[voiserPlayer]
Mevsimin değiştiğini sokaklardan değil de penceremizin camından başımızı uzatarak farkettiğimiz sosyal izolasyon günlerinde, tek bir güne sığmış gibi geçen zamanımız, aslında ne kadar da çabuk ilerliyor değil mi?
Baksanıza ilk bölümün üzerinden iki hafta çoktan geçmiş bile.
Nerede kalmıştık, hadi bakalım, dikkatli okuyucular eklesin!
Er meydanı değil, politika meydanında yavaş yavaş Ardern’in topuk seslerini duymaya başlamıştık. Şimdi bu sesleri daha da yüksek sesle duyacağız.
Jacinda Ardern aktif siyasi hayatına başlarken, karşısına pek bir tanıdık figürler çıkıyor, pek bir tanıdık tepkiler görüyordu. Nasıl mı?
İşçi Partisi ve Yeşiller, su ve çevre kirliliği vergileri önerisi getirince, çiftçiler ayaklanmış, Ardern’in memleketi Morrinsville’de halk protesto yürüyüşü düzenlemişti.
Ona karşı açılan pankartta “Güzel Komünist” pankartı, herkesten önce dönemin başbakanı Helen Clark’ın tepkisini çekmiş: “Bu pankart düpedüz kadın düşmanlığıdır.’’ demişti (Alkış seslerini duyar gibiyim).
Seçim zamanı gelip çattığında, açılan sandık sayılarına göre, -durun burada bizim alışkın olduğumuz oyların yeniden sayımı burada gerçekleşmemişti. Ardern’in partisi tam 45 koltuk kazanmıştı ve Yeşiller’in desteğiyle, Yeni Zelanda Birinci Partisi ile birlikte koalisyon kurmuştu. Buradan da siyasi mecrada inatçı ve tutarlı olmanın ne anlama geldiğini tekrar görüyoruz.
Jacinda Ardern, böylelikle kadınlara seçme hakkını veren ilk ülke olan Yeni Zelanda’nın üçüncü kadın başbakanı olmuştu. Otoriter, baskılayıcı, popülist erkek siyasi liderlerin de arttığı bir dönemde, empatiyi kendine düstur edinmiş, kolektivizmi ve dayanışmayı önceliği haline getiren bir siyasi kadın lider olarak yapacakları en başından merak uyandırmıştı.
Göreve geldiğinde, parasız eğitim, kürtaj yasağının kaldırılması ve çocuklar arasında yoksulluğunun yok edilmesi gibi önemli, fakat her daim arka plana atılan konularda ciddi mücadeleler vermiştir. Ardern politika meydanında kendisini “sosyal demokrat ve ilerici” olarak tanımlıyordu. Haksız da sayılmazdı.
2017 yılında başbakanlık yarışına girdiğinde sıklıkla Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile mukayese edilmişti. Üçünün de ilerici, hırslı ve genç oluşu üzerinden karşılaştırmalar yapıldı. Popülist, erkek siyasi lider olmaları ile ilgili ne alakası var canım , hiç böyle bir şey aklınıza dahi getirmeyin!
Evet, aslında mesele tam olarak buydu!
Fısıltı gazetesi yazıyor…
Seçildiği sırada halk arasında o kadar popülerdi ki bazı yorumcular, çizdiği bu profilden ötürü hobileri arasında DJ’lik yapmak olan Ardern’in bu renkli karakterinin arkasından siyasi olarak boş çıkacağı kaygılarını dile getirmeye çoktan başlamışlardı. Tabii siyasi karakterler gülmez, eğlenmez, ciddiyet had safhada bir profil sergilemekteydi.
Politika insanı olduğundan, tabiatından farklı mı göstermek istiyordu, yoksa Ardern’in muhalifleri, muhalefet edecek başka bir argüman sunamaz vaziyetteler miydi?
Kadın olmanın doğal tercihlerinden birisi de dünyaya bir birey getirmekti. Bunun için ırk, din, dil, meslek ayrımı söz konusu dahi olamazdı. Hiçbir şey bunun önünde engel teşkil etmemeliydi.
2018’in ilk günlerinde Ardern, hamile olduğunu tüm kamuoyu ile paylaşırken “Aynı anda birden fazla işi yapan tek kadın ben değilim” demiş ve “Hem çalışıp hem de bebeği olan ilk kadın da değilim. Bunu daha önce yapan birçok kadın var” diye de eklemişti.
Böylesi bir düzende sizce de önemli ve yüksek sesli bir çıkış değil miydi bu?
