[voiserPlayer]
Karma eğitim tartışmalarıyla birlikte toplumun bir kısmının hassasiyetleri meselesi yine gündemde. Kültür kavramının son derece kısıtlı bir biçimde ve yalnızca alt kültürlerin ve küçük toplulukların yaşam pratiklerini ele alarak anlaşılması sorunlu bir yaklaşım. Bu durum azınlıkları korumadığı gibi bireysel özgürlüklere de zarar verecek potansiyel davranışları meşrulaştırabiliyor ve zaman zaman da toplumu muhafazakarlaştıran pratiklerin savunulmasında bir araç olarak kullanılıyor.
Örneğin, “bu da onların kültürü, saygı duymalıyız” ifadesi Noel kutlayan Hristiyanlar veya Muharrem ayında oruç tutan Aleviler için bir görünürlük veya toplumsal kabullenmeye evrilmiyor. Tam tersine, çoğunluk olan Sünni Türk nüfusun en radikal unsurlarının eylem ve düşüncelerinin kabullenilmesi için kültürü bir araç haline getiriyor.
Bu yaklaşımın son örneklerinden birinde yeni Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamaları ile “bir kesimin hassasiyetleri” üzerinden karma eğitim tartışmaya açıldı. Daha farklı dinamiklere sahip bir ülkede yaşasaydık (Türkçe meali: Laikliğin kavram ve kurumlarının büyük ölçüde kabul gördüğü, hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu, kadınların ve kız çocuklarının sürekli bir tehdit altında olmadığı… ve liste uzar gider.) bu konuyu ilgili tarafların katılımıyla sakince tartışabilirdik belki. Veya “isteyen istediği okulu açsın” gibi bir yaklaşım benimsenebilirdi.
Ancak Türkiye şartlarında laikliği savunan kesimlerin, en başta da feministlerin konuya yoğun bir tepki göstermesi son derece anlaşılır bir durum. Bu sözlerin söylendiği bağlama bakıldığında, bu sözlerin araladığı kapı bizi asla nötr bir tartışmaya götürmüyor. Aksine, kız çocuklarının adım adım sosyal hayattan yalıtılması ve zorluklarla elde edilmiş olan kazanımların kaybedilmesi gibi tehlikeleri barındırıyor. Ayrıca küçük çocuklara cinsel obje gözüyle bakan bir zihniyetin meşruiyet ve resmiyet içinde bir zeminde tartışılmasının önünü açıyor.
Kültür ve Görecelilik
Bu noktada kültür ve görecelilik kavramlarını daha yakından ele almakta fayda var. Türkiye’deki “kültürümüz böyle” yaklaşımı ile antropolojideki kültürel görelilik kavramının ortaya çıkış noktası tam olarak aynı olmasa da benzer yerlere evrilebiliyor. Türkiye’deki haliyle kültürel görelilik her türlü “farklı” pratiği anlama çabası değil. Tam tersine, yukarda da belirttiğim gibi Sünni Türk çoğunluğun en katı düşünce ve pratiklerine yönelik bir kabullenme ve sonsuz anlayışlılık hali söz konusu.
Kavramın çıkış noktası, Batılı antropologların Batı dışı toplumlarda gözlemlediği ve kendi toplumlarından çok farklı buldukları davranış ve düşünüş biçimlerinin kendi sosyal bağlamında anlaşılması gerektiği yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, farklılıklar yüzünden bir kültürün daha aşağı, ahlak yoksunu veya gelişmemiş olarak yaftalanmamasını ve kendi bağlamında anlamlandırılmasını ifade ediyor. 19. yüzyılın püriten ahlak yapısı içinde yetişmiş Batılı araştırmacıların saha çalışması için gittikleri sanayileşmemiş toplumlarda gözlemledikleri kültürel farklılıkların birer eksiklik olarak algılanmasına karşı bir tepki olarak da anlaşılabilir.
