[voiserPlayer]
Koronavirüs salgını karşısında bütün dünya devletleri ve halkları zor bir imtihan veriyor. Daha önce modern zamanda böyle bir salgın tehdidiyle karşı karşıya kalmamış olan devletler ve halklar panik halindeler. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri alınmamış önlemler devletler tarafından alınmaya başlandı. Bazı devletler ve toplumlar bu süreci daha iyi yönetirken bazılarıysa sınıfta kaldı. Bu yazı bu devletlerin ve toplumların neden süreci iyi yönetip yönetemediğinden çok bu süreci iyi yönetip yönetememenin ne anlam ifade ettiğini inceliyor.
İnsanlığın karşılaştığı tehditlerin büyük bir kısmı kendi fikirlerinin ürünü oluyor. Savaşlar, ekonomik krizler, isyanlar, katliamlar insanlığın düşünce dünyasının dış dünyaya yansıması sonucunda ortaya çıkan facialar. Bir insanın bir başka insana zarar vermek istemesinin sebebi de çoğu zaman kendi gerçekliğinin dikte ettiği davranış modellerinden kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında insanın insana karşı oluşturduğu tehdidin kaynağı soyut ve düşünsel kavramlar ve bu kavramların davranışa dönüştürülmesi. Siyasi, toplumsal ve hatta bireysel çatışmalarda farklı gerçeklikler ve farklı soyut kavramlar birbirleriyle çarpışıyor. Zaten çağımızın önde gelen sorunlarından biri de farklı gerçekliklerin toplumsal arenada çarpışmasıyla kutuplaşmanın gitgide artması.
Toplumlar içerisindeki değişik gruplar gitgide farklı gerçeklik merceklerinden dünyaya yaklaşıyorlar. İnsanlar ortak bir gerçeklik ve hakikat algısını ve tutunabilecekleri nesnel bir dayanağı yitiriyorlar. Her fikir ve gerçeklik eşit derecede kabul görebilir hale geliyor. Buna bazıları post-modern çağ bazıları da post-truth çağı diyebilir. Nesnel gerçekliğin var olmadığı, dış dünya ile ne kadar uyumsuz olursa olsun her fikrin bir diğeriyle eşit derecede saygı görmesi gerektiği algısının hükmettiği bir insanlık düzeni.
Felsefi anlamda insanlar için nesnel hakikatin tamamen var olamayacağı ihtimali yüksek olsa da her gün karşılaştığımız meselelere karşı farklı toplumsal grupların yaklaşım şekli toplumdaki ciddi bir kesimin ve hatta toplumu yöneten erklerin gerçeklikten ne kadar kopuk olduğunu bizlere sorgulatabiliyor. Ve bütün bu fırtınanın içerisinde birden turnusol kâğıdı işlevi görebilecek bir felaket ortaya çıktı: koronavirüs salgını.
Koronavirüs salgınının insan sağlığı için yarattığı risk o kadar büyük ki sadece birkaç hafta içinde normal seyrinde giden dünya düzenini alt üst etti. Finans piyasalarının ve ekonomilerin çökmesine, en demokratik devletlerin bile sıkı yönetim ilan etmelerine, karantinalar uygulamalarına, sınırlarını kapatmalarına yol açtı. Refah seviyesi yüksek olan İtalya gibi ülkeler vatandaşlarına refah seviyesi daha düşük olan Çin gibi ülkelerden daha iyi sağlık hizmeti olanakları sunamıyor. Artan vakaları sadece rakamlar olarak duymuyoruz. Toplumların önde gelen figürlerinin de virüsü kaptığını öğreniyoruz. Uzun zamandır ilk kez toplumun değişik kesimleri bir sağlık tehdidine karşı bu kadar eşitlenmemişti. Koronavirüs zengin ya da fakir ayrımı gözetmeksizin dünyaya yayılıyor, devletin en üst kademesindeki kişilere bile bulaşıyor. Aslında koronavirüs uzun zamandır ilk kez hepimizin sadece insan olduğunu ve biyolojik varlıklar olarak ne kadar eşit olduğumuzu bize hatırlatıyor.
