil uzatarak güç gösterisi yapmıyor. Bir çocuk istismar edip arkadaşlarına öneren, hızla taciz zinciri örgütleyen kadın gurupları bilmiyoruz. Hapishane gibi alanlarda kadınlar hiyerarşiler oluşturup daha güçsüz kadınları cinsel nesneye dönüştürmüyor. Klitoris boyutu yarıştırmıyor. Ama biliyoruz ki, bunların hepsi sadece erkek alanlarda gayet olası. Yani gerçekten toplumsal bir dönüşüme yol açmak, “patriyarkayı performatif eylemlerle destabilize etmek” isteyen bir aktivizm kadın alanlarını değil, erkek alanlarını cinsiyet nötr mekanlar olarak seçerdi. Kadın alanları ve geri kalan herkesin-sadece kadın alanları kullanma gereği duymayan kadınlar dahil- alanı diye iki kategori kurgulanabilirdi. Ya da trans aktivizmin non-binary ideolojisiyle uyumlu olarak üçüncü bir alan talep edilebilirdi. Başka bedenlerle, öznelliklerle, yönelimlerle tanışması ve bunlarla hemhal olmayı öğrenmesi gereken kadın değil erkek dünyası. Fakat trans aktivizm sadece erkek alanları, olduğu gibi erkeklere bırakarak kadın alanlarına göz dikmeyi tercih etti. Hiçbir tartışma, uzlaşma, alternatifler arama çabasına sıcak bakmadı. En başından itibaren yüksek desibel gürültü çıkartarak bunun feminist değil patriyarka dostu bir politika olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.
Yazının en vurucu noktalarından bir diğeri Eralp’in “Sırf genellikle zaten mevcut olmayan kadın kotasından seçime girebilmek için gidip hukuki statüsünü kadın olarak değiştirecek bir cis-erkek de tahayyül edemiyorum” kısmı. Makalenin spota çekilen cümlesinin “bu karman çorman dünyada” diye başlaması zaten manidar. Çünkü karman çorman olan dünyadan çok Eralp’in içinden konuştuğu politik konum. Kapitalizmi fakirlik, patriyarkayı zorunlu heteroseksüellik, faşizmi de feminist kadınların yazıp çizdiği şeyler sanınca dünyanın karman çorman görünmesi çok normal.
Olan bitene Marksist Feminist bir lensten bakınca tablo çok da karmaşık değil. Biz son kırk yıldır neoliberal bir dünyada yaşıyoruz. Bu kapitalizmin ilksel birikim dönemine benzeyen bir faz. Vahşice bir yağma izliyoruz. Devletin ve aslında başka pek çok kurumun yoksuldan alıp burjuvaziye verdiği bir süreç. Fakat neoliberalizm, devletin toplumsalı düzenleme sorumluluğundan tamamen çekilip herkesin ve her şeyin piyasanın insafına bırakılmasından ibaret değil. Bir yanda hemen her şey piyasalaştırılıyor, diğer yanda da neoliberalizmin kâr maksimizasyonu mantığına göre örgütlenen öznellikler oluşuyor. Her şeyin piyasalaşması demek her şeyin metalaşması, alınıp satılabilir, kiralanabilir, kullanılıp atılabilir, temellük edilebilir olması demek. Bu süreçte yeni olan, metalaştırma sürecinin baş döndürücü bir hızla genişlemesi ve derinleşmesi. Duygular, imgeler, izlenimler, deneyimler, mağduriyetler, toplumsal bellek, mücadeleyle elde edilmiş tarihsel kazanımlar hepsi ama hepsi piyasalaştırılıyor. Gucci’nin “delik deşik” yoksul ayakkabısı, bir başka markanın Nazi kampında Yahudilere giydirilen üniformadan tasarladığı kostüm, bir video şirketinin Suriye savaşından oyun devşirmesi, ABD’li vatansever erkeklerin Saygon’da rehberli turlarda Vietkong tünellerinde gezerken kocaman oyuncak silahlarla kameralara gülümsemesi, ücret karşılığında Batılı hassas kalplere Afrika’daki çocuklara yardım tatilleri-liste uzar gider- bu süreç içinde anlam buluyor. Dümdüz faşist politikacının Erdal Eren üzerinden Nazım Hikmet şiiriyle siyaset yapması basitçe takiye, ikiyüzlülük, yalancılık değil. Toplumsal bellek, o bellekte gömülü toplumsal travma ve bunları en güçlü şekilde ifade edebilen sol edebiyat burjuvazi tarafından temellük edilmiş. Burjuvazi bunları bağlamından koparıp, anlamından arındırıp el koymuş.
