[voiserPlayer]
Türk siyasî hayatı dersinin temel amacı, Türkiye’de -Osmanlı tecrübesi de göz önünde bulundurularak- parlamento, siyasî partiler, sivil toplum örgütleri, seçimler, ordu ve seçim sistemleri gibi kurum ve olguların tarihî gelişimleri ile bunların pratik politik süreçlerle olan irtibatını, etkileşimini kavramaktır. Bu genel tarif, Türk siyasî hayatının akademik ve teorik tarafına ilişkindir. Konunun gündelik siyasetteki tezahürü ise tabir caizse bir arazi kavgasından farksızdır. Mazide vuku bulan hadiselerden, bugün kâr getirecek hisseler yahut kullanılacak bonuslar devşirmeye çalışmak Türk siyasetinin rutinlerinden. Derrida’nın yapısöküm tekniği, bizde metinden ziyade bol bol çarpıtma ve saptırma efektinin eşliğinde olay üzerinde tatbik ediliyor. Hakikatin iktidar tarafından belirlendiği bir ülkede ve propagandanın hakikatten daha inandırıcı olduğu post-truth çağında “bunda garipsenecek ne var yahu” diyenler kuşkusuz olacaktır. Haklılar; fakat garipsememek, kabul etmek anlamına gelmemeli. Zira otoriter rejimler; düşünce, algı ve ifadeleri yeniden şekillendiren manipülatif diskurlarını tam da bu kitlesel kabul üzerine inşa ederler. Öyle ki kabul, gayriahlakîliğin normalleşmesi ve meşrulaşması için otoriter rejimlerin ihtiyaç duyduğu ikna retoriğinin orijin noktasıdır. Bu yönüyle söz konusu rejimlerin tahribat boyutunu yalnızca kurumsal bağlama hapsetmemek lazım. Adeta birer hakikat ve hissiyatları ayarlama enstitüsü gibi çalışan otoriter rejimler, bireylerin ahlakî gelişimlerine de büyük zararlar verir. Erdemli tavrın hiçbir mecrada geçer akçe olmadığı bir vasatta, ahlakî endişenin yerini toplumsal münafıklık alır.
Tarih, özellikle de siyasî tarih yukarıda özetlenen sürecin en kullanışlı cephaneliğidir. Muhataplarını daima önceden belirlediği hükümleri, değerleri ve hazır reçeteleri kabule zorlayan bir iktidar anlayışı, hem kendi siyasî pozisyonunu tahkim etmek hem de rakibinin politik itibarını sarsmak için maziyi çarpıtmaktan geri durmaz. Türkiye’de, bu tarihi-politik istismar alanlarının en mümbit ve cari olanı 28 Şubat’tır. 28 Haziran 1996’da iktidara gelen Refah-Yol Hükûmeti’nin 18 Haziran 1997’de istifa etmesine neden olan ve kamuoyunda 28 Şubat Süreci olarak bilinen dönem, AK Parti’nin mutlak iyi-kötü eksenine sıkıştırıp iki yakası bir araya gelmeyen bir dilemma kıvamına getirdiği olaylardan. Mamafih 28 Şubat’ın muhtevası hâlâ tam anlamıyla tartışılmış değil. Halbuki bu konunun farklı perspektiflerden irdelenebileceği bir literatür yığını var. Juan Linz’in demokrasilerin çöküşünde sivil aktörlerin hatalarına da odaklandığı teorisinden tutun, Samuel Huntington’ın askerî müdahaleleri anlamlandırmak için ilgili ülkenin kurumsal ve siyasî ilişkilerini masaya yatırdığı modeline kadar kafi miktarda teori mevcut.
