[voiserPlayer]
Liderlerin politika tercihlerini analiz etmek öyle sanıldığı gibi pek de kolay bir iş değil. Herhangi bir politika tercihini veya değişikliğini analiz ederken göz önünde bulundurulması gereken birçok parametre vardır. Kabaca anlatmak gerekirse liderlerin psikolojileri, hayat hikayeleri, iç politikada gücü eline geçirene kadar ne gibi aşamalardan ne gibi vaatler vererek geçtikleri, ülkelerinin güvenlik kaygısı, ekonomik durumları ve tarihsel birikimleri bu parametreler içerisine dahil edilebilir. Bu parametrelerden bazıları zaman zaman elenebilir veya bu parametrelere yenileri eklenebilir. Peki, böylesine değişik parametreleri işleterek yapmamız gereken politika analizlerinde biz neden çuvallıyoruz veya kimi liderlerin yaptıkları ani politika değişikliklerini anlamakta neden zorlanıyoruz? Bunun iki önemli sebebi var. Birincisi, Kant’ın 1784’te kaleme aldığı Aydınlanma Nedir? makalesinde bahsettiği gibi bu parametreleri işletip ortaya bütüncül bir analiz yapmak entelektüel efor isteyen ciddi bir iş ve biz tembelliğe dolayısıyla etrafta dolaşan ve hiç efor gerektirmeyen hap şeklindeki uydurma analizleri kabullenmeye eğilimliyiz. İkincisi, ülkeleri kategorik olarak iç siyasetlerinden bağımsız salt emperyal unsurlar olarak ele alma alışkanlığımızdan bir türlü vazgeçemiyoruz. Bu yazıyı yazmaktaki amacım ikinci sorunun üzerine gitmek ve aslında liderlerin kendilerine has hikayelerinin, kişisel özelliklerinin, takıntılarının ve iç politika maceralarının dış politika tercihlerini nasıl etkilediğini Donald Trump örneği üzerinden gösterebilmek.
Donald Trump Amerikan siyasetiyle yakından ilgilenen birçok akademisyenin de dediği gibi bugüne kadar karşılaştığımız Amerikan başkanlarından oldukça farklı bir lider portresi çiziyor. Öncelikle Trump’ı salt bir politikacı olarak kurgulamak ne kadar doğru açıkçası ben pek emin değilim. Yukarıda da bahsettiğim gibi liderlerin hayat serüvenleri onların politikaya olan bakış açılarını da şekillendiriyor. Bu sebeple de Trump’ın dış politikaya ve ülkelerle olan ilişkilerine bir politikacıdan ziyade bir iş adamı olarak bakıyor olması onun en önemli farklılıklarından bir tanesi. Zira, Türkiye’nin S-400 alım sürecini göz önünde bulundurduğumuzda Trump’ın para kazanmak varken neden Patriot sisteminin Türkiye’ye satılmadığını sorgulamış olması ve Türkiye’nin bu konuda nispeten haklı olduğunu söylemesi bunun en çarpıcı örneklerinden birisi. Amerikan dış politikasını Soğuk Savaş dönemi gözlüğüyle okuma eğiliminden kopamayanlar Trump’ın bu tarz çıkışlarını anlamakta haliyle zorlandı ve anlamakta zorlandıkça Trump’ın aslında Amerikan müesses nizamı içinde pek de güçlü bir aktör olmadığı temasını işlemeye başladı. Fakat Trump’ın ardı arkası gelmeyen çıkışları ve en son Suriye meselesinde ortaya koyduğu tavır işin pek de öyle olmadığını bize göstermiş oldu.
