[voiserPlayer]
Farklı ülkelerde ortaya çıkmış olan yeni teknolojilerin ya da icatların başka toplumlar tarafından benimsenmesinin tarihi, dünya tarihinin önemli konularından bir tanesidir. Toplumlar, yeni teknolojilere ve buluşlara ne kadar yol açabildikleri, bunları ne kadar destekleyebildikleri ya da ne kadar mucit yetiştirebildikleri ölçüde gelişmişlerdir demek çok da yanlış bir önerme sayılmaz. Bu konuda, Osmanlı-Türk tarihini ilgilendiren, çoğu zaman mizah konusu da olmuş matbaanın önce yasaklanması ve sonrasında serbest bırakılması, şüphesiz ki önemli bir nokta ve örnektir.
Matbaanın ilk olarak Avrupa’da 1450’li yılların başında Johannes Gutenberg isimli Alman bir mucit tarafından icat edilmiş olduğu kabul edilmektedir. Fakat Osmanlı’da bu teknolojinin, Arapça karakterli Osmanlı Türkçesi dilinde yaygın olarak kullanılmaya başlanması bilindiği üzere İbrahim Müteferrika’nın İstanbul’da 1727 yılında kurduğu matbaa ile mümkün olabildi. Peki, Osmanlı yöneticileri, yanı başlarındaki Avrupa’da üç yüz yıl boyunca var olan bu teknolojinin neden kendi topraklarında son derece sınırlı olarak kullanılmasında bu kadar ısrar etti?
Jared Rubin, Thomas J. Miceli ve Metin M. Coşgel, yazmış oldukları, “The political economy of mass printing: Legitimacy and technological change in the Ottoman Empire” isimli makalelerinde bu soruya cevap aramaya çalışmaktadırlar. Yazarlar, Albert Hourani’nin 1981 yılında yazdığı “Ottoman reform and the politics of notables” isimli makalesinde öne sürdüğü modeli esas olarak, Osmanlı sultanlarının 19. yüzyıl ortalarına kadar toplum üzerinde meşruluğunu sağlayabilmeleri için üç tane tane elit gruba (legitimizing agents) bağlı olduklarından bahsediyorlar. Bunlar, askerî, dinî (ulema) ve seküler (ayanlar ve ağalar) otoritelerdir. Kısaca açıklayacak olursak, askerî otoriteler orduyu kullanarak güç yoluyla sultanı ve devleti korurlar, sultana gerekli gördüğü iç ve dış düşmanlara karşı savunma yapma imkânı tanırlar. Dinî otoriteler ise Osmanlı sultanının devlet üzerindeki tek yönetici ve egemen olduğunu dinî ve hukukî yolla toplum nezdinde meşrulaştırma görevini görürler. Seküler otoriteler dediğimiz grupları ise devlete vergi sağlayan ticarî işletme sahipleri ve bu kişilerin devlet nezdindeki temsilcileri (ayanlar) oluşturur. Bu gruplarla sultan arasında her zaman karşılıklı bir çıkar ilişkisi mevcuttur; sultan bu gruplara toplum üzerinde itibar, yüksek maaşlı üst düzey memurluk ve dolayısıyla ülke yönetiminde söz verirken, onlar ise sultanın gerekli gördüğü meşruluğu hukukî, ekonomik ve askerî yolla sağlama görevini görürler.
Bu noktada, yazarlara göre matbaanın gecikmesinin sebebi, matbaa yoluyla gerçekleşmesi muhtemel bir bilgi transferinin bu gruplardan bir tanesi olan ulemanın gücünü tehdit etmesinden kaynaklıdır. Birinci sebep, dinî metinleri düzenleyerek hukukî metin haline getirme (fetva), yorumlama ve tebliğ etme açısından Osmanlı devletinde tekeli elinde bulunduran dinî otoritelerin, matbaanın yaygınlaşmasıyla bu bilgilere ulaşma açısından tekellerinin kırılacağına inanmalarıydı. İkinci olarak, İslami öğretide, sözlü gelenek dediğimiz, yani Peygamber Muhammed’den geldiğine inanılan rivayetlerin, yani hadislerin ve diğer temel kaynakların yalnızca bir hocayla yüz yüze yapılacak bir eğitim sürecinden sonra öğrenilebileceği din adamları tarafından –halen- sık sık tekrarlanır. Bu durum din adamlarına toplum nezdinde bir saygınlık sağlıyordu, zira din adamları dinin tek kaynaklarıydı. Fakat matbaayla birlikte gerçekleşmesi muhtemel sözlü öğretiden yazılı öğretiye geçiş, sıradan insanların da dinî metinlere ulaşmasını sağlayacak ve din adamlarının saygınlıkları gittikçe azalacaktı. Bununla birlikte dinî bilgilerin yaygınlaşması, toplumda sultanın da meşruluğunu kaybetmesine sebep olabilirdi. İslam’a uygunluk ya da aykırılık konusunda fetva verebilecek devlete bağlı olmayan başka sınıfların ya da din adamlarının ortaya çıkması sultanın otoritesinin tehdit edilmesine yol açabilirdi. Bu sebeplerden dolayı ulema, sultana matbaanın Osmanlı Türkçesi ve Arapça dillerinde kullanılmasının yasaklanması konusunda baskı yaparak amacına ulaşmıştır. Öyle ki, Sultan Yavuz Sultan Selim tarafından Arapça veya Osmanlı Türkçesi ile kitap basmak ölüm cezasıyla cezalandırılmıştır.[1] Rumca, İbranice ve Ermenice dillerindeki Osmanlı matbaalarının 1500’lerin başından itibaren yani Avrupa ile hemen hemen aynı zamanlarda serbestleşmesi de yazarların bu tezini doğrular niteliktedir.
