[voiserPlayer]
Biz gençken, büyüklerimiz Osmanlının çöküş nedenini, İslam’dan uzaklaşma olarak anlatırlardı. Kim ne derse desin İslam dünyasının Osmanlı’nın duraklama ile başlayan krizi bugün derinleşerek devam etmektedir. Bu kriz başta askeri ve siyasi görünümü ile anlaşılsa da daha derinlerde medeniyet krizi niteliğinde iliklerimize kadar hissettirmektedir.
İşin acı tarafı İslam dünyasının maddi ve manevi önderlerinin bir kısmı bu durum karşısında ölü taklidi, inkâr, tekfir veya hamaset yapmayı sürdürmektedirler. Kaybedilen insan kaynağını ve gelecek kuşaklarını adeta umursamamaktadırlar. Bunlar ne yazık ki toplumun çoğunluğu nezdinde itibar görmeye de devam etmektedirler. Bu tip kaynaklar hala şeriatın tam uygulanamadığından, İslam halifesi ve devletinin tam tesis edilemediğinden veya insanların çoğunun kendilerine mürit olamadığından yakınmaktadırlar. Fizik ve toplumsal gerçeklikler, bu tip çevrelerin güçlerini tehdit etmedikçe yüzleşmeyi de tercih etmemektedirler. Olan İslam dünyasının değerlerine ve geleceğine olmaktadır.
Halbuki Peygamber A. S.’dan 16. yüzyıla kadar İslam dünyasında insanlık ve vicdan adına söylenebilecek çok güzel şeyler vardı. İslam dünyasında artık o yüzyıllara ait düşünce zenginliği ve düşünmeyi tesis edecek bilgi mimarisi artık mevcut değildir. İslam sosyolojisinde modern çağdan itibaren gelişen ham taşra ve kabile kültürü özellikle hâkim ümera ve ulemada da kendini tecelli ettirmiştir. Dünya’daki çoğu enerji kaynakları ve zenginliklere sahip İslam ülkeleri eğitim, insan hakları ve düşünce alanında yerlerde sürünmektedirler. Toplumsal zemin, kendi kendisine ayna tutmak yerine kötülüğü hep ötekinde aramaya devam etmektedir.
16. yüzyıla kadar düşünce alanına önderlik eden Müslüman entelijansiyanın 19. Yüzyıldan bugüne değin kıpırdanmaları olmuş ancak yeterli olamamıştır. En azından bilgi teorilerini bizden takip eden Batı’yı, bugün bırakın takip edilmeyi, yeteri kadar takip edecek ve kodifiye edecek uygun entelijansiyayı dahi üretmekte zorlanmaktayız.
Pratikteki tüm sıkıntıların kaynağının doktriner olduğunu görmemiz gerekiyor. Temel doktrine sorun, Vahiy ve akıl veya başka bir deyimle Beyan (Kur’an ve sünnet), Burhan (Determinal-Fizik/matematik dünya) ve İrfan (keşif-manevi tasarruf) aralarındaki ilişkilerin & konumlamanın bilgi mimarisinde; inanç, düşünce ve uygulamada doğru tanımlanamaması olarak uygulamaya tecelli etmektedir.
Bugünkü ümera ve ulemanın ekseri uygulamalarını gören, mevcut gelişmiş dünya ile kendilerini ilişkilendirmeyi arzu eden genç kuşağın kurumsal din anlayışından soğumalarını, kalplerinde zaten nifak vardı yoldan çıkmışlar anlayışı yerine anlamaya çalışmak sanırım daha vicdani olacaktır. İşte bu yazının içeriği bu arayışların tarihsel serencamına ilişkindir.
Okuyucunun işini kolaylaştırmak için ara başlıklar, ilginç yüzleşmeler ve günlük pratiklerden örneklerle konulara devam edilmiştir. Fazla sıkmadan kaynakça ve referans verilmeye çalışılmıştır. Düşünmesini, sorgulamasını seven gençler, vicdanlı dindarlara ve kurumsal din soruları olan okuyuculara bu yazıyı özellikle tavsiye ediyorum.
Sadece Fıkıh & Kelam ve İslam
“Bütün bunlardan sonra, (ey insanoğlu), sana indirdiğimiz şey’in doğruluğundan şüphede isen, önceki çağlarda vahyedilmiş metinleri okuyanlara sor!” Yunus 10/94
Ne yazık ki, son kutsal Kitap Kuran olmak üzere kutsal kitaplarda sıkça antik çağ dönemindeki olağanüstü olaylara vurgu yapılmasına rağmen, fıkıh[1] ve kelam sınırlarında kalmayı tercih eden İslam dünyası müfessirleri ve araştırmacıları arkeolojiye pek ilgi duymamışlar, bu alanı Rum 9 ve Mümin 82 varken bir sömürge bilimi olarak kabul etmişler, alanı tehlikeli bir biçimde spritüalistlere ve UFO araştırmacılarına bırakmışlardır.
Bir dostumla Suriye iç savaşından ülkemize sığınan tanınan bir Nakşi Şeyhinin oğlunu ziyaret etmiştik. Medrese alimiydi. Kendisinin ve ailesinin, edebi ve büyük kütüphanesi etkileyici idi. Yer döşeğinden kendisine “uzayda canlı veya hayat olabilir mi?” diye sorduğumda, öncelikle salonun tümünün duvarlarını kaplayan fıkıh ve kelam alanlarından oluşan Kürtçe ve Arapça ağırlıklı kitaplarını göstererek, “bu kitaplarda böyle şeyler yazmadığına göre yoktur” diyerek kestirip atıvermişti.
Yıllar önceydi. Ekopolitik faaliyetteydi. Eski Sağ camiadan vakıf faaliyetlerinde öne çıkmış bir büyüğüm Ekopolitik çalışmalarından etkilenmişti, ancak kafasında birtakım tereddütler vardı. Bana şunu sormuştu; Tarık güzel şeyler yapıyorsun ama İslam bunun neresinde, izah etmelisin?
Seyit Kutba göre Kur’an’a zamanla Grek felsefe ve mantığı, İran düşünce ve mitolojisi, Yahudi hurafeleri ve Hristiyan metafiziği karıştırıldığı için “gerçek İslam”dan uzaklaşılmıştır. Bugün İslam dünyasında ekseri görüş de bu merkezdedir. Bu aynı zamanda insanlığın kadim ortak mirasının da göz ardı edilmesi, dinin selefi bir anlayışın kalıpları arasında sıkıştırılması anlayışının güçlenmesine neden olmaktadır. Son Peygamber dışında kalan yüzbinleri aşan farklı disiplinlerde mesaj veren Allah’ın elçilerinin (nebilerinin) dejenere edilmiş bile olsa bugünlere ulaşan miraslarını göz ardı mı edeceğiz?
Müslüman olan filozofların fikirleri neden ilgimizi çekmiyor?
“İnsanoğlunun geldiği şu yeni safhada, bilimi hikmetten de imandan da ayırmayan o kusursuz akıl ve muhakeme gücünü yeniden bulup seferber etmek hayatiyet ve aciliyet kazanmıştır (s.10).” Roger Garaudy
Rene Geunon (1886-1951) bana göre 20. Yüzyılın Gazali’siydi. Fransız filozof iyi bir eğitim gördükten sonra Katolik, okült, spritüal, uzak doğu tecrübelerini yaşadıktan sonra Mısır’da yerleşip Şazeliye tarikatı şeyhi Abdurrahman Eliş El-kebir’e intisap etmiş, orada da vefat etmişti.
