[voiserPlayer]
Devlet için en büyük tehlike bağımsız, entelektüel eleştiridir.
M. R. Rothbard
Liberteryen teoride devletin oluşum süreci kuvvet ve mücadele doktrini ekseninde ele alınmaktadır. Nitekim F. Oppenheimer’ın “Devlet” adlı kitabında ifade ettiği gibi insanın hayatta kalabilmesinin iki yolu vardır: rıza, iş birliği ve piyasa mekanizmasına dayanan üretim yolu (ekonomik araçlar) ve başkalarının emeğine konarak mülkiyetini yağma yolu (siyasi araçlar). Bunlardan karşılıklı ve gönüllü mübadele ile ekonomik aygıtların kullanıldığı birinci yol meşru kabul edilmekte iken mal ve hizmetlere cebir ve şiddet yoluyla el konulduğu devlet oluşumuna giden sürecin nüvelerini ortaya koyan ikinci yol ise gayrimeşru olarak telakki edilmektedir. Dolayısıyla liberteryen doktrinde devlet, mülkiyetin ve mülkiyet haklarının vergiler aracılığıyla zor gücüyle yağmalandığı yasal mekanizmayı ihtiva etmektedir. Başkalarının üretmiş olduğu mal ve metayı gasp ederek varlığını sürdüren bir devlet çatısı altında hukuk dahi Bastiat’ın deyimiyle “yasal soygun” aracına indirgenmiş vaziyettedir. Liberteryen teorsiyenler, bilhassa Rothbard, devletin baskı ve sömürü düzenini nasıl sürdürdüğü sorunsalını, devlete eklemli entelektüel ve bürokrasi sınıfının rolü ve etkisi üzerinden aydınlatmaya çalışmıştır:
“Yağmacılığın üretim fazlasından desteklenmesi zorunlu olduğundan, devleti kuran sınıfın -tam zamanlı bürokrasinin- ülkede oldukça küçük bir azınlık olması gerekir. Egemenlerin birinci görevi, vatandaşların çoğunluğunun aktif veya teslimiyetçi kabulünü garanti etmektir. Kuşkusuz, desteği garantilemenin bir yolu kazanılmış iktisadi çıkarlar yaratmaktır. Bu nedenle, kral tek başına hüküm süremez; hükmetmek için gerekli olan devlet cihazının -tam zamanlı bürokrasi veya yerleşik asalet gibi-unsurlarına sahip hatırı sayılır bir taraftar grubunun var olması zorunludur.”
Öncelikle liberteryen teori, rızanın imalatı sürecinde devletin kendi lehine kullanabildiği ideolojik ve kurumsal aygıtlar üzerine yoğunlaşmaktadır. Çoğunluğun rızasının temini için bir devletin diğerlerine nispetle daha iyi, daha adil ve en tercih edilebilir olduğuna yönelik bir dünya görüşünün (welthanschauung) yaratılması gerekmektedir. Entelektüellerin bu süreç dahilinde hayati vazifeleri, bu ideolojilerin kitleler arasında teşvik edilmesidir. Kitleler bağımsız olarak fikirleri yaratamadığı ve fikirlerle düşünemediği için aydınların üretmiş olduğu fikirleri pasifçe takip etme yolunu seçmektedirler. Dolayısıyla aydınlar, toplumdaki kanaat oluşturuculardır. Devlet ve aydınlar arasındaki kadim ittifakın temelinde, aydınların kanaatleri şekillendirme ve dönüştürme hususundaki meziyetlerine devletin duymuş olduğu ihtiyaç bulunmaktadır. Bununla birlikte devletin aydınlara olan ihtiyacı net ve anlaşılabilir iken aydınların neden devlet mekanizmasına ihtiyaç duydukları tartışmaya değer bir mevzudur. Nitekim liberteryen düşünce geleneğine göre aydının geçimi, serbest piyasada hiçbir zaman garanti değildir. Entelektüel, faaliyetleri ve uygulamaları açısından devlete belli bir meşruiyet düzeyi sağlamakta; entelektüel meselelere ilgi duymayan kitlelerin kanaatlerini şekillendirme karşılığında ise devlet tarafından güvenli ve sürekli bir mevki, gelir garantisi ve saygın bir statü elde etmektedir. Bu durum, Wittfogel’in deyimiyle şairleri ve bilginleri memurlara dönüştürebilen uygarlık motifinin başat ögesi olmaktadır.
