[voiserPlayer]
Tek biçim ve klişe bir tanımlamaya sahip olmayan sosyal demokrasi kavramı, Przeworski’nin yorumuyla “kitlelerin müdahalesi, katılım ve siyasal hakların genişlemesi” temeline inşa edilmiştir. Genel kabul gören tanımıyla sosyal demokrasi, “Bırakınız yapsınlar” yaklaşımına karşıt olarak demokrasinin olmazsa olmaz değerlerinden özgürlük ve eşitlik ilkelerini genişleterek demokratik kolektif icraların pratize edilmesini öngören bir ideolojidir. Sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni siyasi düzenin galibi olarak görülmüştür. Keynezyen olarak da bilinen geleneksel sosyal demokrasinin momentini, Marx’ın kapitalizme son vereceğine inandığı müsavatsız ve dengesizlik seviyelerine yenik düşmeyen piyasaların dinamizmi oluşturmuştur. Liberal görüşe sahip siyasi partiler eşit olanaklara, muhafazakâr partiler ise patrimonyal görüşe dayanan ve kendilerine özgü bir sosyal demokrasi tarzı geliştirmiş ancak mücadeleyi, ılımlı sosyalizm düşüncesi kazanmıştır. Bu dönemde siyasal fikir hayatı hızlı bir biçimde sol tandansa doğru kaymıştır. Ancak, Keynesyen sosyal demokrasi, uzlaşı ortamı temelli olarak varlığını sürdürmüştür. Diğer yandan da refah ortamının anahtarı olarak piyasaların pragmatik kabulü söz konusu olmuştur. Piyasalara yönelen bu istek dışı eğilim, sosyal demokrat cenahın, piyasaya karşı geçerliliği olan sosyalist başka bir tercihin olmadığını kabul ettiği anlamını taşımıştır. Bu yaklaşım da, sosyalizmin yerini almaktan ziyade onu reformist bir süreçten geçirmek adına yeni bir anlayışla yorumlamıştır. Ayrıca sosyalizm ahlakı, pragmatizmin etik olarak savunulabilir bir dağıtımı şeklindeki bir düşünceyle mevcudiyetini devam ettirmiştir. Bu durum; sırası geldiğinde kuvvetli olmayan bir eşitlik kavramıyla yani yoksulluk ve eşitsizlik kavramlarının, zengin olandan fakir olana yapılacak yeni bir dağıtımla minimize edilmesi zorunluluğu düşüncesiyle ilişkilendirilmiştir.
Kapitalizmin reformist bir süreçten geçmesi gerektiğini düşünen cenaha karşın radikal sosyalizm, kapitalizmin yok edilmesi düşüncesini taşıyarak mutlak bir tavra sahip olmuştur. Neredeyse tüm sosyal demokrat gruplar, kapitalizmin sosyal adâlet ilkesiyle entegre bir şekilde değişime uğraması zorunluluğunu içselleştirmiş ancak, bu değişimin ne şekilde tezahür edeceğini ve sosyal adâlet kavramının tanımlanması ve pratiği hususunda farklılık gösteren bakış açıları çatışması yaşamıştır. Özellikle karma ekonomi modelindeki kamusal ve şahsi teşebbüs arasında kurulacak olan dengenin nasıl olması gerektiği, millileştirilecek olan sanayilerin alanı ve hangilerinin özel sektörde kalacağı, enflasyon riskine rağmen düşük ücretli işçilerin ücretlerindeki iyileştirme taleplerinin olumlu karşılanması, vergi yükünün ekonomik büyümeye engel teşkil etmeden müreffeh devletin, ne denli büyümesi gerektiği gibi konular, pratikteki tartışmaya açılan en temel meseleleri teşkil etmiştir. Sosyal demokrasi, ayrıca sosyalist ilkelerin savunduğu pozitif özgürlük ve fırsat eşitliği gibi çağdaş liberal düşüncelere atıfta bulunarak ekonomideki müdahale yöntemini de desteklemiştir. Bu sebeple liberalizm ve sosyalizm arasındaki fark muğlaklığını devamlı korumuştur.
