[voiserPlayer]
Türkiye aylardır S400’ler gelecek mi, iktidar geri adım atacak mı, ABD yaptırım uygular mı ekseninde bir aksiyon filmi izler gibi yakın tarihimizin belki de en kritik süreçlerinden birini takip etmektedir. S400 nihayetinde bir hava savunma sistemi fakat bu süreçte Türkiye’nin ülke olarak oryantasyonunu ve stratejik kimliğini belli edecek güçlü bir sembol haline geldi. Hem iktidar hem Avrasyacılar hem de Rus basını S400lerin alımını ve topraklarımıza konuşlanmasını bir bağımsızlık adımı olarak pazarlamayı başardılar. Hâlbuki gerçek birçok uzmanın hem teknik hem de stratejik boyutuyla izah ettiği üzere bundan çok uzak.
Bu yazıda Türkiye’nin ülke olarak stratejik oryantasyonunun neden Batı olduğunu ve Batı’dan neden vazgeçmememiz gerektiğini ele alacağım. Her ne kadar son 10 yılda bilinçli bir şekilde Batı normlarını, değerlerini ve fikriyatını ağır eleştiren bir iç siyaset iklimi yaşansa da başta ekonomik sebeplerle Batı İttifakı içerisinde yer almaya devam ediyoruz. Hiç şüphe yok ki Ankara’nın Batı-karşıtı diskuru iktidarın elindeki maddi güç ve imkânlarla desteklenince –özellikle Gezi protestolarından sonra yaşanan süreçte– Batı ile ilişkimiz oldukça problemli bir zemine taşınmıştır. Bu konuda Ankara’nın hataları olduğu kadar ABD ve AB’nin umursamazlığını ve Suriyeli mülteciler konusunda görüldüğü üzere empati eksikliğini de not etmek lazım.
Bugün ülkemizdeki Avrasyacı çevreler Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasını, Rusya ve Çin’le ittifak ilişkisine girmemizi arzu etmekte bu yöndeki adımları Atatürk devrimlerinin tamamlanması olarak lanse etmektedirler. Son zamanlarda yükselen milliyetçi dalga iktidarın da gücü ile birleşince bu argüman geleneksel dar Avrasyacı çevrelerinin ötesinde de belirli bir alıcı kitlesi bulmuştur. Bu noktaya gelinmesinde kronik olarak çözülemeyen Kürt meselesinin rolünü küçümsememek lazım.
Özellikle 2016 yılından bu yana ülkemizde oldukça etkili ve hedef-odaklı bir sosyal medya manipülasyonunun devam etmekte olduğunu görüyoruz.[1] Geleneksel medyanın içler acısı durumu göz önüne alındığında sosyal medyada Avrasyacı çevrelerin elde ettikleri kazanımlar gerçekten de kayda değer. Bunun ibret verici etkileri S400 tartışmasında açık olarak görüldü.[2] Hem hükümet hem Rus medyası “rıza üretiminde” oldukça başarılı bir performans sergiledi. Ne var ki, yakın geçmişte Sputnik Türkiye’de yaşanan işten çıkartmalar da Sputnik Türkiye gibi aktörlerin hangi saiklerle hareket ettiğini geniş kesimlere göstermiştir. Nihayetinde hangi ülke veya odaktan olursa olsun yabancı bir haber ajansının bir ülkede bu kadar etkili olabilmesi ve kamusal tartışmayı alenen başka bir ülkenin lehine yayınlarla yönlendirebilmesi bir ulusal güvenlik zafiyetidir. Ne var ki, bu olanağın sağlanması Ankara tarafından onaylanan bilinçli bir tercihtir ve tesadüfi değildir.