Farklı gerçekliklerin birbirleriyle durmadan çatıştığı ve farklı toplumsal grupların hakikatin tekeline sahip olduğunu iddia ettiği bir ortamda koronavirüs salgını insanlığa çıplak bir gerçeklik sundu ve ağır bir darbe vurdu. İnsanlık kimsenin kolay kolay inkâr edemeyeceği, manipüle edemeyeceği nesnel bir gerçekle karşı karşıya kalmış durumda. Her devlet ve toplum kendi imtihanını veriyor, ancak herkes tamı tamına aynı sorunla karşı karşıya. Ama aynı anda da devletler ve toplumlar bu sorunla başa çıkabilmek için koordinasyon halinde olmak zorundalar çünkü virüs sınır tanımayan küresel bir felakete yol açmış durumda. Salgının yarattığı küresel sağlık sorunu bir yana, salgının yol açmaya başladığı küresel ekonomik felaket de sınır tanımıyor. Bu salgını kontrol altına alabilme sürecinde farklı dünya görüşlerinin pek bir önemi kalmamış durumda. Bütün devletler ve toplumlar tam olarak aynı somut ve hatta biyolojik tehditle karşı karşıya oldukları için vermeleri gereken mücadele de öznel gerçekliklere yer bırakmayan akılcı çözümler üzerine kurulu olmak zorunda kalıyor.
Koronavirüs salgını, kurumların işleyiş şeklindeki, toplumların davranış modellerindeki, devletlerin yönetim biçimlerindeki farklılığı (demokratik-otoriter vs.) çok kültürlülük kisvesi altında kültürel farklılıklar olarak değerlendiren ve mübah gören zihniyete ağır bir darbe indiriyor. Bütün devletler ve toplumlar akılcı hareket etmeleri gereken benzer bir senaryoya maruz kalmış durumdalar. Bu açıdan bakıldığında, koronavirüs salgını, farklı devletlerdeki kurumların ve toplumlardaki düşünce ve davranış modellerinin ne kadar akılcı bir işleyişe sahip olduğunu anlayabilmek için evrensel bir görece oluşturabilme niteliğine sahip. Bu salgın, büyük çaplı somut bir kriz karşısında farklı toplumsal grupların gerçeklikle bağının ne kadar kuvvetli olduğunu ölçmemize yarayabilecek bir araç. Uzun süredir çok kültürlülük ve post-modernizm gibi düşüncelere dayanarak farklı dünya görüşlerinin geçerliliği meşrulaştırılıyor. Bu farklı düşüncelerin geçerliliğini değerlendirebileceğimiz bir kıstası yitirmeye başladığımız “post-modern” çağda, koronavirüs salgını, yarattığı somut tehdidin büyüklüğü ile kaybolan evrensel görecenin yeniden tesis edilebilmesi olanağını sunuyor.
Salgın, kurumların işleyişini ölçmek için bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Uzun zamandır ilk kez siyasi ve ekonomik sistemlerin, toplumsal değerlerin işlevselliğini bu denli objektif bir şekilde ölçebileceğimiz bir kıstasa sahibiz. Yaşadığımız deneyim ne kadar acı olursa olsun, bu salgın, devletlerin ve toplumların bu krize karşı verdikleri tepkileri inceleyerek bu devletleri, toplumları ve kurumlarını kültürel bağlamların dışında evrensel kriterlere göre değerlendirebilmek için bir fırsat sunuyor. Devletler de karşılaştıkları somut tehlikenin boyutunu biraz olsun anlamış haldeler ki dünyanın normal işleyişinde hiçbir zaman karşılaşamayacağımız manzaraları bize sunuyorlar. Kapitalist düzenin merkezi olan bir ülkenin merkez bankası faiz oranlarını sıfıra indirebiliyor, serbest piyasanın hüküm sürdüğü ülkelerde bütün sağlık hizmetleri kamulaştırılabiliyor, dünyanın öbür ucunda ise dini değerleri en üst noktaya koyan muhafazakâr bir yönetim toplu ibadetleri yasaklayabiliyor. Uzun zamandır ilk kez devletler ve toplumlar kendi alışkanlıklarına ne kadar ters düşerse düşsün karşılaştıkları sorunu çözmeye yönelik akılcı hareket etmek zorunda bırakılıyorlar. Sorunun küresel boyutta olması, devletlerin koordinasyon halinde olması gerekliliği, devletleri belki de istediklerinden daha şeffaf şekilde krizi yönetmeye iterek sürecin farklı devletler tarafından ne kadar iyi yönetildiğini değerlendirmemiz için büyük bir olanak sunuyor.
