[voiserPlayer]
Bu yazının temel amacı, bir yandan her biri sayfalarca işlenebilecek Osmanlı’nın çöküş edebiyatından, modernleşme çabalarına, modernleşme çabalarından parlamento girişimlerine ve bu girişimlerden Cumhuriyet’e ulaşan süreci özetlerken, diğer yandan da Atatürk Devrimi’nin milli karakterini yansıtan parlamentosunun Osmanlı dönemindeki girişimlerden farkını ortaya koymaktır. Çünkü, Türk modernleşmesini tarihsel bir süreklilik içinde adım adım inşa edilmiş bir süreç olarak yansıtmak, Cumhuriyet değerleriyle politik amaçlarla kavgaya tutuşanların Cumhuriyet fikrinin oluşumunun bir günde alınmış bir karar olduğu saptırmalarıyla mücadele etmenin yegane yoludur. Bu yüzden Cumhuriyet’in milli egemenlik fikrine geçmeden önce, Osmanlı’da modernleşme sürecinin neden ve nasıl başladığını detaylı bir şekilde aktarmak doğru olacaktır.
Osmanlı’da Batılılaşma, yahut modernleşme çabalarının nasıl ortaya çıktığını anlamak için ilk uğramamız gereken durak, Osmanlı çöküş edebiyatıdır. Bu edebiyatın ortaya çıkış tarihi olarak genelde 17. yüzyıl gösterilse de çöküş edebiyatının nüvelerinin ilk ortaya çıktığı eser, Kanuni’nin uzun süre vezîriâzamlığını yapan Lutfi Paşa’nın Asâfnâme adlı eseridir, yani 16. yüzyılın sonlarıdır. Lutfi Paşa, bu eserinin girişinde, bu eseri kaleme alma nedeninin “Osmanlı’nın adabı, erkânı, kanunu ve divanını eskisine nazaran perişan gördüğü” olduğunu belirtmektedir. Ancak tabii bundan daha da önemlisi, çöküş edebiyatının başlangıç tarihiyle ilgili genel uzlaşının olduğu 17. yüzyıl eserlerinde de Kanunî dönemi pek de idealize edilmez ve klasik devlet yapısının bozulmaya başladığı dönem olarak onun döneminin sonları gösterilir (Hicrî 1000, Miladî 1580’ler). Peki nedir bu “adap, erkân, kanun ve divan” ve ne, nasıl bozulmuştur.
Osmanlı’nın geleneksel, başarılı devlet yönetiminin üzerine oturduğu iki temel kavram Nizam-ı Alem ve Daire-i Adalet’tir. Nizam-ı alem, devlet sistemi içindeki her kişi ve kurumun kendi sorumluluğunu bildiği ve bu sınırların dışına çıkmadığı düzendir. Yani Osmanlı’nın anarşi yerine hiyerarşiyi egemen kılmak için uyguladığı düzendir. Bu düzen, Padişah-Ulema-Yeniçeri arasındaki klasik dönemde bir dişlinin çarkları gibi düzenli işleyen temele dayanmaktadır. Ancak bu düzen, gerileme dönemi olarak kategorize edilen süreç içinde çökmüştür. Bunun nedeni, Osmanlı içindeki taht kavgaları ve tahta geçmek için çeşitli iç-dış aktörlerle kurulan, geleneksel düzene aykırı ittifaklar; ulemanın pragmatik bir aktör olarak, kendi önemini korumanın yegane yolunu yenilikleri “din-dışı” kozuna başvurarak direnmesi ve fetihlerin durmasıyla ganimet gelirlerinden olan Yeniçerilerin askeri rollerinden arınarak, kendilerine ticari roller biçerek, Tanör’ün ifadesiyle gitgide “esnaflaşmaları” olarak özetlenebilir.