Geunon’daki hakikat arayışı birikimi, fizik ve metafizik dünyadaki deneyimleri, Teozofiden Blavatsky’den, Atlantis’ten Haç sembolizmine kadar farklı konularda verdiği cevaplar, antik dünyadan post modern dünyaya uzanan eleştirileri ve İslam tasavvufunda karar kılması temel sorularımızın cevapları için bulunmaz bir hazineydi. “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabı benim için önemliydi. Elimdeki son nüshadan fedakârlık yaparak kitabı İslam’ı eksiksiz yaşamak iddiasında olan ÖFK’lardan birinde yönetici olan bir arkadaşıma gönderdim. Kendisini heyecanla arayıp kitap hakkında izlenimini sorunca, “ben bu kitaba bakmadım bile zira bu kitabın içinde İslam yok” deyiverdi. Zannederim İslam’dan akaid, fıkıh, kelam ve tasavvufu anlıyordu. Olan kitabıma olmuştu. Bu durum bir bakıma bizdeki Müslümanlık anlayışının da tasviriydi.
Kimse Garaudy’nin Sorbonne’da felsefe eğitimi almasıyla, SSCB Bilimler Akademisi’nde doktora yapmasıyla ve dünya çapında bir filozof olmasıyla pek ilgilenmiyordu. Siyasal İslam için sadece saflara bir ağır topun karşıdan katılmış olması önemliydi.
Aslında önemli olan Rene Geunon’un teozofik, okültist ve filozof; Roger Garaudy’nin de materyalist bir filozof olarak, kendi deneyimleri ışığında son kutsal kitabın Allah’ına iman edip teslim olmalarıydı. Esas anlaşılması gereken husus buydu. Halbuki bu deneyimlerin İslam dünyasında doğru anlaşılmasına o kadar ihtiyaç vardı ki.
Her şey bildiğimiz gibi mi?
Aynı şekilde ehli-tarik bir arkadaşım Şia mezhebini tekfir eden (küfür ile suçlayan) bir mesaj attı. Ben de ona Şia’nın önemli temel müçtehit imamı Caferi Sadık’ın Nakşibendi zincirinin önemli bir halkası olduğunu hatırlattım. Caferi Sadık ezoterizm konusuna oldukça girmiş, rüya tabiri ve manevi hiyerarşi açıklamaları konularında otorite kabul ediliyordu. Hem Nakşilik ve hem de Şii’liğin ilk kurucu halkasında yer alıyordu. Oğlu İsmail de Şia’nın ezoterik ağırlıklı İsmailiye mezhebinin kurucusuydu. Ayrıca Kürt Nakşibendiliğinin ayrılmaz bir parçası olan Seyitlik, manevi alem yönetim hiyerarşisi (zamanın sahibi-kutupluk-gavslık) ve masumiyet hususları ile mevcut tasavvuf anlayışımızın benzerliklerini ifade ettim.
Bu anlamda Sünni popülist tasavvuf anlayışı ile Şia’nın Caferi Sadık’tan bu yana inşa ettiği masum imam ve müçtehit anlayışının da epeyce örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Şeyh Esad Erbili genellikle Erenköy Nakşibendi camiasının silsilesinden bir isim ve Menemen vakasında zulüm görmüş biri olarak bilinir. Pek kimse onun Avrupa okültizmiyle olan müzakere derinliğini, seyri suluktaki özgün bakış açısını ve 2. Meşrutiyetteki görevlerini pek merak etmez. Aynı dönemlerde yaşamış Elmalılı Hamdi Yazır da ancak Hak dini Kuran dini tefsiri ve II. Abdülhamit’in hal fetvası ile öne çıkar. Elmalılı efendinin tefsir yapmak için öncelikle Fransızca öğrendiğini sonra da P. Janet’in felsefe tarihinin çevirisini yayınladığını pek çok kimse bilmez ve merak da etmez.
Pagan Sembollerinin Etkisi
Akademik dil ve felsefe dersleri almaya çalıştığım Amerikalı Sara ile Hıristiyanlığın Batı’daki bireyselleşme ve liberalleşmesi üzerine tartışıyorduk[2]. Tabii Hıristiyanlığı tartışırken paganlık[3] etkisini tartışmasak olmazdı. Konu Müslüman kızılayı ve ulus devletlerinin bayraklarındaki yaygın ay sembolizmine dayanmıştı. Bu beni biraz endişelendirmişti.
Yahudilik ve İslam’da paganizm etkisini değerlendirirken önümüze çıkan tanıdık bir sembol; İslam öncesi Arap toplumları (cahiliye dönemi) pagan-putperest kültüründe en öne çıkan tanrıça Ay tanrıçasıydı[4]. Araplar gibi aşiret-göçebe ulusların pagan dönemde ay ve güneş gibi tanrıçaları üretmeleri anlaşılabilir bir durumdu. Hatta öyle ki, İslam ile birlikte Müslüman olan devletler bile bu ay kozmolojisini kutsallık atfettikleri sembollerde kullanmaktalar. Bu metaforik yaklaşım, paganlığın bugünlere, bizlere kadar ulaşan kültürel etkilerinin İslam dünyası odaklı anlaşılmasına yönelik ilginç bir yaklaşımdı.
İnsanlık tarihinin lineer bir ivmeyle mi geliştiği yoksa daha üstün uygarlıkların kalıntıları üzerinde düşünsel olarak mı ilerlediği hususu hala tartışma konusudur. M.Ö 7. Yüzyıldan öncesine ait hiçbir husus açıklığa kavuşturulamamıştır. Bunun için de sualtı arkeolojilerinin gelişmesine veya yeni “Göbekli Tepe”ler keşfine ihtiyaç var gibi görünmektedir.
Evliyalar ve Filozoflar Her Derde Derman mı?
Tarihimizde zaman zaman maneviyat ehli olarak bilinen şahısların, Sultan Avcı Mehmet’ten, Abdülaziz ve Abdülhamit’e kadar birçok karar vericinin yanında olduğunu bilmekteyiz. Ancak, bu zatların himmetleri Osmanlının hızlı çöküşünü fiziki alemde durduramamıştı.
Bizler dahil toplumun ekseri, şeyhler ve ehli tarik insanların manevi hayatlarının açık olduklarını, görünmeyen alemden bazen aynel-yakin (doğrudan gözlem) mertebesinde haberdar olabildiklerini varsayarız. Bu nedenle de günlük yaşamımızda, kariyer hayatımızda görüş ve telkinlerini oldukça dikkate alırız da. Bu işin buralarda kalması makul karşılanabilmekle beraber, günümüzde ehli tarik karar vericilerin güvenlik dahil uluslararası ilişkiler, yakın tarih ve politik gündem konularında bağlayıcı yönlendirmeleri de sıkça yapmaları artık makul karşılanmamaktadır.
Çocukluğumuzdan bu yana hep ahlakı ve hakikati aradık. Ama nerelerde; ideolojilerde, sağcılıkta, milliyetçilikte, İslamcılıkta, namaz kılanlarda, şeyhlerde, tekkelerde, entelektüellerde, filozoflar veya felsefede aradık.
İdeolojilerden hayal kırıklığına uğrayınca, dine yöneldik İslamcı olduk baktık işe yaramıyor. Bu oldukça kuru kaldı, kâmil insan ve yol arayışına girdik. Ahlak ve olgunluk olarak onlardan istifade ettik. Baktık bazı hususlarda bunlar da ciddi beşerî zaaflar sergiliyorlar, entelektüellere ve filozoflara yöneldik. Gazali’nin ironisiyle filozofların temel varoluş meselelerinde tutarsızlıkları açıktı. Ancak insan onuruna uyumlu sorgulamaları ve “nasıl düşünebilmeliyiz” için çok uygun yol haritaları ve yöntemleri de mevcuttu.
