[voiserPlayer]
Cumhuriyet’in kurucuları, tarihimizin en devrimci yönetici kadrosuydu. Oldukça uzun süreçleri kapsayan birden fazla devrimci girişimi kısa sürede gerçekleştirmeye çalışmak ise en büyük handikaplarıydı.
Üretim araçlarının yetersizliği ve bu sebeple üretim ilişkilerinin gelişmemesi, bütün üstyapı kurumlarında kesin ve hızlı bir dönüşümü gerektiriyordu. Eğitim de bu üstyapı kurumlarından biriydi.
Ekonominin rotası belirlenmiş, buna göre üretim ve kalkınma sağlanarak topluma aşama kaydettirme amacı güdülmüştü. Ancak bu politikanın ve buna bağlı olarak iktisadi anlamda halkın gelişiminin ve bilinçlenmesinin uzun yıllar alacağı da aşikardı. İşte bu noktada eğitim, cumhuriyeti kuranlar tarafından en önemli bilinçlenme aracı olarak görüldü ve benimsendi.
İktisadi ilerleme ve toplumsal gelişme olmadan tek başına eğitimle halkı bilinçlendirmeye çalışmak, bir başka deyişle eğitimi cehaleti önlemede tek araç olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu düşünce ve çaba, uzun vadede ters teperek beklenenin tersine sonuçlar doğurabilir.
Ancak cumhuriyetin devrimci kadrolarının içinde bulundukları durum ve şartlarda başka türlü hareket etme imkanları yoktu. Nitekim başlatılan eğitim seferberliği ile ilk yıllarda olumlu sonuçlar da alındı. Okuma yazma oranı büyük artış gösterdi, eğitim öğretim birleştirildi, medreseler kapatıldı, üniversite reformu yapıldı.
Eğitim, yeni devletin kuruluş felsefesine göre laik ve aydınlanmacı bir anlayışla veriliyordu. Anadolu’da bulunan az sayıdaki lisede ve üniversitede eğitim ve öğretim son derece nitelikliydi. Bu yıllarda ana sorun, verilen eğitimin şartlar sebebiyle ülkenin her yanına yayılamamış olmasıydı. Eğitim kaliteliydi ancak herkes bundan yararlanamıyordu.
Eğitimin, devletin kuruluş felsefesine bağlı bir şekilde daha da kaliteli hale getirilmesi için yapılan çalışmalar 1938’den sonra da devam etti.
1940’ta kurulan Köy Enstitüleri bunun en önemli örneğiydi. Aslında Köy Enstitüleri’nin temelini oluşturacak olan girişimler de Atatürk’ün sağlığında başlamış, deneme amaçlı 84 genç askerliklerinin ardından eğitime tabi tutularak kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirilmişlerdi.
Ancak aydınlanma felsefesine bağlı, laik eğitimin ömrü uzun olmadı. Çok partili düzene geçişle birlikte tavizler verilmeye başlandı. Henüz iktidar el değiştirmemişken, velilerin izniyle okullarda din dersi verilmesinin sağlanmasının yanında imam hatip kursları da açıldı.
Tek parti döneminin son başbakanı Şemseddin Günaltay’ın bu tavizlerdeki payı büyüktü. Yine CHP iktidarının son dönemlerinde iyice işlevsiz hale getirilen Köy Enstitüleri, Demokrat Parti iktidarı tarafından tamamen kapatıldı. İmam hatip okulları da her yeni gelen iktidarla birlikte sayısını arttırdı. Zamanla başbakanlar yaptıkları imam hatip okullarının sayısıyla övünür oldu.
Bunun yanında giderek artan nüfus ve öğretmen ihtiyacı, kaliteli eğitimin tüm okullara adil bir biçimde sağlanmasını da gün geçtikçe zorlaştırıyordu.
Dinin eğitime sokulması ve artan öğrenci sayısı, ilerleyen yıllarda eğitim sistemimizin iki önemli sorunu haline geldi ve büyüyerek devam etti.
Bir yandan 40’lı yılların sonunda velilerin isteğine bağlı olarak başlatılan din dersleri 12 Eylül’ün ardından zorunlu hale getirilirken diğer yandan özellikle ilkokulların önemli bir bölümünde sınıflar bir arada ders yapmak zorunda kalıyordu.