Bunun yanında, klasik düzenin bir diğer temel taşı olan Daire-i Adaletse, her turun sonunda yeniden başa dönülen bir adalet çemberini figürize etmek için kullanılan bir kavramdır. Bu çember adalet-devlet-şeriat-hükümdar-asker-kaynak(mal)-reaya ve tekrar padişaha dönen çarkı temsil etmektedir. Yani en genel özetiyle Daire-i adalet; dünyanın kurtuluşu adalet, dünyanın duvarı devlet, devlete düzen sağlayan şeriat, şeriatı hayatta tutan padişah, padişahı ayakta tutan ordu, ordunun bir araya gelmesi için kaynak-ganimet, kaynağın sürekli üretimi için reaya (köylü), yeniden üretimi sağlayan köylüyü padişahın otoritesine biat ettireninse adalet olduğunu söyleyen düzenin adıdır. Hem yukarıda açıklanan Nizam-ı Alem aktörlerinin dönüşümü hem de tımar sisteminin çöküşüyle ortaya çıkan yarı feodal nitelikli ayanların halkın sırtına bir kene gibi yapışmasının ardından, adalet kavramı gerilemiş ve yer yer adaletin yerini zulüm almıştır. Bu da halk ve devlet arasındaki barışın bozulmasına, bu bozulmaya karşılık Osmanlı yönetiminin despotlaşması sonucunu doğurdu. Beklenildiği şekilde, bu durumu çeşitli isyanlar izlemeye başladı. Bu isyanlara, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımları da Osmanlı içindeki çeşitli etnik unsurların ayaklanmaları da eklendi.
18. yüzyılın başlarındaki sınırlı reform girişimlerinin ardından, III. Selim’le beraber önce padişahların girişimiyle ortaya çıkan bir reformlar süreci söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın geleneksel devlet yapısının bir parçası olan Divan’ının, Lutfi Paşa’nın da belirttiği gibi günden güne çözümün ve istişarenin bir parçası olmaktan ziyade, kaosun ve saray entrikalarının bir parçası haline gelmesi; III. Selim’e önce bu düzeni yeniden ayağa kaldırması gerektiğini düşündürmüştür. Devlet düzeninin bozulmasından, III. Selim’in payitaht yıllarına kadar geçen sürede kararlar, padişah ve sadrazamın kapalı toplantılarından çıkan kararlarla alınmaktaydı. III. Selim’le başlayan hükümdarların değişim çabalarının temelini eski ve ideal olanın yeniden ihyası olmasından kaynaklı olarak, III. Selim’in ilk girişimi devlette istişare geleneğini yeniden kurmak maksadıyla Meclis-i Meşveret’i kurmasıdır. III. Selim, hem adalet çarkının hem de Nizam-ı Alem’in olmazsa olmazlarından olan ordu düzenini de yeniden ayağa kaldırmak için, Nizam-ı Cedid Ordusu gibi girişimlere kalkışmış; ancak bu girişim ayanlar tarafından da desteklenen yeniçerilerin direnişiyle karşılaşmıştır. 1808’de çıkan Kabakçı Mustafa Paşa İsyanı’yla beraber tahttan indirilerek öldürülen III. Selim’in reform girişimleri böylelikle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Kabakçı İsyanı’nın ardından, payitaht şehri üzerine yürüyen, ayanların yenilik yanlısı kanadını temsil eden Alemdar Mustafa Paşa’nın desteğiyle, II. Mahmut tahta çıkmıştır. II. Mahmut için bu desteğin iki yönlü bir maliyeti olmuştur. Bunlardan ilki, Alemdar Paşa’yı sadrazam yapmakken, ikincisi feodalleşen düzene hukuki bir yapı kazandıran, padişahın ayanların can ve mal güvenliğini; miras haklarını tanıdığı Sened-i İttifak’ın imzalanmasıdır. Lakin, Osmanlı devlet yönetiminin geleneksel olarak devletin gücüne rakip çevresel bir faktöre hukuki bir statü vermesi kabul edilemezdi. Bunun bir sonucu olarak, II. Mahmut kendini muktedir hissettiği anda hem Sened-i İttifak’tan geri adım atmış hem de Alemdar Paşa’yı görevden almıştır. Çevre güç odaklarının gücünü kırdıktan sonra, devleti merkezileştirme ve modernleştirme çabalarına III. Selim’in yaptığından daha emin ve radikal adımlarla devam eden II. Mahmut döneminde yapılan en köklü değişim Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasıdır. Bunun dışında, bugünkü Danıştay ve Yargıtay gibi kurumların öncülü sayılabilecek kurumlar yine bu dönemde kurulmuş ve çeşitli nazırlıklar kurularak devlet içinde etkin iş bölümünün sağlanması yönünde adımlar da atılmıştır. Aynı zamanda, Osmanlı’da özel mülkiyet hakkının yoksunluğundan kaynaklı olarak, devlet görevlilerinin mallarına ölümlerinden sonra el koyulmasını temsil eden Müsadere Usulü de kaldırılmış, miras hakları tanınmıştır. Yani bu dönemde, mülkiyet hukukuyla ilgili olarak liberal adımlar da atılmıştır.