Tasavvufumuzun Sorunları
Ehli irfanın veya tasavvufun manevi itminanı, hazzı veya sekir halleri, diğer determinal gerçekliği ve felsefeyi ne kadar ihmal edilmesine neden olmuş bu da ayrı tartışma konusudur. Gerçek tasavvuf ehlinin keşif yoluyla yaptığı sezgisel gözlemin huşunun başkasının veya ötekinin işine karışmaya engel olacağı ifade edilir. Ancak, maalesef popüler tarikat anlayışında bu böyle tecelli etmemektedir.
Yıllar önce üniversitedeyken yanına sıklıkla uğradığımız bir derviş, şeyhinin en kısa zamanda Mehdiliğini ilan edeceğini ve Deccal’in yakında çıkacağını ifade etmişti. Maneviyat kapısının aşılmasının tek şartının kendi şahsında temsil edilen Şeyhi ve kendi Nakşibendi kapısına kayıtsız şartsız teslimiyeti şart koşuyordu. Bu şartlarda kendisine inanan bir grup askeri öğrenci arkadaş, alay komutanlarını Mehdi’ye katılmaya davet etmişler, komutan da kendilerine orayı bırakmalarını, kendilerini ufak bir disiplin cezası ile kurtarmayı teklif edince reddetmişler, askeri öğrencilikten atılmışlar ve burssuz kalmışlardı. Aynı derviş ve aralarından atılmış bir eski askeri öğrenci, Yedikule tren raylarında intihar etmek üzere olan bir Ermeni amcayı kurtarmış ve sonradan derviş olarak hayata bağlamışlardı. Yıllar sonra da yetkili derviş bağımsızlığını ilan edip dolaylı Mesihliğini ilan etmişti.
Tasavvuf’un Peygamber A. S. hayatındaki kurumsal yönünün izahı zorlanmakla birlikte, yaşantısındaki ahlaki bireysel pratikler oldukça uyuşmaktadır. Yaklaşık hicretten birkaç yüzyıl sonra kaşımıza çıkan kurumsal tasavvuf anlayışı pek Arap mizacı ve sosyolojisinde karşılık bulamadı ancak Türk, Fars, Hint ve Kürt toplumlarında oldukça benimsendi.
Sesli- Kadiri ve sessiz- Nakşi zikir geleneği esas olan inisinasyonda[5] da Hz. Ebubekir-sessiz ve Hz. Ali’ye-sesli uzanan silsilelere bağlı olan temel tarikat yapıları, Şiiliğin kurucularından İmam Cafer Sadık’ın kozmolojik hiyerarşi (kutupluk-gavslık) doktriniyle de manevi hiyerarşisinin şekillendiği iddia edilmektedir.
Tasavvuf ve tarikat yapılarının asırlardır İslam dünyasında insanların ahlaki olgunlaşmasına, toplumsal alt yapının sağlamlaştırılmasına, kültür, sanat ve estetiğe hizmetleri inkâr edilemez. Ancak zamanla düşülen mesiyanik-apokaliptik açmazlar, yüzyılda bir gönderilen dinin yenileyicisi (tartışmalı hadis) inançları ve pratikte Şeyhin, Şii masum imam benzerliği özdeşimi gibi yanılsamalar hep soru işareti olarak kalmıştır.
Tasavvuf metodolojisi, ritüellerinin ve kurumlarının gelişiminin süreç boyunca Şaman, Mazdek, Hint ve Mısır gibi eski kültürlerden etkilendikleri inkâr edilemez. Bu durum selefi kabullerin aksine, insanlığın tevhidi ve nebevi kadim mirası anlamında inkâr edilmesi gereken değil sadece anlaşılması gereken bir durumdur.
Konu çok detaylı anlaşılması gereken bir konudur. Bu yazının amacına uygun olarak yukarıda verilen ilk pratik örnekteki gibi sorun, keşfin, sezginin, manevi sarhoşluğun veya sezgi halinin fiziksel veya toplumsal gerçekliğe ilişkin doğru sınırı koyma sorunudur.
Katolik tarikatlar Cizvitlerin veya Françiskenlerin kurduğu Georgetown veya Yale gibi üniversiteler, Saint Joseph veya Saint Benoit gibi liseler kurarken, İslam dünyasındaki tarikat ve vakıflar bu tip kurumları kurma yeteneğini kazanamamıştır.
Ortaçağ’da Vatikan’a bağlı manastırların kütüphaneleri paganlıktan İslam kaynaklarına uzanan zengin kaynakçalara sahiptiler. Bunlar Rönesans ve söz konusu okulların zeminini tesis etmişti. Ancak, tarikatların şerri eğitim kaynaklarını oluşturan medreselerin kütüphanelerinin bu kapsamda bir zenginliği ve toleransı barındırdıklarını pek söyleyememekteyiz.
Şeyhler ve tekkelere ilişkin deneyimlerimiz, yaşadığımız gerçeklik, algılarımızın çok ötesinde öteki bir dünyanın varlığına dair dokunulabilir ve yaşanabilir ipuçlarını bizlere sunmuşlardır. Bu durum, bu ehil insanların teknik ve toplumsal alanlarda da tartışmasız yol gösterme sağduyularına sahip olabilecekleri yanılgısına bizleri sürüklemiştir.
Tarikatların, son yıllarda yaşanılan gelişmeler, vicdan sorunu gibi hususlardaki açmazları, murakabe gibi derslerden bir kısmının bihaber olmaları, olgun insan yetiştirememeleri ve politikleşmeleri mana denklemindeki yerlerini tartışma konusu yapmaya başlamıştır.[6]
Ulemanın Cevaplarının Peşindeyiz?
Hayatın anlamı nedir? Yokluk ve hiçlik arasında farklar nelerdir? Hakikat nedir, parçalanması mümkün müdür? Bireysel iradenin sınırları nereye kadardır? Sonsuz iradeyi nasıl anlamlandırabiliriz? İslam dünyası içinde, din tamamen şeriat, tasavvuf ve kelamdan mı ibarettir? Zahir ve batın ayrımı mümkün müdür? Okültizm, spritualizm(ruhçuluk), mistisizm (maneviyatçılık), ezoterizm, tasavvuf, heterodoksi(batınilik) gibi akımlar ve yöntemler dinin neresinde veya hakikate (görüşüme göre tevhide) ulaştırabiliyor mu? Akıl, nakil ve sezgi(keşif) bağlamında doğru denge nedir?
Başka bir örneklemeyle, hayatın gerçekliğinde doğumdan ölüme kadar her türlü yaşananlar bilimsel sebep-sonuç ilişkileri içinde mi (mülk-şahadet- halk alemi)[7] , yoksa tüm doğal olayların arkasında görevli meleklerin sorumlu olduğu (melekut- gayb- emir alemi) olarak mı tanımlayacağız. Daha da önemlisi bilgi modelinde bu iki alem arasındaki ilişki nasıl kurulabilecek?
