[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde birçok Latin Amerika ülkesi geniş katılımlı kitlesel protestolara sahne oldu. Özellikle Arjantin, Ekvador, Brezilya, ve Şili’de hükümetlerin neoliberal politikalarına karşı kitlesel grevler ve eylemler gerçekleştirildi. Bu protesto dalgası, bölgede rüzgârın yeniden soldan estiğine ve halkın kitle seferberliği ile neoliberalizme son vereceğine dair yorumları da beraberinde getirdi.
Böyle bir atmosferde, Bolivya’da yaşanan son siyasi kriz bölgedeki gündemi bir anda değiştirdi. Dünyada gelir dağılımı eşitsizliğinin en yüksek olduğu bölgelerden biri olan Latin Amerika’da, Bolivya’da yerli halk için eğitimden ekonomiye önemli pek çok politikayı hayata geçiren Başkan Evo Morales, siyasi protestoların ardından askeri bir müdahale ile istifaya zorlandı.
Yine, Venezuela ve Nikaragua gibi sol yönetimlerin iktidarda olduğu ülkelerde daha evvelden başlayan kitlesel protestolar da ara ara gündeme gelmeye devam ediyor. Gerek Şili, Ekvador ve Arjantin’de neoliberal ve IMF politikalarına karşı başlatılan gerekse Bolivya, Venezuela ve Nikaragua’da ortaya çıkan isyan dalgası, hiç şüphesiz bir memnuniyetsizliğin ifadesi. İlk grupta yaşanan isyan, neoliberalizmin yarattığı adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı öfkeyi, ikinci grupta yaşanan isyan ise iktidarın keyfiliği ve otoriter eğilimine karşı bir başkaldırıyı temsil ediyor.
Ancak, Latin Amerika genelinde yaşanan bu memnuniyetsizlik, bazı uzmanlarımız tarafından oldukça yüzeysel ve taraflı ele alınmakta. Toplumsal adaletsizlik ve eşitsizliğin hızla derinleştiği Şili, Ekvador ve Arjantin’de yaşanan kitlesel hareketler müjdeleyici bir gelişme ve “iyi huylu” protesto olarak anılırken, otoriterleşen ve anayasal sınırları zorlayan solcu liderlere karşı yapılan gösteriler, bir anlamda darbecilik ve emperyalizme hizmet etmekle suçlanmakta ve “kötü huylu” görülmekte. Adaletsizliğe ve gelir dağılımında eşitsizliğe başkaldırı, halkın sokakta söz söyleme hakkı olarak görülürken, rejimin otoriter eğilimlerine karşı çıkan kitle, keskin bir şekilde emperyalist motiflerle ilişkilendirilmekte.
Bu yaklaşım, bölgede yaşanan gelişmelerin hala dar Soğuk Savaş parametreleri ile okunduğunu göstermesi açısından manidardır. Kaldı ki ikinci grupta bahsi geçen ülkelerde, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda şiddet olaylarını kışkırttığı iddia edilen muhalif hareketlerin hepsi belli bir şehir, zümre, sınıf, yaş, cinsiyet veya mesleki grupla sınırlı kalmamakta, aralarında farklı birçok etnik ve ideolojik grubu barındırmakta.
Bu bağlamda, öncelikle bölgede yaşanan değişimi doğru okumak lazım. Latin Amerika’da sol hükümetler epeyce alkışlanan başarılara imza atmasına rağmen, kendi iktidarlarını konsolide etmekten ve anayasal sınırların dışına çıkmaktan da imtina etmedi. Gerektiğinde demokratik olmayan yöntemlere başvurarak anayasanın baypas edilmesi, kurumların içinin boşaltılması ve yolsuzluğun iktidar çevresinde kümelenip kendi elitinin yaratılması gibi birçok konuda yanlışlar yapıldı.
