[voiserPlayer]
2023 genel seçimleri; beş yıllık sıkıntılı bir ekonomi performansının, deprem felaketinin, iktidarı zor durumda bırakan pek çok skandalın ardından iktidarın zaferiyle sonuçlandı. Bu yazıda seçim sonuçlarının muhalefet adına bazı sebepleri ve olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışacağım. Muhalefete odaklanmamın iki nedeni var. Birincisi, diğer taraf seçim kazanmayı önemsiyor, seviyor ve bunu defaatle başarıyor; muhalefetin ise kazanma arzusunda veya becerisinde tahlile muhtaç eksikler var. İkincisi, içinde bulunduğumuz düzen, iktidar tarafı hakkında serbestçe yazabilmemiz için gerekli düşünce özgürlüğünü biz vatandaşlara garantilemiyor. Ben de daha güvenli alanda kalıp muhalefetin eksiklerini yazacağım, bunun da kıymeti olacağını umarak.
Son yıllarda Türkiye siyasetini kutuplaşma, otoriterleşme, asla eskimeyen neoliberalizm gibi kavramlar üzerinden konuşmayı sevdik. Ama işin daha basit kısmını unutabiliyoruz: Her şeyin temelindeki basit mekanizma, vatandaşların sandığa gidip kendilerini daha çok ikna eden veya daha az gıcık oldukları adaya oy vererek yönetime getirmeleri şeklinde. Yönetime gelen, zamanla yönetim sistemini de değiştirebiliyor, toplumsal güç dengelerini de. Demokrasi için de gerekli şart olan bu temel mekanizma, adayları ve oy sayılarını siyasi rekabetin merkezine koyan şey. Şu halde aday ve oy matematiğinin önemini teslim etmeyen çözümlemeleri geçiniz.
Bir sandık yarışmasının söz konusu olması, rekabetin adil olduğu anlamına elbette gelmiyor. Ev sahibi takımın kalesinin daha küçük olduğu, o yüzden daha zor gol yiyebileceği türden bir futbol maçı gibi tasavvur edebiliriz. Üstelik kim kazanırsa o takımın kalesi sonraki maçlar (seçimler) için daha da küçültülecek. Bu koşullarda muhalefet, deplasmanda maça çıkıyor, bunu da önceden biliyor. Muhalefetin yapabileceği, doğru kadro ve dizilişle kazanma şansını azamileştirmek idi.
Kemal Kılıçdaroğlu son yıllarda yalnızca CHP değil, tüm muhalefet takımı için bir teknik direktör gibi faaliyet gösterdi. Gittikçe otokratikleşen güçlü bir cumhurbaşkanı karşısında, demokrasi söylemini merkeze koyarak muhalefetin dirayetini ve erdemini ayakta tutmaya çalıştı. 2017’deki Adalet Yürüyüşü onu bu konuma iten ilham verici bir hareketti. 2018’de İYİP’in seçimlere katılabilmesi için CHP milletvekillerini ödünç vermesi, muhalif merkezi genişleten bir tercih oldu. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için de bir platforma dönüşen 6’lı Masa, bu çabaların kişisel bir ödülüydü.
Kılıçdaroğlu’nun teknik direktörlükle yetinmeyip kendini ayrıca santrafor olarak sahaya sürme tercihi ise seçimin kaderi için kritik bir değişken olarak anılmalıdır.[1] Bir aday olarak Kılıçdaroğlu’nun seçilme şansı niceydi?