Daha basit bir modelleme ile; Güneşe bir bardak suyu bıraktık ve içinde 1-2 günde mikro organizmalar üredi. Bu mikro organizmaların üremesinde; sadece sebep-sonuç ilişkisi, determinal kanunlar mı geçerli? Kendi irademizin özgürlüğü mutezilenin dediği gibi külli irade içinde tamamen özgür mü? Ölüm olayı gibi canlıların yaşamının sebep sonuç ilişkileri ile sonlanmasında metafizik alemin-meleklerin rolü ne? İnsanın doğayı değiştirme macerası insanın icat ettiği biyoteknolojik dünya-dijital devrim tarafından köle yapılmasıyla mı sonlanacak, yaratılış fıtratı özüne nasıl geri dönebilecek? Selefi kasaba medrese mantığı ile bezenmiş tasavvuf ve fıkıh anlayışı ile geleceğin dijital evreninde iman/inanç hususu nasıl korunabilecekti? Çoğu din adamı çevre sorunları, bu tip hususlar ötekilerinin veya berikilerinin çiğnenen vicdanların yarası ile neden ilgilenmez?
Bütün bu soruların cevaplarının yeteri kadar ilgi duyulamaması, İslam dünyasında yaşanan bilgi ve inanç epistemolojisi konusunun, henüz tam anlaşılamadığı veya çözülmek istenmediği noktasına bizleri götürmektedir.
Bu tip fani işlerle uğraşılır mı?
Yıllarca düşünmüşümdür, 18. Yüzyıldan itibaren özellikle İngiliz araştırmacılar neden Antartika’dan Kuzey Kutbuna kadar gezip, mikroorganizmaları dahi incelerler diye. Bizde bırakın Antartika’daki mikroorganizmaları, Anadolu’daki arkeolojik kalıntıları bile merak eden, birkaç kişi dışında kimse çıkmamıştır. Bu vizyon farkını sadece Avrupa’nın dayandığı Yunan kozmoloji ve fizik anlayışından kaynaklandığına bağlamak da mümkün değildir.
Ortaçağ Fıkhı ve Kelamı ile sınırlanmış, kısmen selefi soslu bugünkü bir kısım medreselerden yetişmiş din adamları ve kanaat önderleri İslam dünyasını ve düşüncesini cihanşümul anlamda taşıyabilmekten aciz gözükmektedir. Bu anlamda bu gelenek bir sonrakinin bir öncekini aşması üzerine değil, bir öncekinin bir sonrakini tıkaması üzerine oluşmuş durumdadır. Bunu ifade ederken Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf geleneğini selefi anlayış dışında savunduğumu da ilave ederek; bu zihni çerçevede, evrende (uzayda) bizim dışında olanlar, antik tarih, arkeoloji, felsefe gibi ezberleri zorlayıcı hususlar hiçbir zaman bu İslam anlayışının görüş alanına giremeyecek ve bol miktarda soru bırakmaya devam edecektir.
Eski Müslümanların Farkındalığı
Bilindiği gibi yukarıda ifade edilen sorulara varoluş ekseninde cevap arayışları İslam dünyasında 8. Yüzyıla kadar gitmektedir. İslam dünyası düşünürlerinin çabalarıyla açtıkları yoldan zamanla Hristiyan ve Yahudi düşünürler de faydalanmıştır.
Kutsal kitabın Kuran’ın metinlerinin ve kabileler arası siyasi çalkantılar içinde henüz toparlanamamış hadislerin, yeni fetih coğrafyalarında ki farklı kültürler içinde nasıl anlaşılması gerektiği temel bir soruydu. Zira Hermetik Mısır-Harran, Gnostik (irfani) Sasani-İran, Kadim Yahudi, Helenistik ve Süryani- Keldani kültürlerinin iç içe geçtiği bu coğrafyayı yönetmek kolay olmayacaktı.
Kuran’ın ayetleri ve hadis diskurunu Arap kabile kültürü, dili, grameri, sarf ve nahiv çerçevesinde sadece anlaşılabileceği tartışması bizi bugünlerden o günlere de taşımakta.
Bakıldığında Muaviye ve Yezid’in torunları, pek kendileri kadar zalim olmadılar. Emevi ve Abbasiler yayılırken, Roma barışı politikasını (Pax Romana) uyguladılar. Yeni coğrafyalara yerleşirken yerleşik kültüre ve değerlere saygı duydular, rıza üretmeyi esas aldılar. Bu arada Şia muhaliflerinin -ki bugün de böyledir- inançlarını ve kültürlerini hep yönetimsel tehdit olarak kabul ettiler. Bu açıdan Sasani gnostizmine veya manihezmine karşı sıkça çare arayışına girdiler. İktidarları şerik kabul edemezdi.
Bu anlamda halife Me’mun’un Mutezile mezhebini tercih etmesi gayet makuldü. Me’mun’un rüyasında Aristo ile tanışmasının ardından mı bilinmez ama yönetenler, Yunan aklı ve mantığının burhani (determinal-sebep-sonuç) yolla tecelli etmiş modeli Aristotales’in fikirleri ve modelleri etrafında bir bilgi sistemi ve düşünce metodolojisi inşa etmeye çalışanları hep teşvik ettiler.
Kadim Bilginin İslamileştirilmesi Çabası
İktidar sahiplerinin çıkarları ve teşvikleri bir yana, Kuran ve hadisler ışığında Akıl, Vahiy ve hatta İrfan arasındaki varlık bazında ilişkiyi modellemeye yarayacak acil bir bilgi teorisine ihtiyaç vardı. Akıl ve maddeyi öne çıkartan Aristo’nun çalışmaları Beytül-hikme tercüme ve şerhleri için en uygun olandı.
Aristo’nun fizik ve metafizik aleme ilişkin tasnifleri ve mantık anlayışı Akıl-Vahiy ilişkisine yönelik bilgi teorisi ve yöntem inşa etmeye çalışan Müslüman filozoflar ve ardılları için vazgeçilmez görünüyordu.
Aristo’nun maddenin ezeliliği varsayımı Müslüman ve sonradan onları takip eden Hristiyan ve Yahudi filozofları oldukça zorlamıştır. Zaman zaman bunu ruhun ezeliliği veya varlıkta birlik (farklı bir panteizm anlayışı), Alemin yaratılışının iman esası olmadığı savı[8], ezeli yaratma teorisi[9] veya Alemi öz olarak varsaymayıp varlığını Tanrı’dan alan bir şey olarak kabul etme gibi[10] – varlıktan varlık ile aşmaya çalışılsa da Kitap ehli(tek Tanrılı dinler) için pek ikna edici olamadı. Zaten Gazali, felsefecileri uyguladıkları metot ve saf determinizm bakışları için değil, görüşlerinin temeli olan Varlık-Alem tasavvurlarının temelsizliği ile suçladı. Bunlar, alemin ezeliliği, Allah’ın cüzlerle uğraşmayacağı ve haşrin bedenle değil ruh ile olacağı gibi hususlara idi. Ayrıca Gazali, doğayı gözlem yoluyla incelemeleri, bilimleri tasnif ve mantık bakımından felsefecileri, kelamcılardan üstün görmüştür. Bu doğrultuda da zamanla medreselerde kelam zamanla felsefeyle iç içe geçmişti.
Aristo’nun şerhi konusunda Farabi, El Kindi ve İbni Rüşt (Averos), oldukça başarılı oldular. Öyle ki Katolik Hristiyan teolojisinde bilgi açmazına Aristo üzerinden yaklaşım getiren Thomas Aquinas, İbni Sina ve karşı çıkmasına rağmen İbni Rüşd’den oldukça etkilenmiştir. Bir ara aforoz edilse de sonradan aziz de ilan edilmiştir. Benzer bir etkilenme ve süreç Endülüs’te Yahudi filozof Meymunides’in Yahudi bilgi teolojisi inşasında da görülmüştür. Aristo’nun rasyonel bilgi teorilerinin yanında söz konusu İslam filozoflarının gnostik ve metafizik yaklaşımlarında kadim Harran hermetizminin de derin etkileri olmuştur.