Müesses nizam ve Trump demişken bu konuyu da biraz açmak da fayda var. Popülizm döneminde yaşadığımızı varsayarsak popülist olarak adlandırılan liderlerin en önemli özelliklerinden birisi ülkelerinin müesses nizamlarıyla (establishment) ciddi bir mücadeleye girişmiş olmalarıdır. Pippa Norris’ten alıntı yapacak olursak popülist liderler müesses nizamın araçlarını aşağıdaki gibi kodlar ve onlarla mücadeleleri sona erip yeni bir müesses nizam inşa edene kadar aşağıdaki temaları işler:
- Ana akım medya = Kurmaca haberler
- Seçimler = Düzmece
- Kamu bürokratları = Derin devlet
- Yargıçlar = Halk düşmanları
- İstihbarat servisleri = Yalancılar ve kaçakçılar
- Lobiciler = Yozlaşmış kimseler
- Anayasa = Hileli sistem
- Entelektüeller = Kibirli liberaller
Trump’ın da müesses nizam ile olan mücadelesinde bu kavramlara sıklıkla başvurduğunu görürüz. Örneğin, Twitter üzerinden CNN ile alakalı birçok video paylaşarak onları kurmaca haberler (fake news) yapmakla itham etmeye ve Amerikan müesses nizamının önemli kurumlarını hedef almaya devam ediyor. “Puzzle”ın bu parçasını da tamamladığımız da Donald Trump karşımıza müesses nizam ile mücadele eden ve bu mücadeleyi yaparken politika tercihlerini bir politikacıdan ziyade bir iş adamı olarak kurgulayan farklı bir lider portresi olarak karşımıza çıkıyor. Peki, iş bununla bitiyor mu? Tabii ki bitmiyor. Çünkü Trump’ın kararlarını etkileyen bir başka parametre daha var. O da içerisinde bolca kişisel duygu ve hırs barındıran Obama kompleksi.
Dünya siyasi tarihine baktığımızda hemen hemen her yeni siyasal düzenin bir eski düzen, eski rejim imgesi yarattığını sıklıkla görürüz. Fransız devrimi, Türk devrimi hatta Ak Parti’nin 18 yıllık Türkiye müesses nizamıyla giriştiği mücadelede kullandığı Yeni Türkiye vs. Eski Türkiye söylemi bu durumun en çarpıcı örneklerindendir. Trump için baktığımızda da kendisi müesses nizam ile giriştiği savaşta kendisine eski düzen olarak Obama dönemini yaratmış gözüküyor. Bu tarihte gördüğümüz diğer örneklere nazaran biraz daha kişisel duygu ve düşünceyi içerisinde barındıran bir eski düzen inşası gibi duruyor. Zira, Trump, Obama’nın aldığı doğru veya yanlış, toplum için faydalı veya zararlı ne varsa tersini yapmaya ve herhangi bir çıkmaza düştüğünde doğrudan isim vererek Obama dönemini suçlamakta hiçbir beis görmüyor. Örneğin, S-400 krizinde Obama’yı işaret ederek Türkiye’yi S-400 almaya Obama’nın zorladığını ve son olarak Suriye meselesiyle alakalı Obama yönetiminin PKK ile işbirliği yaparak Türkiye’yi kızdırdığını ve esas problemin bu olduğunu dile getirmesi bu durumun en basit örneklerinden sadece ikisi. Bu sebeple South Park’ın bazı bölümlerine dahi konu olan bu takıntının Trump’ın siyasi söylem ve tercihlerinde oynadığı rol son dönem Amerikan siyasetini anlayabilmek için oldukça önemli bir parametre olarak karşımıza çıkıyor.
Tüccar bakış açısı, müesses nizam ile mücadele ve bir eski düzen imgesi olarak Obama takıntısı… Trump’ın tüm bu politik manevralarını anlamaya yeterli mi? Aslında değil. Çünkü Trump’ın en son güvenli bölge üzerine sürekli altını çizdiği bitmek bilmeyen savaşlara son verme argümanını anlamak için kendisinin 2016 seçimleri öncesi yürüttüğü meşhur “Make America Great Again” kampanyasını da hatırlamak gerekiyor. Çünkü Trump bu kampanya boyunca Amerika’nın bu savaşlara harcadığı paraları eleştirmiş ve artık bu paranın Amerikan halkına akacağını sık sık vurgulamıştı. Bunun için de “Önce Amerika” (America First) söylemini üretmişti. Dünya’nın jandarması görevini Amerika’nın daha fazla üstlenemeyeceğini belirtmiş ve sürekli savaş isteyen bazı lobileri eleştirmişti. “Make America Great Again” söyleminin altı, kabaca, paranın başka yerlere akmayacağı ve Amerika’da kalacağı, böylece Amerikan halkının taleplerinin önceliklendirilerek içerideki refahın artacağı argümanı ile doldurulmuştu.