Bunun ardından başlayan süreçse Tanzimat Dönemi olarak adlandırılmaktadır. Tanzimat’ın başlangıcını temsil eden 1839 tarihli Tanzimat Fermanının ilan edilmesinin sebebi, bu dönem Osmanlı’nın başına bela olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın Batılı devletlerin desteğini alma arayışıdır. Bunun sonucu olarak, devletin halihazırda atıl durumda kalmış olan yapısını yenilemek ve devlete yeniden bir hukuki temel kazandırmak; devletin birliğini korumak amacıyla azınlık unsurların birtakım haklarını tanımak için dış devletlerin de baskısıyla Tanzimat Fermanı Gülhane Parkı’nda okunmuştur. Bu fermanın önemi, padişahın yetkisinin tek sınırı olan şeriat esasının yerine Batılı bir kavram olan hukukun üstünlüğünü ilkesini de kabul etmesi ve din ayrımı yapmaksızın tüm Osmanlı unsurlarının yasalar önünde eşit olduğunu vurgulamasıdır. Ferman, pratikte sınırlı kalmakla beraber, hukukun üstünlüğü kavramını gündeme getirmesi ve Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ruhunu yansıtması dolayısıyla tarihsel olarak büyük bir önem taşımaktadır. Fermanın ardından, 17 yıl sonra ilan edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın uygulama alanının son derece sınırlı kalması nedeniyle, Tanzimat Fermanı’nın vurguladığı yeniliklerin bir tekrarı niteliğindedir. Bu fermanın oluşumu ve ilanında dönemin Türkiye’deki azınlık güçlerin hamisi rolüne soyunan büyük güçlerinin etkisi Tanzimat Fermanı’ndan çok daha fazla olmuştur. Öyle ki; fermanın esasları, dönemin Sadrazamı Âli Paşa’yla İngiliz ve Fransız sefirleri arasında yapılan pazarlığın sonucu olarak belirlenmiştir. Bu ferman da tıpkı Sened-i İttifak ve Tanzimat Fermanı gibi Osmanoğulları’nın aldığı bir desteğin sonucudur. Osmanlı’nın 1856 tarihli Paris Konferansı’nda, Rusya’ya karşı Avrupalı devletleri yanına çekmek için çabalamış ve buna paralel olarak da konferans öncesinde Islahat Fermanı’nı ilan etmek zorunda kalmıştı.
Tanzimat döneminin genel bilançosuna bakacak olursak, devletin hukuki bir zemine oturtulması ve itidalli de olsa bir hukuk devletine dönüşmek için adımların atılması; vatandaşlık tanımının daha eşitlikçi ve kapsamlı bir hale gelmesi; 1868’de kurulan Şûra-yı Devlet’in bu daha geniş kapsamlı vatandaşlık tanımına uygun olarak Osmanlı’nın tüm unsurlarını içeren bir millet meclisini anımsatması ve hepsinden önemlisi, bu dönem Batı’yı tanıma ve Batı’yla yakınlaşma girişimlerinin bir sonucu olarak kurulan kurumlara nitelikli birey yetiştirme arayışıyla beraber (sonraki dönemin ilericilerini doğuran) Batı’ya gönderilen kişilerdir.