Örneğin, 13 yıldır iktidarda olan Evo Morales, Bolivya’da neoliberalizmin dışladığı kesimlere ulaşıp, kamu harcamalarını arttırarak toplumsal refahın tabana yayılması ve daha katılımcı bir demokrasi kurulabilmesi için yeni kurumsal yapıların inşası yönünde önemli adımlar attı. Ancak, Orçun Selçuk Hoca’nın bir önceki yazısında bahsettiği üzere, demokratik yollarla başa gelen Morales, denge-fren mekanizmalarını zayıflatıp, siyasi süreci kendi lehine manipüle etti. Halkın iradesinin aksine başkanlık koltuğu için ısrar edip, kitlelerin tepkisine neden oldu.
Venezuela’da durum bundan daha vahim. Bir dönem petrolden elde edilen gelirle, gıda ve barınma gibi halkın en temel ihtiyaçlarını karşılandığı, sağlık ve eğitim hizmetleri parasız hale getirildiği, yerlilerin haklarının anayasada tanınır olduğu Venezuela’da bugün, iktidarda kalabilmek için kurallarını istediği gibi yazıp çizen ve her türlü kanunsuz kararı alabilecek bir Maduro yönetimi var. 2014’ten bu yana giderek şiddetlenen ekonomik krizle birlikte ülkede, hükümeti denetleyen bürokratik tüm kurum ve kuruluşlar, siyasi iktidarın denetimine girdi. Muhalefetin eşit şartlarda yarışma imkânı elinden alındı. Yolsuzluğa karşı mücadele sloganı ile iktidara gelen Chavez ve Maduro yönetimleri, geçmişte eleştirdiği aşırı yolsuz elitlerin arasına katıldı ve inandırıcılığını kaybetti. Bu durumdan rahatsız olan halk, sokaklara inerek tepkisini göstermeyi tercih etti.
Benzer şekilde Nikaragua’da Sandinistaların efsanevi lideri Daniel Ortega, on iki yıldır ülkeyi kesintisiz yönetiyor. 2014 yılında anayasada yapılan değişiklikle başkanlık süresi sınırını kaldırdı. Geçtiğimiz yıl eşi Rosario Ortega’yı, Başkan Yardımcılığına atayan Başkan Ortega, aile üyelerini hükümet içerisinde önemli görevlere getirdi. Hükûmet, bazı muhalif sivil toplum kuruluşlarını kapattı. Kimi gazeteci ve muhalifleri de terörist olmakla suçladı. Polis ve Ortega karşıtı protestocular arasında iki ay süren kanlı çatışmaların ardından yüzden fazla insan hayatını kaybetti.
Özetle, Latin Amerika’da neoliberal politikalara olduğu kadar, otoriterleşmeye karşı da bir isyan ve değişim talebi var. Bölgede yaşanan protestoları, hem belirgin bir sosyal dönüşümün ve hem de demokratik değerlere sahip çıkma güdüsünün bir uzantısı olarak görmek gerekir. Şüphesiz bu dönüşüm ve değişim talebi, daha pek çok derinlemesine analiz gerektiren bir olgudur.
Bugün geldiğimiz noktada, ABD emperyalizminin “arka bahçesi” diye tanımlanagelen Latin Amerika’da artık kendi seslerini duyurabileceğinin bilincinde olan ve nesneden özneye dönüşmüş bir sosyal kitle var. Bölgeye yönelik yapılan analizlerin, bu öznenin farkında olarak yapılması elzemdir. 2013’teki Gezi Parkı protestolarının, ‘dış mihrakların oyunu’ olarak adlandırılması ne kadar anlamsız ve yersiz ise, aynı şekilde Latin halklarının kendi mücadelesinin toptancı bir yaklaşımla emperyalist amaçlara hizmet ettiğinin iddia edilmesi ve kötü huylu olarak değerlendirilmesi de sorunlu bir yaklaşım tarzıdır.
Fotoğraf: Ronan Furuta