Ekonomik güvence karşılığında kanaatleri şekillendirme misyonu yüklenen aydınların kitleleri mevcut yönetim ve düzene ikna ve teşvik etmek adına istifade etmiş oldukları birtakım argümanlar bulunmaktadır. İlk olarak devlet yöneticilerinin büyük, adil ve hikmetli yöneticiler olduğuna dair yapılan algı operasyonudur ki yöneticiler ilahi kudret tarafından kutsanan ve kitlelere bahşedilen seçkinler ya da bilimsel uzmanlar olarak lanse edilir. Hükümdarlara yönetim işlerinde tavsiyeler vermek üzere yazılan “Siyasetnameler” ve Batı’daki karşılığı olan “Prensler İçin Aynalar” türü eserler bu minvaldedir. İkinci olarak, bir devlet tarafından yönetilmenin kaçınılmaz olması ve devletin varlığının -despotik bile olsa- çöküşünün beraberinde getireceği zararlara nispetle çok daha iyi olmasıdır. Adeta Tanrı’nın temsilcisi (zilullahi fi’l-arz, Güneşin Oğlu, vs.) konumunda olan hükümdara karşı her türlü ayaklanma ve isyanın gerek İslam gerekse de Hıristiyan teopolitiğinde küfürle eş değer görülmesi bu anlayışın bir neticesi olarak görülmektedir.
Aydınların başvurduğu diğer önemli bir araç ise korkudur. Devletin yokluğunda suçlulara ve yağmacılara karşı herhangi bir güvenlik mekanizmasının olamayacağı söyleminden hareketle kitlelerin devlete minnettarlık duyması hedeflenir. Buna ek olarak, “gelenek” de aydınların, siyasi otoritenin her türlü uygulamasına meşruiyet kazandıran ideolojik söylemlerinden biri olabilmektedir. Atalar kültü, yöneticilerin meşruiyetinin temel aygıtlarından birini teşkil etmektedir. Bir devlet için en büyük tehdit bağımsız entelektüel bir eleştiri iken bu tarz eleştirileri sindirmenin temel yöntemi ise her bağımsız eleştiriyi, her şüpheci yaklaşımı geleneklere ve atalar kültüne bir saygısızlık olarak nitelendirmedir. Diğer ideolojik araç, bütün olan toplum/tümel/kolektiviteyi yücelterek bireyi aşağılamaktır. Devlet, çoğunluk tarafından benimsenmemiş ve ayrıksı olan her fikri itibarsızlaştırmak ve engellemek durumundadır. “Topluma uyun” sloganı bireysel bağımsız muhalefeti bastırmanın ideolojik bir silahı haline gelmektedir.
Devlet için kendi varlığı ve idaresinin kaçınılmaz olduğu yönündeki algı da kitleler nezdinde pasif bir şekilde rızayı üretmekte ve sürdürmektedir. Devletin meşruiyetini sağlamak açısından ilahi kaynaklı motivasyonlar dışında tarihsel determinizm de etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Eğer bir topluluğu X hanedanı yönetiyorsa bu tarihin kaçınılmaz yasalarının veya maddi üretim güçlerinin neticesinde gerçekleşmekte olup zavallı bireylerin bu makus talihi değiştirmek için herhangi bir faktöre etki edememek hususundaki acziyeti vurgulanmaktadır.
Kitleler nezdinde devletin meşruiyetini sağlayan bir başka ideolojik güç, bireylere suçluluk duygusu aşılamaktır. Özel refahtaki her artış ve ilerleme “vicdansız açgözlülük”, “maddecilik” veya “aşırı servet”; kar elde etmek “sömürü” veya “tefecilik”; mübadele ise “bencillik” olarak değerlendirilirken özel sektörden kamu sektörüne kaynak transferi yasallaştırılmış olur. Devlet yöneticileri, karşılıklı yarar sağlayan mübadele yolunu kullanmadıkları için kamu hizmeti gibi daha yüksek ve asil davalara adanmış olarak kabul edilir. Devlet ve devlet çıkarlarına hizmet etmek, kişisel çıkarın motive ettiği ticari hayata ve kazanımlarına nispetle ulvi bir vazife olarak değerlendirilir. Ancak liberteryenlere göre bir vatandaş soyulurken emeğinin ve üretim gücünün semerelerinden yoksun kalır; öte yandan devlet soyulduğunda ise gerçekleşen durum, iktidarda olan zümrenin elinde oynamak için öncekinden daha az miktarda para kalmasıdır.