Özellikle 20. Yüzyılın başlarından itibaren Müslüman filozoflar modern dönemin seküler bilgisini İslamileştirme çabalarına girmişlerdir. Adeta Batı’nın determinizmini anlayıp kodifiye ederek yeni bir bilgi sistematiği inşa edilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Bilginin İslamileştirilmesi konusunu özellikle üstlenen Raci Faruki’yi[11] burada anmak gerekir. Türkiye’de de bu konuya kurumsal olarak eğilen sonradan kapatılan BİSAV (Bilim ve Sanat Vakfı) ve faaliyetleri sürmekte olan İSAR’ı sayabiliriz.
Yunan Sadece Yunan Değil
Bu tartışmaların ötesinde şunu kabul etmeliyiz ki, antik Yunan filozoflarının alem ve varlık algısı hiçbir zaman kendi başına tekâmül etmemiştir. Savaşlarla veya deniz ticaret yolu ile özellikle İskenderiye üzerinden Antik Mısır’dan, Harran’dan[12] ve Sasani-Hind kültüründen oldukça etkilenmiştir. Bunların başında alemin veya maddenin ezeliliği inancı-varsayımı gelir[13]. Platon, Thales ve Pisagor gibi kısmen irfani-gnostik görüşleri savunan önde gelen Yunan düşünürlerinde de hermetik[14] Mısır geleneğinin etkisi açıktır.
Yunan düşüncesinin oluşmasında mitoloji ve destanların temel yansımaları vardır. Yunan mitolojisindeki evrende her şeyden önce kaos vardı, Kaostan doğan Tanrı Gaia diğer Tanrıları doğurur. Bu yaklaşım bir bakıma ezeli madde, sebep sonuç ilişkilerine bağlı bir rasyonel alem tasavvurunun temelini teşkil eder.
Mitolojiden Fizik Aleme Geçiş
Milet okuluyla birlikte Yunan mitolojisinden Yunan düşüncesine geçiş başlamıştır. Buna Kozmogoni’den (evren yaratılışı anlamı) Kozmolojiye (çalışan evrenin incelenmesi) veya doğa olaylarının mistik güçlere bağlanmasından, sebep sonuç ilişkilerine -causality- fizik kanunlarına bağlanması süreçlerine geçiş de diyebiliriz. Yunan mitolojisi bugün dahi Batı kültür, sanat ve inanç dünyasının hala içindedir diyebiliriz.
Doğa olaylarını, mitolojik veya pagan inanışı, tamamen mistik güçlere bir hiyerarşik düzene, maneviyata bağlıyor. Milet okulu ise bu hiyerarşik düzeni bir kenara bırakarak eşitlikçi (egaliteryan) bir sebep sonuç ilişkilerine, nedenselliğe bağlıyor. Milet okulunu oluşturan politik bileşenler demokrasi ile yönetilen özerk şehir devletçikleriydi. Spartalılar bu bileşende yoktu.
Ancak şunu da kabul etmemiz gerekir ki bugünkü Batı modernitesi, profan(dindışı) ve teknik dünyanın temelleri Aristo’nun önderlik ettiği antik Helen rasyonalizmi ile atılmıştır. Bunda Endülüs odaklı İbni Rüşd, Razi ve Farabi gibi rasyonel gerçekliğe önem veren Müslüman filozofların da katkıları olmuştur.
Deneysel bilimin ilk öncülerinden sayılan Roger Bacon (ö.1292) İngiliz Françisken filozof Endülüs düşünce havzasından oldukça etkilenmiş ve Endülüs’ten kazandığı ilkeleri rehber edinmişti[15], Avrupa’ya da Paris üniversitesinden belirttiğimiz gibi Thomas Aquinas ile Endülüs bakış açısını yaymaktaydı. Sonradan üniversitelerde kullanılacak cüppe ve serpuşuyla bunu yapmaktaydı. Roger Bacon[16] doğayı anlamaya çalışmak ve ona uyumlu olmayı savunuyordu.
Bak Sen Karanlık Orta Çağ’da Şu Kafirlerin Yaptığı İşlere
Orta Çağ’a Batılı tarihçiler 19.yüzyılda karanlık çağ adını takmışlar ancak ne çelişkidir ki, Orta Çağ Papalığa bağlı manastırlar ve keşişler entelektüel bir kadim kütüphane havzaları gibiydiler. Bu kaynak, batının Medici aileleri gibi finansı ve bankacılık sistemini organize eden ailelerin desteğini alınca, Rönesans akımının temelini oluşturdu. Biz şu gün itibariyle ne yazık ki, o dönem ve bugün medreselerin kadim kitaplık kaynaklarından veya finanse eden müminlerden sıkça söz edemiyoruz.
Ancak, kendinden sonra gelecek bir diğer Bacon, Francis Bacon’un (ö.1626) doğaya bakışı pek o kadar insaflı olamayacaktı. Aydınlanma paradigmasının oluşumunda önemli etkileri olan İngiliz filozof F. Bacon İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin son çizgisini oluşturacak bir toplum düşü kuruyordu. Zaten İngiliz filozof matematikçi Newton’un (ö.1727) illetsiz saf matematik ile modellenmiş fizik anlayışı Aydınlanma veya başka bir değişle profan(din dışı) çağı pekiştiriyordu. Artık bu saatten sonra bilgi sorunu olarak değil ama konu alanı olarak Metafizik konuşulmayacaktı.
İslam Filozofları Manevi Aleme Karşı Değillerdi
Sanılanın aksine Aristo’nun madde merkezli ve fizik üstüne tanımlı alem tasarımını esas alan İslam filozofları, külli akıl, ilham, ruh gibi fizik ötesi irfani anlamda modellemeler de yapmışlardır. Hatta İbni Sina bu alanda aşırıya gitmekle suçlanmıştır.
İbni Sina etkisinde kalan Fahreddin Razi ve takipçisi Siraceddin el Urmevi (ö.1283) Nakil, Akıl ve İrfani (tasavvufi) bilgi anlayışı arasında inkâr etmeden denge kuran bilgi modellemeleri geliştirmişlerdir. Farabi’nin yolundan giden İbni Bace’nin Gazali’nin tasavvuf yoluyla ulaşılan saadetin aslında lezzet olduğunu gerçek saadete akıl ile ulaşılabileceği tezi ilginçtir. Sonradan İbni Haldun da Farabi ve İbni Bacelerin yolunu ve yöntemlerini izlemiştir.
Meşhur temel sorulardan biri de bizde bir düşünce geleneğinin olup olmadığına ilişkindir. Helenistik düşünce geleneği oluşmuş ve ekol olarak da devam etmiştir. Thales’in (M.Ö. 6.yüzyıl) Milet okulu, Platon’un Sempozyumu(Şölen) veya Aristo’nun Lisesi gibi. Bizde ise Endülüs’te Toledo veya Bağdat’ta Beytül-hikme gibi. Endülüs’ün Katolikler, Bağdat’ın ise Moğollar tarafından yağmalanması ile bu geleneğin sonlandığını söyleyemeyiz.
Felsefenin İslami bir varlık arayışları ve tasnifi çerçevesinde Osmanlı düşünce geleneği ve medreselerinde var olması 16. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Burada Davut Kayserili, Kadı Siracettin, Kınalızade Ali, Taşköprülüzade Ahmet gibi isimleri hatırlatabiliriz.
Keşke Fatih Anlaşılabilseydi
Fatih Sultan Mehmet tehafüt diye adlandırılan felsefe-kelam-tasavvuf ilişkisi üzerine bağımsız tartışma platformları oluşturmuştu[17]. Fatih’in İbni Rüşd’den oldukça etkilendiğini görebiliyoruz.