Sosyal demokrasinin merkezinde, gerek ekonomik verim gerekse eşitlikçi ilkeye dayanan bir çatışma ortamı mevcuttur. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uzun bir gelişim periyodundan geçen sosyal demokrasi, mezkûr çatışma ortamıyla doğrudan karşılaşmadan işsizliğin az olması ve enflasyonun düşük olması gibi durumların da yardımıyla toplumdaki tüm kesimlerin yaşam kalitelerini iyileştirerek kalkınmayı daha da genişletmiştir. Ayrıca Crosland’in ön gördüğü şekilde1970’li ve 1980’li yıllardaki ekonomik krizler, sosyalizmin tanımlanmasında daha net bir dinamik oluşturmuş ve sosyal demokrasi içerisinde sol ve sağ fraksiyonlar tezahür etmiştir. Ekonomik kriz, aynı zamanda tekrar cereyan eden işsizlik sorunuyla beraber refah desteğindeki talebi yükselten “Refah Devletinin Ekonomik Krizi’’ni tetiklemiştir. Keza çalışan insan sayısı daha az iken işletmelerin de kâr oranı düşmüştür. Bu durumda enflasyonu ve hatta vergilerin oranlarını düşürme anlamını taşıyan piyasa ekonomisinin verimliliğini iyileştirmek mi yoksa kalkınma alanındaki harcamaları sürdürerek yoksul kesimi savunmak mı sorusu, sosyal demokrasinin karşılaştığı temel problemi doğurmuştur. Bu kriz, bir takım etkenin enerjisiyle beraber, 1980’li ve 1990’lı yıllarda derinleşmeye başlamıştır. Öncellikle, sosyal demokrasinin seçimlerde galip gelme şansı, sanayileşmenin daralması ve işçi sınıfının eski rolünün etkisinin azalmasıyla beraber ivme kaybetmiştir. Savaş sonrasındaki evrenin ilk zamanlarında demokrasi akımı ilerici politikayla beraber yol almış fakat 1980’li yılların ardından her geçen gün çoğunluğun memnuniyeti anlayışına evrilmiştir. Bu sebeple sosyal demokrasi, enflasyonun yükselmesine neden olan ekonomik yöntemlere karşı bir “vergilendir ve harca” anlayışıyla beraber değerlendirilerek refah devleti; bilhassa yeni açılan iş sahaları ve genellikle zenginlik yaratmanın ötesinde, bir ağırlık olarak algılanmış ve millileştirilen sanayi alanları, tüketicinin isteklerine karşı kayıtsız maiyete sahip şeklinde yorumlanmıştır.
Sosyal demokrasi ideolojisini taşıyan siyasi partiler, sosyal dinamiklerin etkisiyle birlikte siyasi zaferler kazanmak adına ağır bir bedel ödemiştir. İngiltere İşçi Partisi’nin, 1979-1992 yılları arasında ard arda dört genel seçimi kaybetmesi, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin, 1982-1998 yılları arasında iktidarda söz sahibi olamaması, 1993 yılında Fransız Sosyalist Partisi tarafından aday gösterilen L. Jospin’in seçimleri kaybetmesi ve sonrasında aldığı seçim hezimetleri bu duruma örnek oluşturmuştur. Ayrıca ekonomik globalleşmenin yükselmesiyle beraber, sosyal demokrasinin ekonomik çerçevede nefes alması da zorlaşmıştır.
Ulusal ekonomilerin kapitalist bir küresel modelle bütünleşmesi yalnızca, sosyal demokrat politikaların, her hükümetin kendi milli ulusal ekonomisini yönetmesi düşüncesiyle Keynezyen hareketi pasifize etmemiş, bilhassa refah devletini reformist bir sürecin içine sokarak vergi ve alım seviyelerini azaltma ve işgücü esnekliğini teşvik etme yönünde baskı oluşturan küresel rekabet ortamını artırmıştır. Tüm bunların dışında komünist ideolojinin yıkılmasıyla beraber sosyal demokrasinin entelektüel güvenilirlik durumu, itibar kaybetmiştir. Komünist ideolojinin yıkılışı, kapitalist olmayan ve ekonomik modelsiz bir dünya yarattığı gibi kamudaki işleyişin merkezi olan devletin, ekonomik ve toplumsal kalkınmadaki motoru olarak gördüğü şeye olan anlayışın kuvvetini de azaltmıştır. Bu doğrultuda sosyal demokrasi, 1989-1991 arası evrenin reformist hareketlerinde aniden pasifize edilen ve devlet sosyalizminin tepeden aşağı inmeci bir fraksiyonu olarak değerlendirilmiştir. Kapitalizmin finansal üstünlüğü ve 2001-2008 ekonomik krizleri, 21. yüzyılın başlarında ekonomi-demokrasi ilişkisi tartışılmalarını gündeme taşımış ve bu durum bilhassa küreselleşme karşıtlarının protestolarıyla gün yüzüne çıkmıştır. Özetle 1968 sonrası tezahür eden ve sosyo-kültürel farklılıklar üzerinde gelişen alternatif politika arayışları, 1990’lara gelindiğinde tekrar ekonomi tandanslı bir hal kazanmıştır. Dolayısıyla, sosyal demokrasinin, bu ekonomi periferinde dönen tartışmaları göz ardı etmeden bilhassa sosyal güvencesi olmayan işçilere, kadın iş gücüne, ekolojik tartışmalar çerçevesinde genç demografiye ve onların beklentilerine cevap verebilecek donanımla 21. Yüzyılın ikinci çeyreği için yeniden yorumlanması gerekmektedir.