Siyasi gruplar istediği kadar inkâr etsin, toplumsal gruplar istediği kadar yok saysınlar, koronavirüs vereceği zararı vermeye devam ediyor. Bu salgın, doğru ile yanlışın kültürel görecelilik kisvesi altında bulanıklaştığı küreselleşme çağında, bize toplumları, devletleri ve kurumları inceleyebileceğimiz nadir bir berraklık penceresi sunuyor. Devletler sınırlarını kapatsa da salgın küresel bilinci güçlendirme, kolektif bir mücadele içinde olduğumuz hissini pekiştirme ve insanları birbirine yakınlaştırma gücüne sahip. Aynı kaderi paylaşan farklı toplumlar birbirlerinin zaaflarını bütün çıplaklığıyla gözlemleyebilecek bir şansa sahip. Evrensel kıstaslara göre birbirimizi değerlendirebileceğimiz bu kriz döneminde devletlerin ve yöneticilerin hesap vermekten kaçmaları, başarısızlıklarını örtbas etmeleri gittikçe zorlaşıyor. Aynı şekilde kriz karşısında akılcı hareket edemeyen toplumsal grupların düşünce ve davranışlarının kültürel görecelilik adı altında hoş görülmesi de gittikçe zorlaşıyor.
Bütün bu açılardan bakıldığında koronavirüs salgınının küresel bir bilinç değişikliğini tetikleme potansiyeli bulunuyor. Koronavirüs salgınının, Slavoj Zizek’in “Olay” olarak tanımladığı, sadece dünyayı değil, dünyayı görme ve onunla etkileşime geçme şeklimizi değiştirebilecek bir olay haline gelme potansiyeli var.
Gerçeklikten kopukluk maalesef cezalandırılmaya mahkûm. Karşılaştığı sorunları doğru analiz edemeyen ve akılcı çözümler üretemeyen zihniyetler de başarısızlığa mahkûm. Ancak uzun bir süredir toplumlar ve devletler akılcı düşünceden uzak hareket edebilecek alana sahip oldular. Sorun aslında insanların gerçeklikten kopuk olması değil, bu kopukluğa izin veren düşünce sistemi. Çok kültürlülük ve post-modernizm, farklı düşüncelere ve kültürlere saygı ve tolerans kisvesi altında gizlice insanların cehaletini besledi, gerçeklikten kopuk, kendilerine özgü öznel bir gerçeklik yaratmalarına alan tanıdı. Böyle bir zihniyetin varlığı insanlığın karşılaştığı ve gelecekte karşılaşacağı felaketlerin üstesinden gelmesini zorlaştırabilir. Bu küresel salgın, nesnel gerçekliğin reddini yücelten bu post-modern düşünceye de bir darbe vurabilme potansiyeline sahip. Öznel gerçekliklerin değerini yitirdiği ve ortak bir akılla hareket edilmesi gereken, karşı karşıya kaldığımız tehdidi doğru analiz edip bu tehdide doğru tepkileri vermemiz gereken bir durumdayız. Aksi takdirde daha çok insan acı çekecek, devletler, toplumlar ve ekonomiler daha çok zarar görecek.
Alternatif gerçeklikler üreterek halkı mobilize eden ve kutuplaştıran popülist siyasi zihniyet şu an salt kuru bir gerçeklikle yüz yüze kalmış durumda. Siyasi aktörlerin kutuplaştırıcı ve manipülatif söylemleri ve gerçek dışı yaklaşımları, karşılaştıkları sorunun çıplak gerçekliği karşısında önemini yitiriyor. Uzun zamandır siyasetçilerin fikirleri bu kadar önemsiz, uzmanların fikirleri bu kadar önemli olmamıştı. Bu salgın, post-modernizme, göreceliliğe, popülizme, alternatif gerçekliklere ağır bir darbe vuruyor. Öznel gerçeklerin önemi azalırken nesnel gerçeklerin önemi artıyor. Duyguların ve inançların önemi azalırken, aklın önemi artıyor.
Foto: CDC