Seçimlere giden süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan, karşısında rakip aday olarak Kılıçdaroğlu’nu görmek istediğini açıkça dile getirdi. Bu tavır muhalif mahallede nedense “Erdoğan en çok kime karşı kaybetmek istemez” gibi garip bir soruyla karşılık buldu. Aslında seçim kazanma ustası olan Erdoğan kimseye karşı kaybetmek istemezdi ve kaybetme olasılığının rakibi Kılıçdaroğlu olduğunda azalacağını öngörüyordu. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaklaşık on yıldır toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek ve kendisini sayıca üstün olmaya yatkın kutbun temsilcisi olarak sandıkta onaylatmak üzerine stratejisini kurmuştu. Kılıçdaroğlu da Erdoğan’ın oynamayı sevdiği kutuplaşma oyunundaki karşı kutbu, istese de istemese de sembolize eden bir profil sunuyordu. Sünni mütedeyyin üstünlükçülüğe karşı Alevi kimliğiyle, son yıllarda iktidar bloğunun çimentosu haline gelen Türk milliyetçiliği karşısında da Tunceli’li / Dersim’li olmasıyla karşıt kutupta oturuyordu. Yani (erkeklik haricinde) Türkiye’deki en baskın iki çoğunluğa karşı da azınlıkta kalan bir kişi olarak, ortanca seçmenin lider olarak sahiplenmekte zorlanacağı bir profildi. Bu “odanın içindeki fil” durumunu tarif etmeye çalışan gözlemciler, muhalif mahalledeki absürt tartışmalarda o fili oraya getirmekle suçlanabildiler. Muhalifler olgu ve temenniyi birbirine böylece karıştırırken iktidar tarafı ideal rakibini gocunmadan işaret ediyordu.
Aslında Kılıçdaroğlu’nun teknik direktör şapkasıyla muhalif merkez inşa etme çabası, tam da kutuplaşmayı çözmeyi amaçlamıştı. Kürt siyasal hareketine düşman olmadan İYİP ile ittifak kurmak, seküler kitlelerin doğal adresi olan CHP ile İslamcı SP’yi ve AKP’den kopan sağ partileri bir araya getirmek, siyasetin iki ana kutuplaşma eksenini de aşabilecek bir demokrasi platformunun yolunu arayan stratejilerdi.
Ancak bireysel olarak Kılıçdaroğlu 13 yıldır ana muhalefet partisi lideriydi ve tüm bu süre zarfında iktidarın anlatısında Erdoğan’ın hasmı, karşıtı, zıddı olarak kodlanmıştı. Muhalefetin seçim kazanmak için oylarını (veya çocuklarının oylarını) alması gerektiği eski AKP’liler, hatta MHP’liler, “Kılıçdar” imgesi üzerine yıllardır negatif bir duygusal yatırım yapmış, haklı ya da haksız olarak onu sorunlarla ve gıcık oldukları her ne varsa onunla özdeşleştirmişti. Bu insanlar ekonomi ve adalet gibi alanlarda yönetime dair şikayetler biriktirmiş olsalar da bunca yıldır verilen kavgada yanlış tarafta yer almış olduklarını düşünmek istemezlerdi.
Oysa ki eğer muhalefet, aday olarak yeni bir yüz sunabilse, “o kavga bitti, şimdi başka bir yarış var” diyerek, eski kimliklerine ihanet ettikleri duygusuna kapılmadan oy tercihlerini değiştirmeleri ihtimal dahiline girerdi. Bu arada Kılıçdaroğlu, “yaşlandı, yoruldu” diye eleştirilen Erdoğan’dan 6 yaş daha büyüktü. Türkiye İşçi Partisi liderinin bile bir seks sembolü haline gelerek popülerleştiği görsel siyaset çağında heyecan yaratabilecek bir sahne performansı yoktu. Kısacası, Kılıçdaroğlu’nun kutuplaşmayı ayakta tutan ve Cumhur İttifakı sürekli oy kaybetse de Cumhurbaşkanı’nın değişme ihtimalini azaltan bir bagajı vardı; sahip olduğu pek çok erdem de bu ihtimalle ilgisiz kalıyordu.
Burada ileri sürülen tespitlerden bazılarının isabetsiz olduğunu veya herhangi bir muhalif aday için de benzer biçimde işleyeceğini ileri sürebilirsiniz. Gerçekten de insanların bir adayı neden istediğini ya da istemediğini tespit etmek kolay değildir. Ancak, isteyip istemediğini tespit etmek daha kolaydır. Seçimler, bunun dönüşü olmayan, resmi bir yoludur. Peki, iş resmi seçimlere kalmadan, insanlara ne istediklerini deneme yollu soramaz mıyız?