Tanzimat Dönemi’nin bu dönemle özdeşleşen Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşaların ölümünün ardından, yine içe kapanan saray sistemiyle beraber, 1870’in başında, Sultan Abdülaziz döneminde bittiği söylenebilir. Bunun ardından yapılacak olan Batılılaşma ve modernleşme girişimleri, hükümdarlar ya da sadrazamlar tarafından değil, onları buna zorlayan Tanzimat Dönemi’nde yetişmiş aydınlar zümresinin baskısıyla olacaktır. Abdülaziz ve Abdülhamit’in rejimlerine karşı bu aydınların kendilerine seçtikleri lider Midhat Paşa olmuştur. Paşanın girişimleri sonucu hazırlanan Kanun-i Esasi, 1876’da II. Abdülhamit’in tahta çıkarılmasına koşul olarak önüne koyulmuş ve ilan edilmiştir. Ancak Abdülhamit’in bu anayasa sonucu ortaya çıkan meclisten beklediği pasif ve kukla bir meclis olmasıdır. Anayasanın belirlediği meclis nitelikleri de ayrıca buna uygundur. Bu durum uygulamada hiç de böyle olmamıştır. Abdülhamit’in politikalarından bu dönem görevde olan asker-sivil bürokratların uygulamalarına kadar geniş bir yelpazede tartışmalar yaşanmış ve bu durum Abdülhamit’i rahatsız etmiştir. Nihayet, 93 Harbi’ni bahane eden Abdülhamit, 14 Şubat 1878’de anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyle parlamentoyu feshetmiştir. Bu dönemin temelde iki önemi olduğundan bahsedilebilir. Birincisi, anayasa her ne kadar padişahın bundan önce herhangi bir yazıya dökülmüş kurala bağlı olmayan yetkilerine yasal dayanak kazandırsa da son tahlilde daha önce bir ilahtan alınan yetkiyi bir metine indirgemiştir. Bu da Osmanlı Hanedanı’nın geleneksel yapısına rağmen gücün kaynağının değişmesi bağlamında çok önemli bir gelişmedir. İkincisiyse, bu dönemin aydınlarının padişahın mutlak yetkisi ve sarayın istişareye kapalı yapısına itiraz ederken buldukları referansın yine İslam’a dayanmasıdır. Dönemin aydınları, sarayın istişareye kapalı yapısını eleştirip, bunun yerine istişarenin adresi olacak meclisi savunurken İslam inancına göre Hz. Muhammed’e Uhud mağlubiyeti sonrası indirildiğine inanılan “Onlarla meşveret et” (Âl-i İmran, 3/159) ayetine dayandırırlar. Dönemin aydınlarına göre, peygamber bile başarısız olduğunda ona istişare etmesi emredilirken, Osmanlı Devleti çökerken istişareye kapalı bir yapıda olması İslam’ın emrettikleriyle çelişiyordu. Bu yüzden yeniden istişare esasına dönülmeliydi ve bu esasın yeri de parlamento olmalıydı. Yani dönemin aydınları, etkilendikleri Batılı fikirlerle İslamı harmanlamışlardı. Bu da dönem aydınlarının gücün tam olarak beşerileşmesine mesafeli olduğunu göstermektedir. Abdülhamit’in anayasayı rafa kaldırmasının ardından 1908 Devrimi’ne kadar bir istibdat (baskı) dönemi yaşanmıştır. Ancak bu dönem, siyasi liberalleşme bağlamında bir duraklamayı temsil etse de, modernleşme (Batılılaşma, Batılı anlamda kurumlar kurma) devam etmiştir. Bu dönemde Jön Türkler’in örgütlenme biçimleri ya yurt dışında sürmüş ya da yer altına inmiştir.
1889’da kurulan İttıhad-ı Osmanlı (Osmanlı Birliği) Cemiyeti’yle başlayan süreç pozitivizmin ilerlemeci ve nizamcı vurgularını içinde barındıran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1907’de çeşitli birleşmeler sonucunda kurulmasıyla son halini aldı. 1908’e gelindiğinde, Reval’de İngiltere Kralı’yla Rus Çarı’nın Osmanlı Makedonyası’nın bölüşümüyle ilgili yaptıkları plan çoğu Makedonyalı olan İttihatçı aydınlar tarafından öğrenilince büyük bir huzursuzluğa sebep oldu. Bu huzursuzluğun sebebi, Osmanlı’nın teslimiyetçi tavrıydı. Bunun ardından, Resneli Niyazi ve Binbaşı Enver’in (Enver Paşa) Makedonya dağlarında yaktıkları hürriyet ateşi II. Abdülhamit tarafından söndürülememiş ve Abdülhamit yeniden anayasayı yürürlüğe koyarak seçimlerin yapılacağını ilan etmek zorunda kalmıştır. 