Ne yazık ki 28 Şubat hakkında üretilen akademik tezlerin -istisnaî birkaç örnek hariç- bile teorik bir çerçeveye değil, konjonktürün ruhuna yaslandığı görülmekte. Bu ürkekliğin temelinde ise bir siyasî özne olarak AK Parti’nin; bazı spesifik olayları, eylem, karar ve tutumların hatta şahsiyetlerin değerlendirilmesinde bir ahlakî ölçüt niteliğine büründürmesi var. 28 Şubat bunlardan sadece biri. Michael Humphrey’in vurguladığı gibi özne, mağduriyetini ne kadar spesifik bir olayın çıktısı olarak kurgulayabilirse, siyasî tanınırlığı ve haklılığı için o ölçüde kaynak yaratmış olur. İktidarın elinde ise bu kapsamda istifade edebileceği spesifik olaylar silsilesi var: 28 Şubat, 27 Nisan, kapatma davası, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz. AK Parti’nin, ülkedeki ekonomik pejmürdeliğe rağmen iç grup motivasyonunu diri tutmasına ve hasar gören kimliğini yeniden onarabilmesine imkan veren faktörlerden biri de bu zengin mağduriyet menüsüdür. Öte yandan bu mağduriyet hâli, işlerin yolunda gitmediği zamanlarda iktidarını muhafaza etmek için siyaset ötesine yahut siyaset öncesine atıf yapar. Propaganda çarklarının 32 kısım tekmili birden çalıştırılır ve iktidarın ödemek zorunda olduğu siyasî fatura, bir günah keçisine ahlakî fatura olarak yansıtılır. Bu günah keçisi de iktidarın siyasî istikbalini en çok tehdit eden aktörler arasından seçilir. İşte İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in partisini kurduğu 25 Ekim 2017 tarihinden bugüne dek türlü yakıştırmalara maruz kalmasındaki temel espri de burada yatmaktadır.
Bir gayya kuyusu içerisinde siyasî mücadelesini sürdüren Meral Akşener, yeni bir bölüm sonu canavarıyla karşı karşıya: 28 Şubat. Akşener birkaç gündür tedavülde olan bir videoda alenen çarpıtılan sözleri sebebiyle 28 Şubatçılıkla yaftalanmakta. İktidar mahfillerinin 28 Şubat’taki duruşundan ötürü hep sitayişle bahsettikleri Akşener, şimdilerde Refah-Yol Hükûmeti’nin kundakçısı olarak takdim ediliyor. Susurluk Skandalı’ndan sonra istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk (ve tek) kadın İçişleri Bakanı olarak 8 Kasım 1996’da göreve başlayan ve Susurluk’un tüm tortu ve kalıntısının sorumluluğunu bir anda üzerinde bulan Akşener, post-modern darbenin failliğiyle suçlanıyor. Susurluk’un gürültüsü devam ederken ilk ciddi sınavını Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesine dair yürütülen soruşturmada veren, mezkur soruşturmada adı geçen İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu ve yardımcısı ile Özel Hareket Daire Başkanı İbrahim Şahin’i görevden alarak hukuk devleti ilkesinin gereğini yapan Meral Akşener, hukuksuzluğun payandası olmakla itham ediliyor. Askerin siyasete müdahalesine müzahir olan dönemin Emniyet Müdürü Alaaddin Yüksel’i bir gece operasyonuyla görevden alan İçişleri Bakanı Akşener, 28 Şubatçılıkla anılıyor.
Hafıza-i beşer nisyan ile malul olmasın diyerek örnekleri biraz daha çeşitlendirip somutlaştıralım. TSK bünyesinde kurulan ve görevi kamuoyu ve bürokrasiyi mobilize ederek RP’yi kuşatmak olan 28 Şubat’ın icracı kurumu Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) varlığını ispatlayan belgeyi Başbakan Necmettin Erbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e vererek bu grubun varlığından devletin tepesini ilk kim haberdar etmiştir? Ayrıca BÇG’nin bazı resmî ve özel kişileri fişlediğini, hükûmete yapılacak bir askerî darbenin de Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından ortaya çıkarıldığını kamuoyuna kim ilan etmiştir? Cevapları yekten verelim: Meral Akşener. Akşener, 7 Temmuz 1997 tarihinde yaptığı basın toplantısında şöyle demiştir:
“…Mesela Batı Çalışma Grubu’nun örgütlenmesinin hukukî dayanağı olmadığı yolunda ciddi endişeler ortaya çıkmaktadır. Çok önemli bir husus var. Batı Çalışma Grubu’nun varlığı ilk defa bu belge ile öğrenildi. Belge, Cumhurbaşkanı tarafından Genelkurmay’a iletildikten sonra bu grup kamuoyuna deşifre edilmiştir. İrticaya karşı etkin mücadele amacıyla böyle bir organizasyona gidildiği ifade edilmektedir. Bizim Cumhurbaşkanı’na arz ettiğimiz belgede ise grubun çalışmalarının irtica ile sınırlı olmadığı açıkça görülecektir.”