80’li yıllara gelindiğinde bile bırakın üniversiteyi lise okumak halen bir lüks halindeydi.
Zamanla bu sorun da aşıldı ancak liseler arasında kalite farkı ortaya çıktı ve çoğu lise sadece diploma alma merkezi haline geldi.
AKP iktidara geldiğinde Türkiye’nin eğitim sistemi işte bu haldeydi.
Din derslerinin eğitim sistemi içinde yer alması AKP zihniyeti için zaten sorun olarak görülmüyordu.
Eğitimde kalite sorunu ise hep göz ardı ettikleri, hatta algılayamadıkları bir sorun olarak büyüyerek devam etti.
Bu dönemde daima nitelikten ziyade niceliğe önem verildi. Teknolojik gelişmelerin eğitime uygulanması kalitenin artışı olarak görüldü. Ders verenlerin niteliği ise hiç umursanmadı.
Sınıflardaki öğrenci fazlalığı derslik yapılarak çözülmeye çalışıldı. Sadece bina yaparak çocukların eğitim alabileceği düşünüldü. Kalite hep ikinci plana atıldı.
İktidarın bu anlayışı her yere üniversite açma inadıyla da kendini gösterdi. Daha önce liseler nasıl sadece diploma alma merkezleri haline geldiyse AKP döneminde de küçük büyük ülkenin hemen her noktasına açılan üniversiteler ve yüksek okullar aynı duruma düştü.
Bu politika, cumhuriyetin kuruluşunun ardından ilköğretim ve liselerde yıllar ilerledikçe düşen eğitim kalitesinin üniversitelere de sıçramasına yol açtı. İntihaller ve başkasına tez yazdırma gibi sonuçlar neredeyse olağan hale geldi.
Üniversitelerin çoğalması öğretim üyelerinin de artması, var olanların ise normalden daha hızlı bir şekilde terfi etmesi sonucunu doğurdu. Profesör sayısı 30 bine yaklaştı ve içlerinden okuyan öğrenci gördüğünde sinirleri bozulanlar bile çıktı.
Bu dönemin bir diğer özelliği, öğrencilerin adeta denek olarak kullanılması oldu. Milli Eğitim Bakanı defalarca değişti. Yeni gelen her bakan istisnasız kendi düşüncesini, kendi sistemini uygulamaya koymak istedi. Bu da birkaç yılda bir sistemin önemli derecede değişmesine yol açtı. Bu değişkenlikte öğrenciler ne yapacağını bilemez hale geldi, uzun vadeli plan yapma şansları ortadan kalktı.
Eğitimin niteliğindeki gerileme ve iyice karmaşık hale gelen sistem liyakatsizlik probleminin de büyümesine yol açtı.
Kadrolaşma bütün dönemlerin bir gerçeğiydi. Ancak AKP’li yıllar kadrolaşmada liyakat eksikliğinin en fazla belirginleştiği dönem oldu.
Kamunun en tepesinden en aşağı kısmına kadar birçok yer işinin ehli olmayanlara bir ödül olarak sunuldu.
Tek kriter, iktidar partisine yakın olmak haline getirildi.
Bu da işlerin aksamasına, kritik görevlere getirilen üst düzey bürokrat ve politikacıların ipliklerinin pazara çıkmasına ve bunun sonucunda yaşanan çok sayıda skandala sebep oldu.
Eğitim öğretimde yaşanan aksaklıklar ve bunun doğurduğu sonuçlar, 100. yılına yaklaşan cumhuriyetin en ciddi kamburlarından biri durumunda. Sorun artık öyle bir noktaya geldi ki eksik şartlarda, kalabalık sınıflarda, büyük paralar harcanarak eğitim yapmaktansa eğitime son vermek daha kabul edilebilir hale geldi.
Çünkü verilen eğitimin işe yaradığını ve öğrencilere katkı sağladığını söylemek olanaksız. Senelerce okula gidip gelen öğrenciler neredeyse hiçbir kazanım elde etmeden ellerinde birer kağıt parçasıyla mezun olur hale gelmişlerse ve bu gerçek, yapılan ortalama netlerle bütün sınavlarda kanıtlanıyorsa bunun üzerine ciddi olarak düşünmenin vakti gelmiş demektir.
Fotoğraf: Element5 Digital