1909’da anayasada yapılan değişiklikler, son derece demokratik bir noktayı işaret etmektedir. Çünkü bu değişikliklerle beraber, padişah yasama ve yürütme organları üzerindeki mutlak otoritesini yitirmiş, kabine sistemi hayata geçirilmiş ve kabinenin yalnızca meclise karşı sorumlu olduğu bir yapıya geçilmiştir. Padişahın meclisi feshetmesinin koşulları ağırlaştırılmıştır. Ayrıca basına yönelik sansürü engelleyen esaslar da benimsenmiş ve dernekler vasıtasıyla örgütlenme hakkı resmen tanınmıştır. Ancak, özellik 1913 Bab-ı Ali Baskını sonrası İttihat ve Terakki’nin otoriterleşmesi ve 1912-13 Balkan Savaşları sonrasında Türkçülük politikasına meyledilişle beraber, bu demokratikleşme adımları yok olmaya başlamıştır. Padişahın önce ilahtan, sonra hanedandan aldığı sınırsız gücü; bu dönemde Enver Paşa saraya damat olarak hanedandan, İttihatçıların başı olarak da ülkenin en güçlü örgütünden almıştır. Yani, 1913 sonrası dönem padişahın gücünün yerini Enver Paşa’nın aldığı bir yetki ikamesi dönemi olarak ortaya çıkmıştır. 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın yenilerek çıkmasının ardından, Enver Paşa ve İttihatçı liderler ülkeyi terk etmiş, bunun sonucunda Damat Ferit Paşa’nın da mensubu olduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve padişah (Vahdettin) güçlenmiştir. Yani otorite, tekrar Bab-ı Ali’den saraya devredilmiştir.
Ekim 1918 sonunda Mondros’un imzalanmasıyla beraber, meşveretten milli egemenliğe geçişin ilk adımları da bizzat halk tarafından atılmıştır. Bu dönem Osmanlı Hanedanı’nın aile ayrıcalıklarını koruyabilmek için izlediği teslimiyetçi tavır, halk tarafından kabul görmemiş ve bu durum bir dizi yerel kongre toplantılarına sahne oluştur. Bu yerel kongreler, Tanör’ün ifadesiyle birer yerel kongre iktidarı gibi çalışmış ve devlet tekelinde olan kanun koyma, yargılama, cezalandırma, bütçe yapma ve ordu kurma gibi girişimlerde bulunarak Osmanlı’nın İngiliz himayesi altında devam etme politikasına açıktan karşı çıkmıştır. Kongre iktidarlarının bir diğer özelliği de temsilcilerinin seçimler vasıtasıyla belirlenmesinden ötürü milli iradenin ve milli egemenliğin temsilcisi olmalarıdır. Bu iktidarların bir bölümü, daha o tarihlerden (1918) Cumhuriyet fikrini yerel iktidarları için de olsa dillendirmeye başlamışlardır. Zaten ulusun kaderini kendi eline aldığı bir durumda aksi çok da mümkün değildir. Bunun ardından, Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal kurtuluş meşalesini yakmasıyla beraber, bu örgütlenmeler de Anadolu Hareketi’ne katılmış ve yerel direniş hareketleri ulusal bir nitelik kazanmıştır. Burada en önemli nokta, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’dan yanan bu yerel nitelikli ateşe Amasya Genelgesi’nde gönderdiği “Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır” mesajıdır. Mustafa Kemal Paşa bu mesajıyla yavaş yavaş belirmeye başlayan ulusal egemenlikçi ve Cumhuriyetçi fikirlere de yeşil ışık yakmaktaydı. Nitekim bu yeşil ışık, Nutuk’ta belirttiği “ben, milletin vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün toplumumuza tatbik ettirmek mecburiyetinde idim” sözlerine denk düşmektedir.