Osmanlı’da Felsefeye karşı takınılan olumsuz bazı tavırlara XVII. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebî (ö.1657) işaret etmektedir. Zira Kâtip Çelebî’ye göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) kadar olan devrede, din ile felsefeyi uzlaştıran gerçek bilginler şöhret kazanmıştır. Ancak diğer taraftan Fatih[18], Medâris-i Semâniye diye adlandırılan sekiz medreseyi yaptırmış, vakfiyesinde Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf okutulmasını kayıt altına aldırtmıştır. Fakat daha sonraki dönemlerde medreselerde[19] bu dersler kaldırılmıştır. Medreseleri değerlendirirken de dönemlerinin siyasi ve toplumsal yapılarına bağımlılıklarını gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Katip Çelebi Çok Çırpınmış
Katip Çelebî, İslâm’ın ilk dönemlerinde aklî ilimlere karşı olumsuz bir bakış açısı olduğunu, ancak bu düşünceden hareketle bunların dine aykırı olduğu yönünde bir sonuca gidilmemesi gerektiğini belirterek, daha sonraki dönemlerde her bilimin öneminin fark edilip felsefe geleneği ile din bilimlerini metodolojik bir bütünlük ve özgünlük içinde buluşturan büyük bilginler yetiştiğini ifade etmektedir. Gazzalî, Fahreddîn Râzî, Îcî, Şîrâzî, Kudbuddîn Râzî, Taftezânî, Cürcânî ve Devvânî bu büyük âlimlerden bazılarıdır. Osmanlı eğitim sisteminde, din bilimleriyle felsefî ilimler arasındaki paralelliği koruyan bu anlayış, Kanuni dönemine kadar belirleyici olmuş, ancak daha sonra bazı din bilginleri tarafından aklî ilimler, “bu dersler felsefiyyâttır” denilerek eğitim sistemi dışına itilmiştir. Bu çabalar büyük ölçüde başarılı olmuş ve Osmanlı ulemâ çevresinde bu bilimlere karşı kayıtsızlık doğmuştur (Katip Çelebî, 1993: 9;Kutluer, 2000: 81). Fakat Katip Çelebî, eserinde, din ilimleri ile felsefî ilimler arasında “burhân”a dayalı metodolojik bir bütünlük sağlamanın, ülkede düşünce, bilim ve eğitim alanında yaşanan tıkanıklığın aşılması yolunda hayatî bir önem taşıdığını vurgulamaktadır (Kutluer, 2000: 81-82). Dolayısıyla Katip Çelebî’ye göre, o dönemde yaşanan fikrî bunalımın sebebi, aklî ve naklî ilimler arasında olması gereken uyumun gereklerinden uzaklaşılmasıdır (Kutluer, 2005b: 217).
Çağımızda Cabiriyi Lütfen Unutmayalım
Son dönem önemli İslam düşünürü Muhammed Abid el- Cabiri (ö. 2010), İslam dünyası eğer İbni Rüşd geleneğini bırakmayıp devam etseydi bugünkü krizi yaşamazdı der. Cabiri’ye göre batı İbni Rüşd ile paradigmayı oluşturup bilgi teorisinin esaslarını yeniden inşa etti, İslam dünyası ise İbni Sina ve Gazali bakışını tercih ederek bugünkü krizi yaşıyor diye tespit etmekte. Ancak Cabiri hiçbir zaman geleneksiz bir bilgi teorisi- epistemoloji inşasını savunmadı. Sadece bu yöntemin, “selefi Arap aklının” kırılmasını savundu. Daha ötesi klasik fıkıh ve kelam geleneğinin görmezlikten geldiği insanlığın antik dönemden bu yana gelen kültürel mirasını çekinmeden sahiplenilmesi gerektiğini savunmakta.
İbni Rüşd’ün Gayb (görünmeyen) ve Şahadet (“zahiri”) alemler arasındaki ilişkinin birbirinden bağımsız ve kendilerine özgü bakış açıları ile anlaşılması veya iman edilmesi hususunda vurguları önemlidir. Zira İbni Rüşd, İbni Sina ve takipçilerini Gayb alemini felsefeyi metod olarak kullanarak açıklanması hususunda oldukça sert eleştirmişti. İbni Rüşd felsefenin dinden bağımsız tutulmasını savunuyordu. Bu anlamda İbni Rüşd Aristocu Varlık felsefesinin, zaman ve devinim kavramları eksikliğinde yaratılışı ve Allah’ı açıklamada yetersiz kaldığını ifade etmişti.
Gazali de benzer şekilde filozofların yöntemlerinin dini hakikatleri açıklamadan aciz ve temelsiz olduğunu savunuyordu. Gazali ve İbni Rüşdün en önemli ortak noktası Aklın tüm imkanları kullanılıp gücünün bittiği yerde tartışmasız Vahy’e müracaat hususunda fikir birliği idi.
Cabiri’nin bakış açısını da göz önüne aldığımızda, Endülüs felsefe geleneğinin üstünlüğü felsefenin belirli bir dönem çalışılan matematik ve tıp disiplini üzerine kurulmuş olmasıydı. Doğuda ise felsefe, kelam geleneği üzerine konuşlanmıştı. Bu dönemde Basra’da gizli olarak faaliyetlerine başlayan (X. Yüzyıl) İhvanı Safa düşünce okulu/platformunu[20] da zikretmeyi ihmal etmemiz gerekiyor. İhvanı safa hareketi maddi alem kadar manevi alemi de kategorize etmişler aralarındaki ilişkiyi zahirden başlayarak batına kadar modellemişlerdir. Tasavvufu da oldukça etkileyen Şii İsmailiye mezhebiyle benzerliklerinden dolayı Şiilik ve İsmaililik ile suçlanmışlardır. İbni Sina ve Gazali bu hareketten oldukça etkilenmişlerdir.
Sonuç Yerine
16. yüzyıldan bu yana İslam dünyası yeniden İslami düşünceyi inşa edecek İbni Rüşdleri, Farabileri, Gazalileri üretemiyor. Belki de onlar gibilerin hayat bulabileceği siyasal, toplumsal ve ekonomik zeminler veya daha önemlisi zihniyet hiç oluşamadı.
Her ne kadar Şah Veliyullah Dehlevi, Said Nursi, Elmalı Hamdi Yazır, Ferit Kam gibi manevi önderler ve aydınların çabaları tarihe not düştüyse de bunlar ve benzerleri samimi bir çaba olma ötesinde özgün bir tezi üretemedi.
Genel mutabakat İslam düşüncesindeki gelişme ve yeterliliğin Endülüs’ün düşmesiyle birlikte sonlandığına ilişkindir. R. Garaudy, bunu tutucu Maliki fukahasının etkisindeki yöneten halifelerin adaletsizlikleri, ötekilere kötü davranmaları ve İslam entelektüellerini sindirmelerine bağlamakta. Böylece sosyal yapı korumasız kalmış Murabıt ve Katolik işgalleri başarılı olmuştur.
İslam dünyasının açmazlarından biri de Aristo mantığının ve felsefi anlayışının aşılamamış olmasıdır. Aristocu belirsizlikler aleminde müphemlik[21], ara geçişler veya gri alanlar yoktur. Her şey ya ak ya da karadır. Bir bakıma Aristo mantığı felsefi Daltonizm-renk körlüğüdür.[22]
İbni Haldun coğrafya kaderdir demiş, belki de eksik söylemiş. Siyasi yönetim örgütlenme biçimi de kaderi belirleyen bir diğer husus olarak karşımızda durmakta. İslam dünyası asırlarca Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf ile idare ederken bunlarla birlikte bir ahlak felsefesi geliştiremedi, vicdanı hep ihmal etti.