Anayasacılık, sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü, kamu rızası gibi klasik liberalizmin öncülüğünde devletin kudretini ve azametini frenlemek için birtakım mekanizmalar oluşturulmuş olsa da nihai olarak devlet, entelektüel müttefikleri vasıtasıyla bu kavramları kendi lehine dönüştürebilmeyi başarmakta; dahası bireysel hak ve hürriyetlerin garantörü olması beklenen hukuk ve yargı camiası dahi yürütme erkinin bir parçası konumunda olup devlet adeta kendi davasının hakimi olmaktadır. Bu bağlamda liberteryen teorisyenler, devletin hakim sınıfın, yani sermaye sahiplerinin “icra komitesi” olduğuna dair Marksist inanışı paylaşmamakta; devleti bizzat siyasal bir aktör olarak hakim sınıfın kaynağını oluşturan mekanizma addetmektedirler. Devlet, kudretini muhafaza etmek için her türlü propaganda aracını işletmek zorundadır. Bilhassa bir devleti nihayete erdirebilen iki vakaya -savaş ve devrim- karşı halkı mobilize etmek durumundadır. Randolph Bourne’nin de belirttiği gibi savaşlar devletin mevcudiyeti ve sağlığı için elzem olmakla birlikte istibdat politikaları yine devletin entelektüel müttefiklerinin de yardımıyla “savunma” ve “olağanüstü hal” adı altında halka meşru bir çerçeve içerisinde dayatılabilmektedir. Savaşlar devletler için her ne kadar elverişli ve işlevsel olsa da külfeti ve masrafları halk karşılamak zorunda kalmaktadır.
Son olarak, liberteryen teorinin önemli fikir insanlarından biri olan Rothbard, klasik sözleşme kuramcılarının iddia ettiği gibi devletin bireylerin hak ve hürriyetlerini koruma vaadiyle oluşturulduğu mitini şu ifadelerle yıkmaya çalışmaktadır:
“Devlet en fazla hangi suç tiplerini takip eder ve cezalandırır? Vatandaşlara karşı olanları mı yoksa kendine karşı olanları mı? Devletin lügatindeki en ölümcül suçlar, kişilik veya mülkiyet haklarının ihlali değil, ama devletin kendi rahatına yönelik tehlikelerdir. Örneğin; ihanet, bir askerin düşmana teslim olması, mecburi askerlik yükümlülüğünden kaçmak, hükümeti devirmek için komplo gibi… Kurban bir polis veya Allah korusun suikasta uğrayan bir Devlet Başkanı olmadıkça, cinayet suçu gelişigüzel bir şekilde kovuşturulabilir; özel bir borcu ödeme başarısızlığı adeta özendirilir, ama gelir vergisini ödememek azami sertlikle cezalandırılır. Devlet parasının sahte basımı, özel çek kalpazanlığından çok daha merhametsizce kovuşturulur. Bu kanıtların hepsi, devletin özel vatandaşların haklarını savunmaktan daha çok kendi iktidarının korunmasıyla ilgilendiğini gösterir.”
Liberteryenlerin devlet ve entelektüel ilişkisi üzerine analizleri, Gramsci’nin “organik aydınlar” kavramıyla benzerlikler ihtiva etse de temel farklılık devlet, piyasa ve mülkiyet ilişkilerine karşı geliştirdikleri tutumdan kaynaklanmaktadır. Nitekim Gramsci, bir neo-Marksist olarak, devletin hakim sermayedar sınıfın icra organı olduğuna yönelik kanaatte ısrar etmektedir. Ancak liberteryenler, devleti hakim sınıfın çıkarlarını koruyan ve toplumdaki mevcut sınıf çatışmasını gizleyen basit, pasif bir aygıt olarak değil, bizzat siyaset arenasında aktif bir aktör olarak konumlandırmakta ve mülkiyet hakkı ihlallerinin menbağı olarak nitelendirmektedirler. Liberteryenizmin devlet teorisine yönelik yapılabilecek eleştiriler ise başka bir yazının konusunu oluşturmaktadır.
Fotoğraf: Tima Miroshnichenko