Türkiye’nin Batı İttifakı’ndan kopup Rusya Federasyonu’na yönelmesi tartışması sanki iki benzer veya eşit güçten bahsedildiği yanılgısını doğurmaktadır. Rusya Federasyonu’nun 2018 yılı itibarı ile gayrisafi yurtiçi hasılası 1,657 trilyon dolardır. Bu ancak İtalya’nın gayrisafi yurtiçi hasılasının (2,073 trilyon dolar) %79’una tekabül etmektedir. Aynı yıl ABD’nin gayrisafi yurtiçi hasılası ise 20,494 trilyon dolar olarak gerçekleşmiştir ve bu rakam Rusya Federasyonu’nun gayrisafi yurtiçi hasılasının 12 katı kadardır.[3] Rusya Federasyonu’nun ekonomisi petrol ve doğal gaz pazarlarındaki dalgalanmalarına karşı çok açıktır. Türkiye’nin ise çok-boyutlu ve ana pazarı Avrupa olan bir ekonomisi vardır. İhracatımızın %50’si Avrupa Birliği ülkelerine gerçekleşirken Şanghay İşbirliği Örgütü ülkelerine sadece %5 düzeyinde mal ihraç ediyoruz.[4] 2018 yılının Ocak-Ekim döneminde Türkiye’ye yapılan doğrudan yabancı yatırımın (DYY) %76’sı Avrupa ülkelerinden %9.1’i ABD’den gelmekte, yani toplam olarak Türkiye’ye gelen DYY’nin %85’i Batı’dan gelmektedir.[5] Bu veriler Türkiye’nin ekonomik olarak Batı pazarlarına entegre olduğunu ve ürettiği malı o pazarlara sattığını göstermekte, karşılıklı bir bağımlılığa işaret etmektedir.
Bununla birlikte Türkiye ile Rusya Federasyonu hemen hemen hiçbir dış politika konusunda aynı görüşte değiller. Bosna, Kosova, Kıbrıs, Kırım, Karabağ, PKK ve terör, Türk-Yunan ilişkileri, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma hedefi, Karadeniz güvenliği ve hatta Astana Sürecine rağmen Suriye’de de birçok konuda ihtilaf halindedir. Ankara ve Moskova’nın ortak bakış açısı geliştirdikleri tek konu Venezüella’dır. Bosna ve Kosova’da Müslümanları Rus-destekli Sırp saldırılarından NATO uçakları korudu ve bu sayede Yugoslav iç savaşının sona ermesi sağlanabildi. PKK’nın halen Moskova’da faal ofisi olup Rusya PKK’yı terör örgütü olarak tanımamaktadır. Kırım’ın tüm uluslararası normlara rağmen ilhak edilmesi Türkiye’nin yakın komşuluk alanındaki en önemli soydaş gruplarından biri olan Kırım Tatarlarına indirilmiş ağır bir darbe oldu. Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine yönelik baskı ve zulme Moskova’dan değil Washington’dan ses çıkmaktadır. 2004 yılında BM Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıs Türklerinin üzerindeki tecridin kaldırılması maalesef Rus vetosu ile engellemiştir. Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki bankalarda Rus kara parası aklanmakta, Ortodoksluk üzerinden de pekişen ilişkiler Moskova’nın her zaman Rum tarafını tutmasına neden olmaktadır. Rusya, Karabağ meselesinde Ermenistan’ın ana güvenlik sağlayıcısıdır ve Güney Kafkasya’da Türk nüfuzunun artmasına şiddetle karşıdır. Karadeniz’de Rus tarafının artan agresifliği ancak NATO donanmalarının denge sağlaması ile önlenebilmektedir. Moskova Türkiye’nin AB’ye üye olmasını hiçbir zaman desteklememiştir. Astana Sürecine rağmen başta İdlib’te olmak üzere Suriye’de de aynı zaviyeden baktığımız söylenemez.
Fakat belki de en önemli husus Batı ve Rusya seçeneklerinin ülkemiz açısından iki farklı yönetim modeline tekabül etmesidir. Batı normlarında bir demokrasinin kuvvetler ayrılığı, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve ifade hürriyeti konularında ne anlama geldiği bellidir. Rusya/Avrasya seçeneğinin otoriter, insanı değil devleti önceleyen, hak ve adalet arayışı imkânlarının kısıtlı olduğu kapalı bir sistem anlamına geldiğini biliyoruz. Her ne kadar iktidar “evrensel değerleri Batı ile özdeşleştirerek otoriterliği yerel, milli ve kültürel bir özellik” olarak kodlamak istese de yaşanan derin ekonomik kriz, hukukun ayaklar altına alınması, yaygın kanunsuzluk, yolsuzluk ve usulsüzlük yerel seçimlerin teyit ettiği üzere eldeki otoriter rejimin -özellikle başkanlık sisteminin- artık geniş halk kesimlerince onaylanmadığına işaret etmektedir.[6]
20 yıl önce Türkiye’nin tüm yumurtalarını Batı sepetine koyduğu eleştirisi yerinde idi ve bu sorun müteakip yıllarda -en azından 2010 yılına dek- büyük oranda giderildi. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. Türkiye tüm yumurtalarını Rus sepetine koymaya hevesli gözüküyor. Batı-Doğu dengesi yine bozulmaya başladı. Ülkemiz bu dengesizlikten zarar görmeye başladı. Şüphesiz ki Batı bloku kendi içerisinde büyük çalkantılarla ve krizlerle sarsılıyor. Trump’la sembolleşen aşırı sağın yükselişi, Brexit, ırkçılık, transatlantik ilişkilerde eşi görülmemiş gerginlik, mülteci akını ve bunun Batı’da yarattığı panik gerçekten Batı’yı sarsmaktadır. Bu yazı anılan sarsıntıların idrakinde ve yakın takibi ışığında yazılmıştır.
