[voiserPlayer]
Günümüz Türkiyesinde artık herkesin demokrasi istediği kesin.
Bu soyut kavramın içi fena halde boş kalmış, farklı kesimlere farklı somut şeyler ifade ediyor olsa da bu böyle. Herkes için bireysel hak, hukuk, adalet, eşitlik söylemleri dillere pelesenk oldu.
İyi, ne güzel! Ancak devlet eliyle orantısız şiddet, yaşanan insani hak ihlalleri, çekilen acılar da ayyuka çıktı. Toplumsal yaşamın hemen her alanında, her ölçekli biriminde ve anında, her kesimindeki aktif/pasif saldırganlık had safhada. Halk, infial ve patlama sınırına yakın. Karşılıklı husumet ve artık iflah olmazlık inancı çok yaygın. Hatta fokurdayan öfke duygusu ve bu kanı öylesine yoğun ki, en aklı başında, sakin, demokratik, “entel/aydın yurtsever” dostlarımın, “kucaklayıcı ve kapsayıcı demokrasi” lafına bile tahammülü kalmamış artık. İdealist bir safdillik olarak görüyorlar.
Diğer yandan, durumun vahametini ve aciliyetini gören stratejistlerin de paçası tutuşmuş durumda. Muhalefeti, “öğrenilmiş çaresizlikten” kurtaracak acil yardım müdahaleleri, yaşam öpücüğüne benzer tarzındaki taktik öneriler ile canlı tutmaya, “demokratik” rejimi diriltmeye çalışıyorlar. Ama yine bütün gözler bir an evvel iktidarı değiştirmek arzusu ve derdiyle sandığa çevrilmiş durumda. Kafalarda, hangi ittifak şemsiyesi altında hangi partiler nasıl bir araya gelir, açıktaki oylar nasıl kazanılır, başka parti tabanlarından ne kadar seçmen veya siyasetçi devşirilir gibi sorular var.
Tüm bunlar son derece aşina olduğumuz tarzdaki siyaset alışkanlıklarımız. Önümüzdeki süreç tüm paydaşlarca iyi yönetilemezse eğer, en pragmatist ve oy hesabı açısından bile bakılacak olsa dahi, sahipsiz oy oranının artması işten bile değil. Hatta son yerel seçimlerde sandığa gitme oranındaki rekorun, bu kez tersi yönde kırılma olasılığı da var. Kaldı ki, joker HDP tabanını hiç hesaba katmaksızın, tüm partilerin tavlamak için hücum edeceği kararsız, partisiz, protestocu kesimin daha şimdiden toplam oranı olan %20 hiç de az değil. Her halükarda iktidar at başı veya kıl payı farkla el değiştirir. Hangi ittifak koalisyonu iktidarı ele geçirirse geçirirsin uzlaşma, eşgüdümlü toparlanma, örgütleme, dahası Anayasa veya rejimi doğrudan ilgilendirecek konularda değişiklik ve olası referandum gibi durumlarda halkla uzlaşması çok zaman alır.
Dolayısıyla, Türkiye’nin içinde bulunduğu dönemin oldukça “kritik” olduğuna katılmamak mümkün değil. Ancak, bu belirleyici yol ayrımının ve gelişimsel dönemecin bazı ayırt edici özellikleri de yok değil. Bunlardan birkaçının altını çizmek isterim.
Siyaset Kültürü ve Biçimi
Türkiye’nin modernleşmesi, yani demokratikleşmesi serüveni, kesintili ve dönemli bir seyir izledi. Salt, tüm yaşamını Türkiye’de sosyal demokrasini gelişmesine adamış, kilolarca kitap, kilometrelerce makale yazmış İlhan Tekeli’nin külliyatını burada özetlememe olanak veya gerek yok. Ancak şu kritik aşamada, siyasi tarihimizi makro bir perspektiften okumak açısından bazılarına yeniden bakmak çok yararlı ve gerekli kanımca.
Türkiye’ye, bir toplumsal analitik birim olarak, yönetene-yönetilene birlikte ve ilişkisel-düşünsel perspektiften baktığımızda ise görünen; geçtiğimiz yüzyılda ancak emekleme dönemine gelmiş ve daima kaygılı ve krizlerle beslenmiş bir serüven. Yani sergilenen, hala toy bir özneleşme, gelişme, modernleşme, demokratikleşme öyküsü. Tam anlamıyla “sınırda” bir toplumsal siyasi karakter. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şu paradokslar ve “duraklama”, hatta “gerileme” döneminin temel sebeplerini kavramadan, iyiye doğru dönüşüm çözümleri olanaksız gibi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana kaçınılmaz tarihsel ve sosyokültürel gerçekler sebebiyle zerre kadar değişmemiş siyaset anlayışı ise popülist ve otoriter. Bugünkü tek fark, gizil veya bastırılmış otoriterliğin, geçmiş farklı dönem ve derecelerdekinden daha fazla dozda ve açığa çıkmış olması.