28 Şubat’ın kudretlileri ile mütemadiyen karşı karşıya gelen Akşener, Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde, Batı Çalışma Grubu tarafından düzenlenen irtica brifinglerine vali, emniyet müdürü ve kaymakamlarla birlikte içişleri bakanlığı personelinden hiç kimsenin gitmesine izin vermeyeceğini, bu toplantılara katılan ya da katılanlar olursa kızağa çekileceklerini net bir biçimde ifade etmiştir. Akşener’in “Bu toplantıya gidecek olan içişleri bakanlığı personeli görevden alınacaktır. 81 ilin valisi de gitse 81’ini de görevden alırım” demesi askerî bürokrasi ile arasının açılmasına neden olmuştur. Üstelik bu durum basit bir soğukluk olarak kalmamış, Akşener ahlaka mugayir sözlere ve tehditlere hedef olmuştur. Dönemin Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Çetin Saner’in “Gelirsek o kadını yağlı kazığa oturturuz” tehdidiyle karşılaşan Akşener, bu çirkin mesaja “Söyleyin ona ben Balkanlıyım. Kazık deyince aklıma Balkanlı olan Kazıklı Voyvoda geldi. Kazıklı Voyvoda’yı da iyi tanırız. Ama unutulmasın ki Kazıklı Voyvoda sapıktır” diyerek cevap vermiştir.
Aslında siyasî ve toplumsal bir kamplaşma süreci olan 28 Şubat’ın ana teması irticadır. Askeri bürokrasi, var olan irtica olgusunun en büyük alamet-i farikalarından biri olarak başörtüsünü görmektedir. Hakan Akpınar’ın 28 Şubat Post Modern Darbenin Öyküsü başlıklı kitabında dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener ile komutanlar arasında başörtüsü özelinde geçen bir anekdota yer verilmiştir. Buna göre, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu toplantısında kendisine irticanın delili niteliğinde gösterilen bir fotoğrafa Akşener şu tepkiyi göstermiştir:
“Eski bir pardösü, ucuz bir eşarp, ayağında topukları yenmiş bir çift siyah ayakkabı, yanında da elinden tuttuğu kabak kafalı bir çocuk olan kadının” irtica örneği olarak lanse edilmesine kızan Akşener, komutanlara şu uyarıyı yapıyor: “Ben polislere emredeceğim ve bu hanımın başındaki örtüyü çektireceğim. Fransız askerleri de çekmişti Maraş’ta. Bunun karşılığına hazır mısınız?”
Esasen ne Akşener’in bakanlık dönemine dair misalleri çoğaltmaya ne de kendisinin malum videoda kullandığı “Refah-Ana” ifadesinin manasını tartışmaya gerek var; çünkü hakikati kabul etmek idrakten önce bir tıynet meselesidir ve unutulmamalıdır ki hakikat için tüketilen hiçbir nefes, yazılan hiçbir harf zayi olmaz.
Kuvvetle muhtemel Meral Akşener bu mesnetten yoksun iddialarla karşılaşmaya devam edecek. Hâlihazırda egemen konumda olan mazinin mağdurları, üst düzey bir hayal gücüyle siyasetin postal izini takip ettiği bir dönemde, sivil alanın haysiyetine olabildiğince halel getirmemeye çalışan 28 Şubat’ın belki de en berrak portresini galiz bir şekilde karalamakta beis görmeyecektir. Bu noktada Akşener’in ve İYİ Parti’nin yapması gereken, asılsız ve fasılsız suçlamalara karşı mukabelede bulunmak değildir. Böyle bir yöntemin tercihi, siyasî mücadeleyi töhmet perdesi asla kapanmayacak ahlakî bir sahneye taşımak olur. Burası ise Hakikatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kendi sahasıdır ve galip ayrılmak muhaldir. Dolayısıyla oyunu siyasî zeminde tutmak ve iktidarın defolarını bütün çıplaklığıyla resmetmek başvurulacak en makul yöntemdir.
Fotoğraf: Kamal Hossain