Peki, bu el koyma işlemi nasıl gerçekleşiyor? Siyasi süreçler olmaksızın bunun başarılması mümkün mü? İşte trans aktivizmin, aslında bütün bir sol liberalizmin-bazıları buna neoliberal ilericilik diyor-dünya tasviri ve kavram seti bu temellük sürecinde kullanışlı oluyor. Ayrıcalık, ayrımcılık ve insan hakları sihirli kavramlar olarak devreye giriyor. Bu kavramların Eralp’in de içinden geldiği Amargi geleneğince 2000’lerde nasıl kullanıldığına ve bunun yol açtığı sosyal, siyasi sonuçlara tekrar tekrar dönüp bakmak ve bugünle bağlantısını kurmak gerekiyor. Öncelikle ayrıcalık, neredeyse hep ayrıcalıklılar tarafından kullanılan tuhaf bir kavram. Hiçbir şeyi açıklamıyor. Sadece sözde homojen bir gurubu mimlemeye, diğer bir gurubu ise kapitalist güç ilişkilerinden, sınıfsallıktan, piyasadan tamamen bağımsızmış gibi resmetmeye, “hak talep edenler” olarak siyaseten dokunulmazlaştırmaya yarıyor. Bildiğimiz maddi ilişkileri tablonun dışına çıkarıp ucube antagonizmalar üretiyor. Hatırlayalım; konumları itibariyle neredeyse küresel elit diyebileceğimiz feminist kadınlar, İslamcı kadınların görünürlük taleplerini öne sürerek “sarışın laikçi teyzeler”i faşist ilan etti, seslerini kıstı. Çoğu memurluktan gelen laikçi teyzelerin emekli maaşından kültürel alışkanlıklarına kadar her şey “ayrıcalıklı beyaz Türklerin tahakkümü”yle ilişkilendirildi. Bu sırada İslamcı kadınlar sınıfsal yükseliş taleplerini hiç saklamadıkları gibi ayrıcalık istiyoruz” diye bağırıyordu. Buraya işaret eden kadınların itirazına verilen yanıtsa şuydu; “tahayyül edemiyoruz” (ne kadar da tanıdık!). Sonuçta üstte özetlediğim temellük ve el koyma süreci takır takır işledi. Bir yandan modernleşmenin tüm olanaklarından, bir yandan da iktidarın sembolik kalkanından ve maddi kaynaklarından faydalanan bir dinci kadın tipi oluştu. Geri kalanlara dinciliğin köleleştirici kısmıyla, modernleşmenin güvencesiz işçileşme kısmı düştü.