Trump’ın çizdiği bu dış politika perspektifi Amerikan iç siyasi dinamiklerini görmezden gelerek onu salt bir emperyal unsur olarak kodlayan kişiler için pek anlaşılır bir durum değildi. Fakat Amerikan tarihi ve iç siyaseti üzerine biraz kafa patlatan kimseler için bu sürpriz olmayan hatta Amerika’da ciddi destekçisi bulunan 1900’lerin başında uygulamaya konulmuş olan yalnızlık politikasının (isolationism) günümüze uyarlanmış bir versiyonuydu. Dolayısıyla tüm bu parametreleri göz önüne aldığımızda Trump’ın attığı ve bize saçma sapan ve kafamızdaki Amerika imajına aykırı gelen onca şeyin aslında kendi iç dünyasında rasyonel ve tutarlı adımlar olduğu ortaya çıkıyor. Böylece tahmin edilemez olarak kodlanan Trump önümüze nispeten öngörülebilir bir lider olarak çıkabiliyor. Trump tüm bunları yaparken somut gerçekliklerden de uzaklaşmamaya dikkat ediyor. Örneğin, son zamanlarda attığı bir tweet ile Amerikan tarihinin en düşük işsizlik rakamını yakaladığını, vergileri düşürüp savaşlara son verme vaadini yavaş yavaş uygulamaya soktuğunu belirterek elde ettiği somut ekonomik başarılarla övünüyor ve Amerika’yı bir ekonomik güç haline getirme temasını işlemeye devam ediyor.
Tüm bu hikaye bir lideri kavrayış şeklimizin onun politika tercihlerini anlamakta ne kadar önemli bir rol oynadığını gözler önüne seriyor. Trump’ın tüccar zihniyetini göz ardı edersek, S-400 konusundaki tutumunu ve müesses nizam ile olan savaşını bilmezsek; medya ve bazı kurumlar ile giriştiği mücadeleden ve Obama takıntısından haberdar olmazsak; Suriye meselesindeki bazı kararlarını ve iç siyasetteki serüvenini dikkate almazsak son dönemde yaptığı açıklamaların aslında dışarıdan çok içeriye mesajlar içerdiğini anlamakta zorlanırız. Bu sebeple de Trump’ı kaba ve şovmen bir popülist politikacı olarak kodlayıp politika tercihlerini saçmalıklar silsilesi olarak değerlendirme yanılgısına düşeriz. Sonuç olarak bu hikaye üzerinden söylemek istediklerim kısaca şunlardır;
- Ülkeleri iç politikalarından bağımsız salt birer dış politika unsurları olarak ele alarak yapılan analizler bizi hataya sürükler ve türlü spekülasyonların ortaya çıkmasına neden olabilir. Örneğin, İngiltere’nin Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikası İngiltere iç politikası göz ardı edildiği için hala spekülatif bir konu olarak tarih tartışmalarındaki yerini koruması gibi.
- Kimi ülkeler için müesses nizamın kudretine olduğundan fazla önem atfetmek ve liderlerin özellikle dış politika tercihlerinde önemli bir rolü olmadığını varsaymak Trump örneğinde olduğu gibi hatalı öngörülerde bulunmamıza sebep olabilir. Örneğin, içinde bulunduğumuz dönem kimi ülkeler için müesses nizam ile mücadele dönemi olarak adlandırılabilir. Zira, bunun en çarpıcı örneklerinden birisi 2000’lerin başından itibaren Türkiye’de yaşandı ve yaşanmaya da hala devam ediyor. Müesses nizama gereğinden fazla önem atfedenler Türkiye örneğinde olduğu gibi Amerika örneğinde de sıklıkla yanılgıya düşebiliyor.
- Politika tercihi analizi yaparken karar alıcıların psikolojileri, hayat hikayeleri, iç politikada gücü eline geçirene kadar ne gibi aşamalardan ne gibi vaatler vererek geçtikleri, ülkelerinin güvenlik kaygısı, ekonomik durumları ve tarihsel birikimleri gibi parametreleri ortaya koymak ve onların karar alma süreçlerini bu parametreleri işleterek analiz etmek meseleleri çok boyutlu analiz etmemize ve daha kapsamlı analizler yapmamıza imkan sağlar. Örneğin, yaklaşık iki ay önce belediyelere atanan kayyımları sadece demokrasi açısından değerlendirmek ve bu hamlenin bu operasyonla olan ilişkisini öngörememiş olmanın en önemli sebebi bu parametrelerden bazılarının göz ardı edilmiş olmasıdır.
Fotoğraf: Darren Halstead