Aristo’nun tartışmalı Metafizik tanımı, belirttiğimiz gibi fiziğin matematik modelleme ile tanımlanmasından itibaren ortadan kalkmıştı. Artık mekanik bir evren ve yaşam akışı anlayışı vardı. Einstein, Heisenberg ve filozof Bergson ile birlikte, mekanik ve matematik evren modeli yerini atom altı parçacıkların belirlediği sürekli değişen Kuantum evren modeline geçiş yapıyordu. İster istemez bu yeni tanım da Bergson’un deyimiyle “Metafizik” tekrar yerini alıyordu.
1900’lu yılların başında Osmanlı’da kurulan ilk üniversite modeli Darülfünunda bile ne yazık ki Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğü Galileo teoremini (16. Yüzyıl) değil de sabit kaldığı tezini savunan Batlamyus (2.Yüzyıl) teoremini okutuyordu. Rivayet odur ki bugün bile bazı medreselerimizde ciltlerce kölelik hukuku okutulmaktadır. Maalesef özellikle ülkemizde ve genelde İslam dünyasında geleneği yorumlayabilecek kodifiye edebilecek alim bulunduğunu pek söyleyemeyeceğiz.
Bugünkü Kelam ve Fıkıh anlayışı tarihin donduğuna, geçmiş ve geleceğe ilişkin sürekliliğinin olmadığına ilişkindir. Taşra selefiliği, göreceli olarak tasavvuf anlayışı ve tarikatların içine bu anlamda sirayet etmiştir. Halbuki Endülüs ve Bağdat’ta İslam rönesansı döneminde felsefe ve tasavvufta bu böyle değildi.
Dünyada İslamcılık demokrasi tecrübesini başaramadı. Birtakım ulema demokrasiyi küfür olarak niteleyip sessiz kalıp pratikte faydalanma yolunu tercih ederken genelde de demokrasi ile entelektüel ve kavramsal bağ hiçbir zaman düşlenmedi. İslamcılık pratikte fiziğin ve doğanın matematik modele indirgendiği acımasız iktidar mücadelelerinin ilkesizce verildiği modernitenin yeni paradigmasının ikinci el bir enstrümanı haline geldi. Son 200 yıldır Osmanlı imparatorluğunun başı çektiği gerileme ve ıslahat süreçlerine düşünsel, vicdani ve ahlaki problem olarak hiç bakılmadı. İslam’a bir kısım ulemanın fıkıh mücadelesi bakışı dışında, hep dünyada ve ilgili ülkelerde somut iktidar mücadelesi olarak bakıldı. İslamcılaşan dindarlar, cemaatler ve tarikatlar egemenliğe talip oldular, farkına varmadan gelenekten koptular.
İslam dünyasında ilerleme veya gerilemenin tamamen askeri ve siyasi güç egemenliğine göre endekslenmesi temel yanlışlardan birisidir. Düşüncede reform anlayışının buna odaklanması bizi kendi açmazımıza hapsetmiştir. Düşünce evrenimizdeki reform çabalarının ret, inkâr veya ötekini ikna üzerine kurgulanması ayrı bir çıkmazı teşkil etmiştir.
Prof. Ahmet Kuru kitabında, Müslüman tüccarların 11. Yüzyıla kadar Müslüman alim ve filozofları desteklediklerini, ancak devlet merkezileştikten sonra, tüccarların özerkliklerini yitirdiklerini, böylece ulemanın tamamen devlete bağımlı kaldığını, bunun da fikir ve ticaret hayatında gerilemenin nedeni olduğunu söylüyor[23]. Bu anlamda İslam dünyasının servet sahipleri ve ulemalarının gerçek bir burjuva ve entelektüel olduklarını söylemek oldukça zorlaşıyor.
Yazının hulasası olarak aşağıdaki tespitleri muhatap hissedenlere sıralamak uygun olabilir;
- 15. Yüzyıla kadar gayret edilen İslami bilgi mimarisi(epistemoloji) çalışmaları devam ettirilmeli tekamüle erdirilmeli.
- Buna bağlı İslami düşünce metodolojisi ve tüm insanlık için yeni bir paradigma inşası oluşturulmalı.
- Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf bu altyapı ile zenginleştirilerek tüm insanlık ve yaratılmışlar için bir Ahlak felsefesi ve Vicdan tanımı geliştirilmeli.
- Antik dönemden post modern döneme dahil, her türlü felsefe akımına açık ve şerh edebilme yeteneğine haiz olacak şekilde tüm dini eğitim kurumları güncellenmeli.
- Evrensel rekabet standartlarına açık olacak bu kurumlardan ilgili siyasi hareketlere veya cemaatlere mürit devşirme izlenimi verecek politikalardan kaçınılmalı. Bu yapılar otonom bırakılmalı dünya standartlarında hiçbir harcamadan kaçınılmamalı.
Söz konusu hususları çoğaltmak, akademik dille detaylandırmak veya kitaba çevirmek çok daha uzun zaman alacaktır. Bu yazı sadece konu başlıkları ve ilgili özetleri ile bile olsa vicdanları ve akılları biraz kurcalamak için yazılmıştır.
Fotoğraf: Masjid Pogung Dalangan
[1] Fıkıh bir dönem bütün ilimlerin adıydı. İmam Azam’ın tarifi ile de kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesiydi
[2] Larry Siedentop – inventing “Individual” The Origins of Western Liberalism
[3] Paganizm, kökenleri dünyanın kadim doğa dinlerine uzanan bir inanç biçimi ve bu dinlerin genel adıdır. Bu dinlere mensup kişilere pagan denir.( vikipedia)
[4] AL- İlah, Lunar Godness
[5] Manevi tasarruf-intikal
[6] http://faraszade.com/turk-tasavvufunun-bugunku-meselesi/
[7] İbnü’l-Arabî gibi âlemin zahirinin mülk, bâtınının melekût olduğunu söyleyen Necmeddîn-i Dâye melekûtu “eşyayı var kılan şey” olarak tanımlamış ve, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir” (Yâsîn 36/83) meâlindeki âyeti zikrederek eşyanın hakikatinin Cenâb-ı Hakk’ın kayyûmiyyet sıfatı olduğunu ve her şeyin onunla kāim bulunduğunu belirtmiştir.
[8] Bir görüşe göre, Kur’an ve Sünnet’te evrenin yoktan/sonradan yaratıldığına dair açık bir nass bulmak mümkün değildir. Bazı ayetler ve hadisler yorumlanarak bu sonuç elde edilmiştir. Kur’an çok net bir şekilde âlemin yaratıcısının Allah olduğunu söyler ki zaten filozoflar da kelamcılar da bunu kabul ederler.
[9] İbn Rüşd, filozoflar gibi Tanrı ile âlemin aynı anda var olduğunu iddia eder. Evren İlk Fâilin (Allah) fiilidir. Yani mademki bu ilk Fâil (Allah) ezelidir bu takdirde onun fiilinin de ezeli olması gerekir.
