[voiserPlayer]
Kahramanmaraş depremi, henüz enkazlar bile tam olarak kaldırılmamışken Türkiye tarihinin en büyük can kaybının yaşandığı afet durumuna geldi.
Bu deprem öncesi, en çok kaybın verildiği yıkım olan 1939 Erzincan depreminde hayatını kaybedenlerin sayısı 32 bin iken, Kahramanmaraş depreminde can verenlerin sayısı şimdiden 41 bini aştı. Yarattığı yıkım ve toplumsal şok halen belleklerde olan 1999 Marmara depremindeki kayıp sayısı ise 18 bindi.
Rant, para hırsı, insan canına gösterilmeyen saygı ve bozuk sistem bu depremle bir defa daha gözümüze sokuldu. Sonuçta bedel ödeyen ise yine halk oldu.
Aslında 1999 Marmara depremi, yeni acıların yaşanmaması adına bir milat olabilir, bir deprem ülkesi olan Türkiye’nin bütün şehirleri belirli bir süreç içerisinde yeniden inşa edilebilirdi. Üstelik deprem sonrası verilen canların yanı sıra, meydana gelen maddi kayıpların da oldukça altında bir meblağ ile şehirlerimizin güvenli hale getirilmesi mümkündü.
Ancak bu yapılmadı. Bu tür bir önlem, 1999’dan bu yana geçen 24 yılın 21’inde iktidarda bulunan yöneticilerin aklından bile geçmedi. Günlük politik uğraşlar ve çıkar çatışmaları, deprem gerçeğine yıllar yılı sırt çevrilmesine ve tehlikenin hep göz ardı edilmesine sebep oldu.
Üstüne üstlük imar barışı ile kaçak yapılar yasal hale getirildi ve bunun nasıl bir faciaya yol açtığı ilk büyük depremde belirgin bir şekilde ortaya çıktı.
6 Şubat’ta yaşanan depremden 13 milyon kişi etkilendi, binlerce bina yıkıldı ancak ne yazık ki bu son olmayacak. Birçok aktif fay hattının üzerinde bulunan Türkiye’de deprem beklenen şehirlerin sayısı hiç de az değil.
İstanbul, 16 milyon kişinin yaşadığı, 25 bin binanın aşırı riskli olduğu, Naci Görür’ün deyimiyle 500 bin kişinin ölümle burun buruna olduğu ancak başta cumhurbaşkanı olmak üzere yöneticilerin bütün uyarılara kulaklarını tıkadığı kaotik haliyle büyük depremi bekleyen şehirler arasında.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, hatalarını kabul etmeyen, hatta hata yaptığı açıkça kamuoyuna yansısa bile kişiliği gereği inatlaşarak bunu tekrar eden bir siyasetçi. Doğal olarak, bu tip bir siyasetçiden özeleştiri duymak neredeyse olanaksız. Bu sebeple, 40 yıla yaklaşan siyasi yaşamında Erdoğan’dan gelen özeleştirilerin sayısı bir elin parmaklarını bile geçmez.
2017 yılında İstanbul üzerine söyledikleri, işte bu bir elin parmaklarını geçmeyen özeleştirilerinden biriydi:
“Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.”
İstanbul, tarihi, konumu ve barındırdığı güzelliklerle gören herkeste hayranlık uyandıran dünyanın sayılı şehirlerinden biri.
Erdoğan bu şehre belediye başkanı seçildiğinde, seçmenleri arasında yer alan önemli bir kesim tarafından İstanbul’u tekrar fetheden komutan olarak görülmüştü.
Seçimden sonraki kutlamalara, sloganlara, pankartlara ve demeçlere bakıldığında İstanbul “kafir”lerin elinden tekrar alınıyordu. Bir başka deyişle Erdoğan, İslam peygamberinin övgüsüne mazhar olan ikinci komutan olarak selamlanıyor ve bu şekilde kamuoyuna sunuluyordu.
Erdoğan seçildiğinde bu düşüncede olanların, kendisinin yıllar sonraki itirafı karşısında ne düşündükleri merak konusudur.
İstanbul’u “fethettiği” için yüzyıllar öncesinden peygamberin övgüsünü alan biri İstanbul’a nasıl ihanet edebilir ve bunu seneler sonra da olsa nasıl itiraf edebilir? İhanet etmişse şehri “kafir”lerin elinden almasının ne anlamı kalır?
Bir başka açıdan düşünüldüğünde muhafazakâr bir liderin, vatandaşının can ve mal güvenliğine, tarihine, kültürüne en çok değer veren ve bunu koruyan siyasetçilerin başında gelmesi gerekmez mi?
Söz muhafazakâr geleneğe gelmişken Adnan Menderes’ten bahsetmemek olmaz. Tarihi dokuyu yok etmek pahasına İstanbul’u sözde imar eden ve tarihi birçok yapıda taş üstünde taş bırakmayan O’ydu. Sayesinde birçok eser ve bölge yerle bir olmuş ve kendisi bu yolla geçmişe olan saygısını da kanıtlamıştı!
İstanbul’u her geçen yıl biraz daha mahveden politikalar sonraki hükumetler döneminde de sürdü. Bir yandan kaçak yapılaşma artarken diğer yandan şehrin dokusu gün geçtikçe bozulmaya devam etti.
Özal iktidarında belediyelere imar yetkisi verilmesiyle ise iş iyice çığırından çıktı.
Ardından gelen Erdoğan’ın belediye başkanlığı ve başbakanlık yıllarıyla İstanbul, en sonunda bugünkü karmaşık, yozlaşmış ve çarpık haline büründü.
Savundukları görüşler ve durdukları konum bakımından büyük bir depremin beklendiği İstanbul’un üzerine titremesi gerekenler, art arda el birliğiyle şehrin canına okudular.
Görüldüğü gibi, para, rant ve koltuk sevdası söz konusu olduğunda insan hayatı, tarih ve kültür bu muhafazakar siyasi geleneğin umurunda bile değil.
Bunun acı sonuçlarını yaşamamak için depreme karşı bilimsel yöntemlerle önlem alacak bir anlayışın iş başında bulunması en önemli önceliğimiz olmalı. Aksi takdirde son depremde yaşanan kayıpların çok daha büyüğüyle karşı karşıya kalmamız hiç de azımsanmayacak bir olasılık olarak karşımızda duruyor.