Peki, matbaa Osmanlı’da, Türkçe ve Arapça olarak ne zaman ve neden serbest bırakıldı? Yazarlara göre, alternatif meşruluk kaynakları ortaya çıktıklarında, yani Sultanlar artık dinî meşruiyete eskisi kadar ihtiyaç duymadıkları zaman matbaayı, daha doğrusu dini metinlerin basım ve dağıtımını serbest bırakma yoluna gitmişlerdir. Zaman olarak da Müteferrika matbaasından yaklaşık yüz yıl sonraya tekabül eder. Esasında Müteferrika matbaası 19. Yüzyılın ortalarına kadar oldukça sınırlı sayıda ve dinî olmayan kitaplar basılabildi. Yani 1727 yılında kurulan ve Türkçe ve Arapça kitaplar basan bu matbaa da ulemanın otoritesini ilk başta tehdit etmiyordu.
Alternatif meşruluk kaynaklarının ortaya çıkışı ise, makaleye göre, 19. yüzyılın ortalarındaki merkezileşme hareketleriyle birlikte olmuştur. Devlet memurlarının kırsallarda görevlendirilerek günümüzdeki modern devlete geçiş aşamasını başlamasıyla gelen kurumsallaşma, dinî meşruiyete olan ihtiyacı yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte yine merkezileşmeyle birlikte gelen okullaşma da matbaaya olan gerekliliği artırmıştır. Avrupa devletleriyle nispeten daha angaje olmuş olan bir diğer elit grup olan ticari sınıf da matbaanın gerekliliklerin ve ticari ilişkilerdeki kullanılabilirliğinin farkına varmıştır. Bu sınıfın da toplumdaki gücünü artırması bu süreçte etkili olmuştur. Tabii ki bu sebepler arasına anayasacılık faaliyetlerini de eklemek gerekmektedir. Toplumla devlet arasında yapılan bir sözleşme, son derece basit bir şekilde olsa dahi, en azından teorik olarak vatandaşlar gözünde devletin meşru olarak yaşamını sürdürebilmesine imkân verebilmektedir. Yani Osmanlı devleti, dinî otoritelerin yerine koyabildiği diğer meşruluk kaynaklarının güçlenmesi/doğmasıyla birlikte dinî sınıfın bu etkisinden kurtulabilmiştir.
Aslında bu konuya günümüzden bakıldığında birtakım benzerlikler görmek pekâlâ mümkün. Elbette ki devletlerin meşrulukları tartışılmaz vaziyette. Benzer şekilde bir parti ya da kişi de devleti yönetmeye talip olduğunda fetva alma ya da askeri güç toplama yoluna gitmiyor; bunun yerine yüz yılı aşkın bir süredir seçimlere giriyor ve seçimleri kazanan parti ya da kişi belirlenmiş bir süre boyunca görevde kalıyor. Meşruluk artık yukarıda sayılan gruplardan değil, sandıktan alınıyor. Bütün bunlara rağmen, bu grupların da siyaset ve devlet yönetimindeki etkisi halen sürüyor. Artık meşrulaştırma görevi görmeseler de devlet bu gruplara farklı zamanlarda farklı rollerle ihtiyaç duyuyor ve görev veriyor. Özellikle dinî otoritelerin ülkemiz siyasetindeki gücü ve meşrulaştırma işlevi, devleti görevlisi olsalar da olmasalar da devam ediyor. Halen din adamlarının Türkiye’deki hükümetin lehine vermiş oldukları fetvalara ya da İslami öğretiden referans vererek destek açıklamalarına neredeyse her gün, özellikle seçimlerden önce sık sık rastlıyoruz.[2] İslami öğretideki merkezi olmayan (de-centralized) yapıya ve günümüzdeki bilgi transfer ağına teşekkür etmek gerekir ki, artık yalnızca mevcut hükümete hizmet eden İslami yapılar yok. İslami öğretiden beslenen muhalif kişiler ve gruplar da günlük hayatımızın bir parçası. Yukarıda da bahsedildiği üzere, matbaanın Osmanlı’da bu kadar uzun süre yasaklanmasının da tam olarak böyle bir durumdan kaçınmak için yapıldığını söyleyebiliriz.
Öte yandan konuya bir de dinî otoriteler açısından bakarsak, işlerin yukarıdaki kadar da değişmediğini görebiliriz. Geleneksel din eğitiminin temsilcileri, halen bireysel yollarla İslam dinini öğrenmenin eksik, yanlış veya hatalara yol açacağı hususunda hemfikir vaziyette. Onlara göre dinî eğitim yalnızca İslam dinine hâkim bir hoca ile yüz yüze, diz dize girilecek bir eğitim sonrasında mümkün olabilir. Toplumdaki statü ve dinî bilgilerin yorumlanmasındaki tekellerini ellerindeki tutma konusunda dirençleri, dört yüz yıl önceki ulema ile aynı. Bunun İslami kesimdeki ya da toplumdaki yansımaları da elbette ki başka bir yazının konusu.
———-
Not: Burada özetlenen makaleye aşağıdaki adresten ulaşılabilir:
Jared Rubin, Thomas J. Miceli ve Metin M. Coşgel, 2012. “The political economy of mass printing: Legitimacy and technological change in the Ottoman Empire” Journal of Comparative Economics 40 (2012) 357–371.
DOI: https://doi.org/10.1016/j.jce.2012.01.002
[1] Göcek, Fatma Müge, 1987. East Encounters West: France and the Ottoman Empire in the Eighteenth Century. Oxford Üniversitesi Yayınları, Oxford.
[2] https://tr.sputniknews.com/turkiye/201906231039434413-cubbeli-ahmetten-23-haziran-aciklamasi-binali-beyi-ben-kaybettirdim-diyen-haram-isliyor/