Demem o ki, ayrıcalık kavramı baştan sakat. Çünkü sınıfsız, homojen bir toplam kurgulayıp oradaki sınıflı öznelerin maddi kaynaklara doğrudan erişim hırslarına kolayca hizmet edebiliyor. Özgürlükleri bir gurubun, bir diğerinin tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırması olarak kodlayabiliyor. Ayrımcılık kavramı sadece ezilenleri piyasada dövüşmeye çağırıyor, kaynakları bölüştürmüyor. Bu durumda ortaya herkesin elde olanı da burjuvaziye kaptırdığı bir garabet çıkıyor. Hele de bir kimliğin çıkarlarını kamu yararını tamamen bir tarafa atarak kurgulamaya başladığımızda, çıkar siyasetini insan hakları söylemiyle harmanladığımızda, herkesin herkese karşı kolayca düşmanlık üretebildiği toksik hınç siyasetine alan açıyoruz. Ne idüğü belirsiz karşılaştırmalarla temellenen ayrıcalık kavramı solun değil, neoliberal ilericiliğin kavramı. Hakların burjuvazi ve sistem yerine düşman ötekilerden sökülüp alınabileceği yanılgısına dayanan özgürleşme söylemi de neoliberalizmin aracı. Ayrımcılık söylemi bir guruba sosyal/sembolik sermaye sağlıyor ama o sermayeyi kullanarak güçlenebilme imkanı ta en başından itibaren sınıf meselesi. Neoliberalizm hak ve özgürlük mücadelelerine duyarsız değil, uzun zamandır bu alanda at oynatıyor. Zaten hak mefhumunu piyasaya erişim, kaynaklara ulaşım, maddi birikim, yağma ve kültürü temellük hakkına sıkı sıkıya bağlamak için yıllardır uğraşılıyor ve bu büyük oranda başarılmış durumda. (Bu konuda bir dizi eser var ama Türkiye’de adı konmamış bir çeviri yasağı da var. Son günlerde severek okuduğum Jessica Whyte, 2019, The Morals of the Market; Human Rights and the Rise of Neoliberalizm referansını buraya bırakayım)
Trans aktivizm tartışmasına dönersek şunu not etmekte fayda var. Bize heteroseksüel yasanın aşılmasının, cinsiyet kategorisinin dağıtılmasının patriyarkayı gerileteceği söyleniyor. Oysa heteroseksüel yasayla patriyarkanın hiçbir zorunlu ilişkisi yok. Heteroseksüellik modernleşme sürecinde ‘normal’leştirildi. Batı’da aşağı yukarı üç dört, buradaysa yüz yıllık bir tarihi var. Heteroseksüel norm kapitalizmin ulus devlet ve çekirdek aile inşasıyla eş zamanlı olarak zorunlu hale geldi (Butler Amerika’yı yeniden keşfetmeden önce Thomas Laqueur, David M. Halperin gibi akademisyenler modernleşme ve ikili cinsiyet inşası bağlantısı üzerine yazıyordu). Şimdiyse neoliberalizm, modernleşmenin bütün kazanımlarını tek tek yıkarak ilerliyor ve bu süreçte zorunlu heteroseksüelliğin tasfiyesi pek de sürpriz değil. Fakat bu tasfiye, patriyarkadan özgürleşme anlamına gelmiyor. Kriteri cinsel ilişkiler ve cinsel konumlar olarak aldığımızda ta eski Yunan’dan modernleşmeye kadar zaten kadın kadındı, erkek ise istediği her şeydi. Yani geldiğimiz noktada bize kabul ettirilmeye çalışılan şey aynısı olmasa da klasik patriyarkaya çok benziyor.
Sonuçta, Eralp’in tahayyül edemediği şeyler hali hazırda oluyor. Batı’da kadın tarafını keşfedip şimdilerde de cinsiyet değişiminin kolaylaştırılmasından yararlanan bir kuir erkek kitlesi türedi. Patriyarkanın erkeğe kazandırdığı bütün avantajları ve gücü koruyarak toplumda kadına tahsis edilen (bir kısmı geleneksel bir kısmı mücadeleyle kazanılmış) hak ve özellikleri temellük eden, iki cins arasında özgürce ve işine geldiği gibi seyahat edebilen bir öznellik. Tam da bu yüzden doğurganlık, regl vs. söz konusu olunca kıyametler kopuyor, bu konular geçersizleştiriliyor. Oradan da “arzulanmayı kim daha çok hak ediyor” merkezli distopik bir güzellik yarışması