Burası kadınlara özeldir; hatırlasana kaçımız profesyonel hayatımızda evli mi bekar mı olduğumuza dair sorulara maruz kalmış, bir adım ileri giderek ne zaman çocuk yapacağımız merak edilir hale gelmişti.
Yanıt, çoğumuz.
Ardern’in bu fotoğraf karesini hatırlayanınız mutlaka vardır.
Minik bebeğiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılan genç başbakan, kısa sürede Amerikan televizyon kanallarındaki sohbet programlarının popüler konuklarından biri haline gelmişti. Ardern bu davranışıyla dünya çapında feministlerin de takdirini toplamıştı.
Aynı Genel Kurulda konuşmasında yer verdiği, dünya gençliğine daha fazla destek, toplumsal cinsiyet eşitliğine daha fazla dikkat ve küresel ısınmaya karşı daha fazla önlem mesajları da dikkat çekiciydi.
Esas kadınımızın kendini politik alanda konumlandırdığı yer, topuk seslerini en güçlü şekilde duyurduğu bir alan haline gelmişti. Yaklaşımında ırkçılık, ayrımcılık ve baskının yerine nezaketi ve dayanışmayı, birlik olmayı ortaya koymasıyla Trump karşıtları arasında da nam salmaya başlamıştı.
Bir dönem Trump ile karşılıklı atışmaları, dünya basınında genişçe yer bulmuştu.
“Bu hanımın seçilmesi ülkesinde hayal kırıklığı yarattı” diyen Trump’a, Ardern’in cevabı tabii ki gecikmemişti: “En azından bana karşı sokaklara dökülmediler.”
Aranızda kıs kıs gülenlerinizin olduğunu görüyorum. Eğer verilecek bir yanıtınız varsa, sessiz kalmamamız gerektiğinin en güzel örneğidir Jacinda Ardern. Ama bunu yaparken şiddetsiz iletişimin de mümkün olduğunu görüyoruz.
Ardern’in görevi sırasında savunduğu politikalar arasında eşcinsel hakları ve küresel ısınma da önemli yer tutuyordu. 2018’de LGBTİ yürüyüşüne katılan ilk Yeni Zelanda başbakanı olması da yine kalplerimizde sıcak bir esinti oluşmasına neden oluyordu.
Ayrıca, yine bir küresel kriz olan iklim değişikliğine de sık sık dikkati çekmiş, iklim krizine karşı mücadeleye destek olmak için okulu asıp oyuna kaçmak yerine, eylem yapan kendileri minik, idealleri büyük öğrencilere de destek veren çok az sayıdaki liderden birisi olmuştu. Bunu yanı sıra, yine büyük çevresel felaketlere yol açması muhtemel olan nükleer enerjinin de karşısında olduğunu defalarca dile getirmişti.
Özetle, Mormon inancı ile yetiştirilmiş olması, boş zamanlarında DJ’lik yapmaktan hoşlanması ve iktidarı sırasında çocuk dünyaya getiren ikinci kadın devlet lideri olması gibi konular, Ardern’e olan ilgiyi bi’ hayli arttırmıştı. Kendisi sıradan hayatını yaşarken ve bu sürede politikacı mesaisini de ziyadesiyle yerine getirirken, görmek isteyenler onun başka yönlerini ortaya çıkarmaktan kendilerini alıkoyamıyordu. Ne de olsa, sıra dışı olmak, böyle bir bedeli de beraberinde getiriyordu.
Aşırı sağın, tüketim kültürünün, muhazafakâr düşüncenin, çevreye ve vatandaşına uygulanan duyarsız politikaların zirve yaptığı bir çağda, adeta soluklanmak için bir fırsat olmuştu.
‘’Hepimiz biriz, onlar biziz.’’
Görev yaptığı dönemdeki belki de hafızalarımıza kazınan en önemli tutumu, ülkesinde 15 Mart 2019 Cuma günü yerel saatle 13.40’da Christchurch kentinde düzenlenen Al Noor ve Linwood camilerine terör saldırılarının hedefi olan İslamofobi’ye karşı izlediği politikalar oldu.
50 kişinin yaşamını yitirdiği, 48 kişinin ise ağır yaralandığı cami saldırılarının faili, 28 yaşındaki Avustralyalı Brenton Harrison Tarrant, kendini gizlemenin aksine, aylardır tasarladığını itiraf ettiği bu terör eylemini kendi sosyal medya hesabı üzerinden canlı olarak yayınlamıştı. Benzer terör eylemlerini düşününce, bu eylemin öncekilerine benzemediğini açıkça görebiliyoruz. Saldırganın hedefinde ise, yayınladığı İslam karşıtı mesajları da düşünecek olursak, apaçık İslam karşıtlığı vardı.