Bu imkanı, temsili seçmen örneklemleri üzerinde anket metoduyla yapılan araştırmalar sağlıyor. Pek çok farklılıklarına rağmen, muhalefet adayını ilan edene kadarki anketlerin işaret ettiği en tutarlı sonuç, Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin çıkarabileceği olası adaylar arasında kazanma şansı en düşük aday olduğu ve Erdoğan karşısında iyi ihtimalle başa baş bir performans gösterebileceği şeklindeydi.[2]
Bu duruma rağmen Kılıçdaroğlu’nun adaylığının nasıl münkün olduğunu tartışmadan önce anketlerin nasıl kullanılabileceğine dair bir parantez açalım. Kamuoyuyla paylaşılan anket sonuçlarının pek çoğunun temsil değil pazarlama amacı taşıdığını, bazılarının gerisinde gerçek bir anketin bile bulunmadığını kolaylıkla tahmin edebiliriz. İşi ciddiyetle yapmaya çalışan birkaç araştırma şirketinin de kullanmak zorunda olduğu metotların sınırları var. Yüz yüze değil de telefonla yapılan anketlerin Türkiye’yi temsil iddiası zayıftır. Yüz yüze anketleri makul bir zaman içinde tamamlayarak seçmen kütlesinin belirli bir andaki resmini oluşturabilmek için kullanılan “kota” yöntemi, örneklemin olasılıksal seçilmesini engeller. Ama iyi bir zanaatkarlıkla tasarlanan anketler, bize başka türlü sahip olamayacağımız değerli ve somut verileri sağlamaktadır.[3]
Bunlar, bize küçük oranlı grupların boyutunu güvenle gösteremese de belli başlı örüntüleri gösterebilir. Açık ara önde olan aday varsa onu gösterebilir, zaman içinde aynı metodolojiyle tekrarlanan anketler değişim trendlerini gösterebilir. Ancak seçimler 1 veya 2 puan farkla kazanılıyorsa anketler kimin kazanacağını tahmin etmemizi sağlamaz. Bu, çeşitli teknik ve pratik gerekçelerle sahip olamayacağımız bir ölçüm hassasiyeti.
Bu anket bilgisinin üstüne şöyle bir hayat bilgisi ekleyelim: Eğer bir anket Tayyip Erdoğan’ı 1 veya 2 puanlık bir marj içinde rakibiyle başa baş pozisyonda gösteriyorsa, Tayyip Erdoğan muhtemelen o seçimi kazanacaktır. Zira; 1) anketler yurtiçi seçmeni temsil ederken AKP/Erdoğan’ın yurtdışı seçmenden gelen ekstra marjı vardır, 2) oy kullanımı ve sayımı sırasında oluşabilecek olan “seçim düzensizlikleri” dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi Türkiye’de de iktidar lehine fark yaratır, 3) anket sonuçları bildirilirken hesaba katılamayan kararsızlar, aslında AKP/MHP sosyolojisine yakın iken yönetimden şikayetlerinden ötürü oy kullanmaya isteksiz olan, ancak seçim haftası iktidar aygıtı tarafından mobilize edilebilen kişileri fazlaca barındırır.
Bu koşullar altında 21 yıllık kemikleşmiş iktidarı değiştirmek isteyecek muhalefet adayı, seçime uzun aylar kala anketlerde açık bir farkla öne geçip yönetimin el değiştireceğine yönelik kuvvetli bir izlenimi, bürokrasi, medya ve piyasalar nezdinde ortaya koymak zorundaydı. Yok eğer seçim haftasına kadar yarış belirsizliğini koruyor, tarafların birbirini manipülasyon ve hileyle suçlayacağı son akşama iş kalıyorsa muhalefete geçmiş olsun.