[10] Ahmet Yaşar Ocak, “Düşünce Hayatı (14.-17.Yüzyıllar)” , s.189. Şeyh Bedreddin Vâridat eseriyle felsefileşmiş tasavvufu temsil etmektedir. Eserinde Allah, nübüvvet, ahiret, cennet, cehennem, ruh, melek, kâinatın mahiyeti gibi İslâm felsefesi ve kelâmın temel konularında mistik yorumlarla birlikte akılcı filozof tavırlarıyla konulara yaklaşmaktadır. Ona göre Allah ve kâinat özdeştir. Kâinat Allah’ın madde âlemindeki tezahüründen ibarettir; ezelî ve ebedîdir. Ruh denilen şey, insan bedeninin yaşama kabiliyetinden başka bir şey değildir. Cennet ve Cehennem kavramlarından öyle sanıldığı gibi madde âleminde olan şeyler anlaşılmamalıdır Melek ise, çeşitli tabiat kuvvelerine verilen bir isimdir. Ocak, “Düşünce Hayatı (14.-17.Yüzyıllar)”, s. 190.
[11] 21 Ocak 1921’de Filistin’in Yafa şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Saint Joseph Koleji’nde yaptı. 1949’da Indiana ve 1951’de Harvard üniversitelerinde felsefe alanında yüksek lisans yaptı. “Değerin Metafiziği ve Epistemolojisi” konulu doktora tezini 1952’de Indiana Üniversitesi’nde tamamladı. Daha sonra Ezher Üniversitesi’nde üç yıl süreyle şer‘î ilimler alanında öğrenim gördü. Teşebbüslerinin milletlerarası çaptaki diğer önemli sonucu International Institute of Islāmic Thought’un 1981’deki kuruluşu oldu. Kuzey Amerika’da büyük bir İslâm araştırmaları merkezi haline gelen bu enstitünün özellikle “bilginin İslâmîleştirilmesi” yolundaki araştırma programlarının belirlenmesinde Fârûkī’nin öncü bir rolü oldu.
[12] Harran İslam inancından önce Pagan, Sin, Yıldız-Gezegen Kültü, Sabiîlik, Gnostizm, Daysanizm gibi köklü bir kültür yapısı olan bölgede felsefî okullarda bir çok alim eserleriyle ön plana çıkmıştır.
[13] Christopher Knight ve Robert Lomas, The Hiram Key (Hiram Anahtarı) adlı kitaplarında Eski Mısır’ın masonluğun kökeninde çok önemli bir yeri olduğunu anlatırlar. Yazarlara göre Eski Mısır’dan çağdaş masonlara miras kalan en önemli düşünce ise, “kendi kendine var olan ve rastlantılarla evrimleşen evren” fikridir. Mısırlıların bu büyük yanılgılarını yazarlar şöyle açıklamaktadırlar: “Eski Mısırlılar maddenin her zaman için var olduğuna inanıyorlardı; onlar için bir Yaratıcının mutlak olarak hiçlikten bir şey yapmasını düşünmek mantık dışıydı.”
Onların görüşüne göre, maddenin kendi içinde bir gücü vardı, bu dünya, kaosun içinden düzenin doğmasıyla oluşmuştu… Bu kaotik duruma “Nun” adı veriliyordu ve aynı Sümerler’in tanımı gibi… karanlık, güneşsiz, sulu bir derinlikti, bu derinlik kendi kendine düzenin başlamasını emretmişti. Kaosun maddesinin içinde yer alan bu gizli güç, kendi varlığının bilincinde değildi; o bir olasılıktı, düzensizliğin rastgeleliği ile birleşmiş bir potansiyeldi.
[14] Mısır’da Kral Toth, Eski Yunan’da Hermes ve İslamiyet’te İdris Peygamber olarak bilinen Adem’in yedinci torunu binlerce yıldır bu kültürler ve dinler üzerinde önemli etkiler bıraktı.
[15] Endülüs’te İslam, Timaş yayınları R. Garaudy
[16] Rager Bacon’un anlayışına göre gerçeğin önünde engeller bulunmaktadır. Bu engellerin cehaletin nedenleri olduğunu savundu. Opus Majus adlı eserinde bunu dile getirdi. Bu engeller aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
- Otoriteye bağlılık
- Skolastik gelenek
- Eğitim yetersizliği
- İnsanların cahilliklerini gizleme tutumları.
Bacon, aynı zamanda otoriteye bağlılık ve aşırı güvenin bilimsel bilgi için büyük tehlike olduğunu savunur.
[17] Osmanlı düşünce geleneği, felsefe, kelâm ve tasavvufun bir terkibi niteliği taşımaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in Molla Câmî’ye “hakikati arayan gruplar” diye nitelediği felsefeciler, kelâmcılar ve sûfîlerin görüşlerini birlikte değerlendiren bir risâle yazdırması, bu üç bilimin de Osmanlı düşüncesi içindeki varlığını göstermektedir (Öngören, 2007: 542).
[18] Dikkat çekici bir husus olarak, Fatih Sultan Mehmet sürekli yanında taşıdığı cönkünde(el çantası) sürekli başvurduğu ve her daim istifade ettiği 4 kitabı bir ömür yanında taşıdı. Bu kitaplar orijinal halleriyle Nur-u Osmaniyye Kütüphanesinde bulunuyor.
- İbn-i Sina – el- İşarat = Nazar yönteminin kurucu ve zirve metni.
- Gazzali – Tehafüt-ü Felasife = Nazar yöntemine güçlü Eş’ari eleştiri metni.
- Sühreverdi – Hikmet-i İşrak = Müşahede ve nazari geleneğin birleştirilmesini öneren İşrakiyye geleneğinin anlatıldığı Hikmet-i İşrak.
- Konevi – Miftah’ul Gayb = Müşahede geleneğini merkezi alarak nazari geleneği yeniden yorumlayan ekberi geleneğin zirve metni Miftah’ul Gayb.
Konya’nın gönlünü Mevlana, aklını Urmevi, vicdanını Konevi temsil eder.
[19] Süleymaniye medreselerinin kuruluşundan II. Meşrutiyete kadar geçen zaman diliminde ise, l557’den 1908’e kadar medreseler duraklama, gerileme ve çökme dönemlerini geçirmişlerdir. Bununla birlikte bu dönemde, Tanzimat’tan sonra açılan ve vaiz yetiştirmek üzere kurulmuş bir ihtisas medresesi olan Medresetü’l-Vaizîn’de ise, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, usû1-i fıkıh gibi derslerin yanı sıra, felsefe, mantık, psikoloji, ahlâk, metafizik, felsefe tarihi, İslâm felsefesi dersleri de yer almış, bu dersler Mehmet Ali Aynî tarafından verilmiştir
[20] Bu grup ön yargısız bir yaklaşımla dinî, felsefî ve ilmî olmak üzere ulaşabildiği her tür bilgiyi kullanmıştır. Onlar için düşüncelerine temel olmada Kur’an ne kadar öneme sahipse Tevrat ve İncil de o kadar önemlidir. Din bilgisinde Hz. Peygamber’in veya Hz. Ali’nin sözü ne kadar önem taşıyorsa felsefede Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun, matematik ve geometride Pisagor’un ve Öklid’in, coğrafyada Batlamyus’un sözünün de önemi o derece büyüktür.– İslam Ansiklopedisi İhvan-ı Safa
[21] Şarkiyatçı Thomas Bauer’in tezi, Batılı modernliğin kesinlik “takıntısının,” müphemlik kültürünü gitgide tahrip ettiğidir; bu süreçte İslâm “ilâhiyatlaşarak” katılaşmıştır. Bauer, neticede ister Selefi olsun, ister fundamentalist ister reformist, İslâmcılık ile Batılı modernizmin İslâm anlayışlarının benzeşir hale geldiğini savunur.
[22] Bkz A. M. Al-Meraire Aristo’nun Mahkumları, Epistemic Institute Press, Los Angeles, 1984
[23] Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison (Cambridge University Press, 2019)