Bunun yanı sıra, saldırganın yine kendi sosyal medya hesabı üzerinden saldırı öncesi yayınladığı 73 sayfalık manifestosunda kısaca; beyaz ırka mensup olmayanların; yani Avrupalı olmayan, Müslümanların kendi topraklarından uzak durması gerektiğini, bu saldırıyı beyaz ırkın ve Avrupa halkının varlığını sürdürme davası olarak ifade ettiğini görüyoruz.
Katliam için Yeni Zelanda’yı seçme nedenini ise saldırının daha çok ses getirmesi olarak açıklıyordu. Çünkü, suç oranı düşük olan Yeni Zelanda, bu terör eylemiyle 1 günde 1 yılda verdiğinden daha fazla kişiyi katliama kurban vermişti.
Göreve geldiği andan itibaren belki de en zor sınavı ile karşı karşıya kalan Ardern’in yapacakları ise merak konusu olmuştu.
Saldırıların akabinde aldığı tutum, söylediği her söz, belki de siyasal iletişimde uzun yıllar örnek gösterilmesi gereken dersler içeriyordu. İnsanlığın bir liderde aradığı özellikler, Ardern’de çoktan vücut bulmuş ve tüm dünya tarafından hayranlıkla karşılanmıştı.
Kuşkusuz bu tavırları onu, “kritik bir anda doğru şeyleri yapan” etkili bir dünya lideri konumuna yükselmişti. Tüm dünya basınının literatürüne “yeni liderliğin vücut bulmuş hali olarak” geçti. Mağdur yakınları ile kurduğu empatik bağ, gösterdiği ilgi ve dayanışma, Müslümanlara yönelik sergilediği tutum ve söylemiyle tüm dünyada takdir toplamıştı.
O dönemde yaptığı konuşmalardan belki de en sembolik ve en akılda kalıcı olan bu konuşmasını, kaç kere geriye sarıp izlediğimi hatırlamıyorum bile:
Peki, bu saldırı ile ilgili Trump’la olan atışmasını hatırlayanınız var mı? Diyalog bittikten sonra bakalım o sesi siz de duyabilecek misiniz?
Ardern, terör saldırısının ardından Trump ile yaptığı telefon görüşmesi, başta ABD’de olmak üzere dünya basınında yankı uyandırmıştı.
Trump, Yeni Zelanda’ya nasıl yardım edebileceğini sordu. Ardern de yanıt olarak,’’Tüm Müslüman topluluklara sempati ve sevgi göstererek’’ demişti.
Hikayemizdeki esas kadınımızla ilgili hazırladığım yazının sonuna gelirken tüm dünyanın içinde bulunduğu Pandemi sürecinde, Ardern’in başbakan olduğu Yeni Zelanda’da neler oluyordu?
Başından beri empati duygusu ile öne çıkan lider, yine bu süreçte de vatandaşları ile empati kurmaya devam etmişti. “Evde kal, hayat kurtar” video mesajları yerli halka güven vermiş ve kriz anında insanlara ulaşmak için Facebook Canlı ‘yı sık sık kullanmıştı. Nazik üslubu ve vatandaşlarına birinden yardım etmesini istemesi ve “Birleşin!” çağrısı büyük hayran kitlesini kazanmasına sebep olmuştu. Sürekli olarak net ve tutarlı mesajlar göndererek vatandaşları ile duygusal bir bağ kurmuştu.
Yalnız değilsiniz!
Peki bu tutum ne kadar etkili olmuştu?
Rakamların da doğruladığı gibi yine empati, dayanışma ve sevgi kazanacaktı.
Yazımıızın sonuna gelirken, Ardern’in BBC’ye verdiği röportajında akıllara kazınan bir cümleyi tekrar hatırlatmak isterim:
BBC: Bu toplumu nasıl bir araya getireceksiniz?
Jacinda Ardern: Bence bu toplum zaten bir arada bulunuyor ve benim görevim parçalanmamasını sağlamak.
Var bir hayalimiz..
Haftaya yeni topuk sesleri ile tekrar aynı yerde aynı saatte buluşmak dileğiyle, sağlıcakla ve empati ile kalın.
*Bu yazı Dış Politikada Kadınlar Platformu tarafından sağlanan fon desteğiyle sizlere ulaştırılmıştır.
Kaynakça