Bir yüzyıl boyunca tabanın, yani yurttaşın sandıktan sandığa gereksiz bir ayrıntı-araç, manipüle edilebilir bir figür (oy) ve biçimsel demokrasi oyununda bir figüran (seçmen) olarak görülüp, devre dışı bırakılması. Biçimsel ve temsili demokrasinin, teslimiyet demokrasisi şeklinde işlemiş olması. “Oyunu bana ver, sen gerisine karışma” zihniyeti. Gerçek demokrasiye, toplumsal ve siyasi kültürel altyapının hazırlanmayışı. Şimdilerde adamakıllı dozu artmış ve umursamazlığı görünür olan, bu iktidar ve muhalefet biçimi.
Açıkçası, (cahil) “halka rağmen, halk için” anlayışı hâkim. Yani hep tepeden yöneten, baskıcı iktidar; edilgen yönetilen, cılız ve ürkek muhalefet.
Her zamanki içine kapanık bir tarih yazma anlayışı ve kendi devletine/iktidara endeksli bir siyaset biçimi mutlaka bırakılmalı. Dünyanın popülist siyaset(çi)lerle girdiği benzer polarizasyon dalgası ve COVID ile birlikte adamakıllı saplanılmış olan tıkanıklık ve çırpındıkça batma hali, gerçekten de son derece kritik.
Pragmatist ama Faydasız Stratejiler
İktidar değişikliği için özellikle muhalefetteki siyasetçilere kamusal danışmanlıklar ivme kazandı. Farklı medya ortamlarında her gün irili ufaklı muhtelif yazılarda birbirinden değerli fikirlere ve katkılara rastlamak olanaklı. Bu sinerjiden en fazla toplumsal yararı sağlamalı.
Gel gelelim, ortak tavır, daha çok bu ciddi yol ayrımından salt önümüzdeki seçim sonuçları ile bir çırpıda çıkılabileceğinin umulması yönünde. Oysa, sandığa bel bağlamak ve oy dağılımları için stratejik hesaplamalara girişmek her zamankinden daha da önemli ve geri dönüşsüz bir büyük hata olur.
Ancak ne yazık ki ve yine her zamanki gibi toplumsal sorunların tarihselliği, hazırlayıcı sebepleri, doğru teşhisi, en uygun ve etkili çözüm yöntemleri vb.; acelesi olmayan lüks/gereksiz veya orta/uzun vadeli, iktidar değişikliği ve gene kadrocu zihniyet ile hallolabilecek meseleler olarak görülüyorlar.
Bugünkü kritik dönemecin tarihselliğini, yani şimdide “eşzamanlı olarak dünü-bugünü-yarını” göremediklerinden, ötelenen “siyasi içgörü” olmuyor sadece. Yine her zamanki gibi, kavramsal çözümlemenin somut pratiklere çevirisi sanki olamazmış gibi, kuramsal bilginin en önemli toplumsal praksis olduğunu da yadsımış oluyorlar.
Önerilerin çoğunun izlenecek politikalar, taktikler vs. bakımından hemfikir olduğu noktalar da hayli fazla. Ancak kanımca eski alışkanlıkları terk etmek için yeterli değil. Çoğu pragmatist, ama faydasız. Çünkü siyaset ortamı Türkiye’de ve dünyada son derece kirlenmiş ve aşırı yozlaşmış durumda. İnsanların ne siyasetçiye ne birbirlerine güveni kaldı. Kendi yurttaşlık gücü zaten hep ya ezik, büzük işlevsiz ya da yaratıcı enerjisi potansiyel olarak bırakıldı.
İletişimsiz, kutuplaşmış ve tabansız muhalefet
Öte yandan toplumcu siyaset malzemesi hiç bu kadar muhalefetten yana bol olmamıştı. Saymaya gerek yok. Adalet, eğitim, sağlık vb. hangi toplumsal alan veya konuda olursa olsun, oluşturulacak siyasaların, parti programlarının vb. somut ayrıntılarının “halka ikna edici biçimde” aktarılması, açıklanması değil sadece kritik belirleyici olacak olan.