Misak-ı Milli’nin kabulüyle beraber İstanbul’un resmen işgali ve meclisin dağıtılmasının ardından 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da ulusal bağımsızlığın ve egemenliğin sağlanması amacına hizmet amacıyla kurulması da Mustafa Kemal Paşa’nın halkın egemenliği kendi eline aldığına dair idrakini gösteren bir diğer unsurdur. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Mustafa Kemal Paşa, “milli sır”ı uygulama alanına dökmeye başladı. Bunun ilk adımı, İtilaf güçlerinin Lozan’da toplanacak olan barış konferansına hem İstanbul’dan hem de Ankara’dan temsilci istemelerinin ardından saltanatın 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılmasıydı. Bu süreçte, meclis içindeki tartışmalara Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği cevap, yine ulusun daha kurtuluş mücadelesi başlamadan işgallere gösterdiği reaksiyonun yeni rejimin aslında çoktan adını koyduğuyla ilgili kanaatini yansıtır niteliktedir:
“Hakimiyet ve saltanat (…) hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez (…) kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı (…) Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Lozan’ın ardından Mustafa Kemal’in Türk milletine iradesini teslim etmeye başladığı süreç adım adım örülmeye başlanmıştır. Bunlardan ilki, kuşkusuz 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesidir. Bu yolla, Türk milletinin iradesinin önünde hiçbir güç kalmıyor ve milletin iradesinin yegane tecelligahı olma tekeli Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne veriliyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi bu görevini yerine getirirken, Osmanlı’nın dönem dönem yaptığının aksine, ulusal egemenliğini hiçbir devlete devredemez ve başka bir devletin çıkarlarına hizmete açamazdı. İşte bunun denetimi de Cumhuriyet’in aydınlanmış (aydınlatılmış) bireylerine aitti. Atatürk meclisinin Osmanlı döneminde ortaya çıkan meclislerden en temel farkı, 1924’te emperyalist güçlere hizmetin aracı haline gelmiş olan halifeliğin kaldırılması, 1928’de “Devletin dini İslam’dır” ilkesinin anayasadan çıkartılması ve 1937’de laikliğin diğer beş ilkeyle beraber anayasaya girmesinin ardından; egemenliğin tam olarak beşerileşmesidir. Bu noktadan sonra iktidar, hiçbir ilahi güçten kaynak almamaktadır. Bu adımlarla beraber iktidarın tek kaynağı millet iradesi olarak belirlenmiştir.
Özetle, Osmanlı’da geleneksel devlet düzeninin çöküşü ve geleneksel kurumların devleti yönetmeye artık yeterli gelmemesinin sonucu olarak başlayan modernleşme adımlarının temelinde devleti kurtarma fikri yatmaktaydı. Ancak bu durum, millet iradesine karşı yetki gaspı yapıldığı için mümkün olmamıştır. Ayrıca bu dönemde atılan modernleşme adımları dönemin emperyalist güçlerinin baskısıyla atılmış ve son tahlilde durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Emperyalizmi salt yeni bir Haçlı Seferi olarak algılayan Osmanlı yönetimi, dış devletlerin müdahalelerine çağcıl bir cevap verememiştir. Atatürk’ün idrak etmekte başarılı olduğu şey, emperyalizmin niteliği ve yayılmacı politikası olmuştur. Atatürk, Osmanlı döneminde sürekli birbirinden ayrılan Batı medeniyeti ve kültürünün aslında bir bütün olduğunu ve dünyanın tek medeniyetten ibaret olduğunu kabul ve idrak etmiştir. Bu medeniyetin Batı medeniyeti olduğunu açık şekilde dile getiren Atatürk, medenileşmemek için direnen toplumların eninde sonunda yıkılmaya mahkum oldukları gerçeğini de ayrıca dillendirmiştir. Yani Atatürk’ün Batılılaşması ve milli egemenliği beşerileştirmesi bugünün İslamcılarının iddia ettiği gibi bir dinsizleşme, yahut soysuzlaşma süreci değildir. Atatürk’ün zihnindeki denkleme göre Batı eşittir medeniyet, medeniyet eşittir bilimdir. Atatürk’ün Batılılaşması aslında, bilimselleşme ve hurafelerden arınmış, ulusal egemenliğe dayanan bir çağcıllaşmadır. Ayrıca, devrimlerin yöntemi tepeden inmeci olsa dahi, ulus Mondros’un hemen ardından egemenliğini ve iradesini kendi eline alan, Osmanlı’nın resmi tavrını tanımayan adımlar atmıştır. Bunun haricinde Atatürk, devrimleri ve rejimi ulusal iradeye dayandırarak devleti hızlıca modernleştirme ve uluslararası sistemde çağcıl bir eşit aktör haline getirme yoluyla; yıllarca Batı’nın Osmanlı’ya yaptığı gibi Osmanlı’nın medeni bir devlet olmadığı ve tebaasına zulmettiği bahanesiyle devletin içişlerine müdahale etmesini de engellemiştir. Çünkü yeni rejimde tebaa-hanedan değil; tıpkı Batı’da olduğu gibi millet ve milletin egemenliğinin temsilcisi olan meclis vardır.