Nihai tahlilde stratejik bir perspektifte Türkiye gibi bir ülke hem Batı’yı hem Doğu’yu dengelemek zorundadır. Balkanlardan Karadeniz’e, Kafkasya’dan Orta Doğu’ya, Doğu Akdeniz’den Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafi yelpazede hem Batı hem Doğu ile etkileşim ve rekabet halindeyiz. Ne var ki, İkinci Dünya Harbi’nden bu yana güvenliğimizi Batı İttifakı içerisinde yer alarak sağladık. Öyle yapmaya da devam etmeliyiz. Ekonomi, teknoloji, eğitim, inovasyon ve savunma alanlarında Batı halen daha çekici bir yer. En önemlisi demokrasi, temel hak ve özgürlükler alanlarında Avrasya bizim için bir model olmaktan çok uzak. Bunu 2013 yılından bu yana yaşananlar çok açık bir şekilde gösterdi. Tarihin saatini geri çevirmek mümkün değil. Halkımız 1999-2010 yıllarında tadını aldığı hürriyetlerden vazgeçmeye kolay kolay razı olmayacağını 23 Haziran’da bir kez daha gösterdi. Atatürk devrimlerinin tamamlanması Rusya’ya yönelerek değil Batı standartlarının özellikle demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve ifade hürriyeti konularında tam olarak topraklarımızda yaşatılmasıyla gerçekleşecektir.
Kapak Fotoğrafı: Dmitri Vrubel, 1979 (Resmin altında Almanca olarak “Tanrım, lütfen bu ölümcül aşktan kurtulmama yardım et” yazıyor).
[1] Akın Ünver, “Russia Has Won the Information War in Turkey” (Rusya Türkiye’deki Enformasyon Savaşını Kazandı), Foreign Policy, 21 Nisan 2019, https://foreignpolicy.com/2019/04/21/russia-has-won-the-information-war-in-turkey-rt-sputnik-putin-erdogan-disinformation/.
[2] Sputnik Türkiye’nin bu tür Twitter haberlerinden bazı örnekler için bakınız Sputnik Türkiye (@sputnik_TR), 18 Temmuz 2019 15:56; https://twitter.com/sputnik_TR/status/1151868379092987905; Sputnik Türkiye (@sputnik_TR), 22 Temmuz 2019, 15:45, https://twitter.com/sputnik_TR/status/1153315008438079488; Sputnik Türkiye (@sputnik_TR), 22 Temmuz 2019, 14:45, https://twitter.com/sputnik_TR/status/1153300036186517505.
[3] Dünya Bankası 2018 Gayrisafi Yurtiçi Hasılat (GDP) datası, data.worldbank.org, https://data.worldbank.org/indicator/ny.gdp.mktp.cd?locations=ru.
[4] Esfender Korkmaz, “Şanghay demokraside ve ekonomide kayıp demektir”, Yeniçağ, 7 Nisan 2019 yazısında TÜİK verilerini kullanmıştır https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sanghay-demokraside-ve-ekonomide-kayip-demektir-51458yy.htm.
[5] “Turkey: Foreign Investment” (Türkiye: Yabancı Yatırım), Santander Trade Portal at https://en.portal.santandertrade.com/establish-overseas/turkey/foreign-investment.
[6] Burak Bilgehan Özpek (@bozpek), 23 Kasım 2016, 9:22, https://twitter.com/bozpek/status/801355182873477123