başlıyor. Bu yüzden yetişkin translarda beden geçişi için ücretsiz sağlık hizmeti talebi artık pek de konuşulmuyor, çünkü kostüme ve performansa yaslanmak mümkün (ayrıca fallustan kim niye vazgeçsin!). Bu yüzden, en başta ve hiç durmadan konuşulması gereken güvenlik meselesi kenara itiliyor. Çünkü, güvenlik kuir erkeklerin değil, kadınların ve trans kadınların sorunu. Bu yüzden trans erkekler neredeyse sessizler. Kimse trans erkeklerin sadece erkek alanları nasıl kullanacağını tartışmıyor. Kimse erkek ayrıcalıklarını sorun etmeye niyetli değil. Kadınların erkekliğe geçiş ihtimali bu tartışmada sadece bir varsayım. Trans bireyler için aktivizmin ürettiği sembolik sermayenin kadın bedenlerce kolayca kullanılamayacağı gerçeği gözlerden kaçırılıyor. Bu yüzden kuir şemsiyesine her gün yeni kimlikler ekleniyor. Bunlar artık cinsel yönelim merkezli olmak zorunda da değil. Tahakküm ve şiddetin (sanki bunlar tarihsel olarak cinsiyetli değerlerle yüklü değilmiş gibi) oyunlaştırıldığı cinsel pratikler etrafında (BDSMciler) kimlikler oluşuyor. Rıza ve şiddet nerede başlıyor nerede bitiyor tartışmalı cinsel pratikler kadınlara ‘seks pozitif olmalısın’ ısrarıyla sunuluyor. Çünkü rıza ve şiddet sınırlarının belirsizleştiği, manipülasyona açık cinsel pratiklerden erkekler yararlanıyor. Bu pratikler yüzünden hayatını kaybetmiş kadınlar var ve ‘fantezi’ bu tip durumlarda mahkemelerce artık ‘rıza’dan sayılmıyor (Anna Florence Britanya’da geçen yıl böyle ölen 22. kadındı). Bu yüzden gay ya da düz binlerce erkek, feminist avına davet edilseler de edilmeseler de tuzlukla koşuyor. Çünkü bu tartışma bir yanıyla erkeklerin istedikleri zaman istedikleri konumu işgal edebilme mücadelesi. Liste uzar gider. Bu girilen yolun kadınlara zarar vereceği açık, ama bu süreçten en ağır etkilenecek olan trans kadınlar. Sonuçta el koyulan ve zamanla sessizleştirilme tehlikesiyle baş başa olan onların öznelliği. Yukarıda kısaca değindiğim ayrıcalık söylemi onları da vuracak. Çünkü söylem, gerçek hayatta maddi ilişkilerin duvarına çarpıp tuzla buz olmaya mahkum. Burjuva kuir erkeklerin trans kadınlara kadınlık öğretmeye başlaması an meselesi.
Eralp’in, dünyanın yarısı olan kadınları “ayrıcalıklı tahakküm konumu”na yerleştirebilme ayrıcalığını sere serpe kullandığı yazısı, feministlerin faşizmle iltisaklı olduğu iddiasıyla devam ediyor. Dünyanın yarısına ayrıcalık, translara ise sınıftan, cinsiyetten ve coğrafi konumdan bağımsız madunluk atfedebilme hakkını nereden aldığı muamma. Öyle bir güç sarhoşluğu ki bu, bir yerde “Cinsiyet temelli haklarımız nedir yahu bizim? Düşünüyorum, düşünüyorum bulamıyorum” deyip başka bir yerde J.K. Rowling’e yapılan saldırıları “Bir kadına tahakküm kurduğu yerden öfkelenmek” diye meşrulaştırıyor. Nasıl olsa kimse bu cambazlığı inceleyemiyor. Kimse “kadınların cinsiyet temelli hakları yoksa nereden ve nasıl tahakküm kuruyor” diye soramıyor. Çünkü soranları işlerinden etmeyi, erkeklere linç ettirmeyi, cadı listeleri hazırlamayı meşrulaştırabiliyor. Bu acınası tutumun arkasındaki cehalet, yasanın ABD’de de geçeceğini zafer kazanmış edasıyla müjdelemesinden belli. İşçi, kadın, siyah ve göçmen düşmanı, dünya halklarının seri katili, neoliberal işgal ve temellük politikasının mucidi ABD, iş trans aktivizmin taleplerine gelince birden cinsel devrime boyun eğip trans haklarını hay hay teslim ediyormuş. Keşke bu aktivizmin kısa zamanda çok işler başaran sihirli formülü herkesle paylaşılsa da hepimiz kolayca özgürleşiversek.