Özellikle toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve kimliklerin daha esnek olması, Hristiyan Batı toplumlarında var olan katı evlilik normlarının bulunmayışı nedeniyle bu toplumları gelişim evrelerinin alt basamağında (henüz tam evrimleşmemiş) olarak değerlendirilmeleri, zamanla ırkçı ve sorunlu bir yaklaşım olarak görülmüş. Bu duruma tepki olarak gelişen kültürel görelilik ise bizi herhangi bir kültürel pratiği var olduğu yapı ve bağlam içinde değerlendirmeye davet ediyor. Öte yandan, kültürel göreliliğin ekstrem hali, anlayış göstermekte zorlanacağımız, çoğu insanın sınırlarını zorlayan bazı pratikleri de meşrulaştırma tehlikesini içermekte. Kadın sünneti veya çeşitli dini törenlerde topluluk üyelerinin kendi bedenlerine acı çektirmeleri bu uç durumlara örnek olarak gösterilebilir.
Kültür sadece toplumsal ilişkilerden azade, belirsiz bir geçmişten geldiği iddia edilen ve asla değişmeyen bir kavram gibi görüldükçe, iyi niyetli yanlış anlamalar ve kötü niyetli meşrulaştırmalar kaçınılmaz olacaktır. Kültürü daha genel bir çerçevede insan toplumlarının yaşayış şekli olarak alırsak, çok doğal olarak yaşayış biçimimizin üretim ilişkilerimize, doğal çevremize, maddi ve manevi koşullarımızdaki değişimlere göre zaman içinde değişim göstereceğini anlamak da mümkün olacaktır.
Ayrıca geçmişten bugüne hangi “kültürel değerlerin” taşındığı konusunda bir seçicilik mevcuttur: Örneğin, geçmişteki teknolojileri devam ettirmek yerine yeni teknolojik gelişmeleri benimsemekte insanlar daha isteklidir ama aynı insanların daha eşitlikçi cinsiyet ilişkileri talep etmeleri veya yaşa dayalı toplumsal statü gibi konuları eleştirmesi nedense daha zordur. Kısacası, at yerine otomobile binmek kolaydır. Hatta bizim kültürümüzde biz ata bineriz diye direnip kentlerde atla dolaşan bir kimseye rastlarsak akıl hastası olduğunu bile düşünebiliriz. Öte yandan, namus kisvesi altında kadınları kısıtlamakla ilgili pratikler kültürel öğeler olarak daha kolay kabul görmekte ve hatta yeni gelenekler icat edilmektedir.
Oysa kültür dediğimiz olgu çok daha geniş bir tanıma sahip ve genel olarak insan toplumlarının yaşayış biçimleri olarak anlaşılmalı. Bu durumda insanların okul/iş çıkışı arkadaşlarıyla bira içip sohbet etmesi, siyasi tartışma ve eylemlere katılarak çeşitli haklar talep etmesi, müzik festivallerine katılması, halkın (çok da azımsanmayacak) bir kısmının LGBTI+ bireylerin hakları konusunda açık fikirli tutumlar edinmeye başlaması, evli olmayan çiftlerin aynı evi paylaşması gibi örnekler, dönüşmekte olan kültürün birer parçasıdır.
Ancak ne hikmetse asla “halkımızın bir kısmının kültürel hassasiyeti” denince bu örnekler akla gelmiyor. Kişilerin kendi bireyselliği içinde yaşadığı bu eylemler yerine toplumun kırılgan kesimlerinin, özellikle de en çok korunması gereken çocukların haklarının gasp edildiği durumlar (erken yaşta evlilikler, kız çocuklarının okula gönderilmemesi, kadınların çalışmasının engellenmesi vb.) kültür zırhıyla kutsanıyor.
Bu tartışmalara hızlı bir biçimde tepkilerin yağması ve net bir tavır konması son derece gerekli. Ancak her siyasi demece ve açıklamaya cevap vermeli miyiz sorusu da ara sıra kendimize sormamız gereken önemli bir soru. Bir yanda yayılmasını ve normalleşmesini istemediğimiz baskıcı düşünceleri istemeden de olsa daha görünür kılma ihtimali var, diğer tarafta ise suskunluğun kabulleniş anlamına gelmesi. Bu noktada her söylemi ciddiye alıp köktenci ve baskıcı düşünce biçimlerinin ve bunların taşıyıcısı olan toplumsal aktörlerin görünürlüğünü artırmasak mı diye düşünmüyor değilim. Ancak dediğim gibi sustukça bu söylemlerin dozu da artıyor. Bu tartışma bambaşka bir yazının konusu olabilir. Yaz rehaveti çökmezse belki bunu da yazarım.
Fotoğraf: Wim van ‘t Einde