Gönüllü muhalefet danışmanlarının kartları da açık üstelik; herkes herkesin elini görüyor zaten. Önemli bir fark var yalnız: İktidar, muhalefetin (modernist/hümanist) dilini, mantığını, adalet ve rejim anlayışının yanlışını/doğrusunu gayet iyi biliyor, ama özellikle reddediyor. Muhalefet ise iktidarın (post-modernist/hakikat-ötesi) dil, mantık ve yöntemlerini öğrenmeyi, dolayısıyla da doğruculuktan ve sosyal demokratik ilkelerden ödün vermeksizin de sağlanabilecek “aynı dilde iletişimi” bir türlü beceremedi. Sürekli sığ gündemlerle dürtülerek, yüzeysel uyaranlara ve refleks tipi tepkilerden kurtulamadı.
Öte yandan, muhalefetin klasik seçmeni, hangi sıfat kullanılırsa kullanılsın (laik, Beyaz Türk, Kemalist, endişeli modern?), malum kıyı şeridine, “kurtarılmış bölge sığınağına” akın etti, daha yeni.
Kendi bölgesinde, kapısının önünde yığınla “İkizdere” varken yani. Ana ve sosyal medyada “kraldan çok kralcı” sataşmalar, öfke/nefret patlamaları, ergen alaycılığı, kendi grubuna/çetesine sırtını dayayıp ötekine saldırılardan, yangına körükle giderek şiddeti ve yasakçı despotik baba uygulamalarını daha da çağırmaktan (vaz) geçilemiyor. En öncelikle, doğru yönetilmesi ve sönümlenmesi gereken, bu kusulan öfke ve ben-merkezcilik. Entel, sarkastik, ironik, sözsüz, sözcüksüz vs. dilsel şiddet!
Açıkçası, muhalefete en büyük zararı, yine kendi seçmeni veriyor. Böylece, yenilerin eklemlenebilmesi de engelliyor.
Dolayısıyla, bugün oy devşirme kaygısındaki siyasetçilere stratejik taktikler önermekten, aday belirlemekten, kadro hazırlamaktan daha çok, doğrudan (seçmen) yurttaşın odakta olması önemli. Onun “serseri mayın” gibi kontrolden çıkmış ve amaçsız hem olumsuz katkı yapan hem de ziyan olan “eleştirel enerjisinin” doğru yönetilerek yapıcı biçimde iş birliğine sokulması son derece önemli. Onunla aynı vizyon için pazarlıklara ve diyaloğa girilmesi çok daha önemli. Hatta olmazsa olmaz bir önkoşul olarak ivedilikle gerekli.
Zira Türkiye’de demokrasi, artık “halka rağmen, halk için” düsturuyla asla ilerleyemez. Yeni retoriklerden, yaratıcı taktiklerden çok daha fazlası ve “fark yaratacak” biçimde kökten farklısı lazım. Kısacası “halkla beraber, halk için” tam “katılımcı demokrasiye” geçiş şart. Mevcut ve dinamik koşullara göre revize edilecek programların, gerçekten “halkın kendisi için” olduğuna ikna edilmesi gerek. “Tepelerde” ve kapalı kapılar ardında pişirildikten sonra değil; daha bu politikalar oluşum halindeyken ulus tabanıyla birlikte. Medyatik siyasi söylemlerde de değil; saha projelerinde ve birlikte üretici eylemlerde. Mutlaka sembolik STK’ların ötesine geçilmeli ve her birimdeki sade vatandaşa ulaşılmalı.
Özetle, yurttaşların birlikte mücadeleye doğrudan dahil edilmesi, kendi iyilik halinin ekosistem içinde sürdürülebilirliği için ucundan tutmalarının, sorumluluk paylaşmalarının sağlanması, gönüllü katılımlarının özendirilmesi ve her yaştaki okumuş, okumamış işsiz güçsüzler ordusuna bu dönüştürücü projelerin kapılarının açılması, fuzuli bir teferruat değil; elzem.
Sonuç olarak, katılımcılık konusunda dürüstlük, içtenlik, tutarlılık ve kararlılık şart. İyi siyaset, iyi yargı, iyi ekonomi, kısacası iyi demokrasi yönetişimi, başka türlü sağlanamaz. Bu yazıyı, ayrıntılarını başka yazılarda açmak üzere, başladığı şekliyle burada noktalayayım o halde: “Kapsayıcı ve kucaklayıcı demokrasiye geçiş şart!”
Fotoğraf: Keith Luke