2023 seçimlerinden daha üç ay önceye kadar, bırakın böyle bir rüzgar yakalamayı, adayını belirleyememiş bir muhalefet gördük. Anket verileri aksini göstermesine rağmen, ekonomik oy davranışını yakından inceleyen pek çok uzmanın aksi yöndeki uyarılarına rağmen, “ekonomi kötüyse seçim çantada keklik, aday önemli değil, sonrasını tasarlayalım” gibi bir hayalcilik içinde, dışarıya kapalı masa toplantılarıyla, gelecekteki hükümet sisteminin tasarımına dair barok, farazi tartışmalarla vakit geçirildi. 6’lı Masa’daki bazı siyasetçilerin neden oraya dahil edildiği bugüne değin anlaşılamadı. Diğerlerinin ise muhalefet adayına getirecekleri oy katkısı; “kriz çıkar, yeniden seçime gideriz” ve “savunma sanayine dokunuruz” gibi seçmeni ürküten demeçleriyle ve sonunda kadrolarını CHP listesinden seçime sokmalarıyla muhtemelen eksiye döndü.
Muhalefet adayının belirlenmesindeki gecikme, bir ihmalden ziyade Kılıçdaroğlu’nun adaylığını gerçekleştirmek için kurgulanmış bir stratejinin ürünü olarak da değerlendirilebilir. CHP içindeki delege sistemi sayesinde parti örgütüne hakim olan genel başkan, ana muhalefet partisinin otomatik (default) adayı, böylece muhalefet masasının da otomatik adayı idi. Bu durumda, seçim takviminin gelip kapıya dayanmasını adaysız beklemek, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını adeta kendiliğinden gerçekleştirecek bir yol idi ve belki de bu yüzden tercih edildi. Bu tabloya karşı gidişatı değiştirebilecek olan şey, teknik direktörün başka bir adayı gönüllü olarak sahaya sürmesi olabilirdi. Kılıçdaroğlu bunu tercih etmeyince örgütsüz kalacak alternatif adaylar, kazan kaldırmadı. İYİP lideri Akşener’in itirazları da sonuçsuz kaldığı gibi kendisine ve partisine galiba zarar verdi. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ilan edildiği vakit, belirsizliğin azalması sayesinde anketlerde muhalefet adına geçici bir toparlanma gözlense de seçim zaferi için daha kazanılması gerekecek olan pek çok oyun o an kaybedilmiş olduğu, ortanca seçmeni tanıyanlar için aşikardı.
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını (alternatif muhalif aday olasılıklarına karşı) desteklemek için ortaya çıkmış bir fikir ekosistemi de bulunuyor. Bu minvalde dile getirilen argümanları bugünden geriye yargılamak kolay ama aslında pek önemli değil. Zira fikirler takipçiydi, adaylığı mümkün kılan şey, parti ve masa mimarisinin maddi gerçekliği ve dağıttığı ödüllerdi. Bununla birlikte fikir düzeyindeki bir tartışmayı biraz daha ciddiye alıp burada anmak isterim; AKP iktidarının “popülist” niteliğine karşı muhalif kanaat önderlerinin geliştirdiği eleştirileri kast ediyorum.[4]
Aslında demokrasinin bir marazı ve boyutu olan “popülizm” kavramını, bir korkuluk gibi çıkarıp karşıya koymak ve popülizmden tamamen arınmış bir demokrasi tasavvur etmek hata idi. Lidersiz bir yönetim mimarisine koşut olan bu tasavvur; hikayesi, ruhu ve yüzü olmayan bir biçim, prenssiz bir hegemonya aramaktadır. Bu gerçekçi değil. Odalar, tarikatlar ya da sendikalar gibi örgütlü sivil toplum dayanağından zaten yoksun olup salt entelektüel üstünlükle öne geçmeye çalışan muhalefetin; hem örgütsüzlüğü telafi edecek bir koordinasyon noktası olarak, hem de ahalinin entelektüel kibre karşı duyduğu kini (ressentiment)[5] yatıştıracak bir figür olarak etkin ve bir ölçüde karizmatik bir lidere ihtiyacı var. Etkin liderlik iyi bir şeydir ve modern demokrasi bunu ortadan kaldırmak için değil, sınırlamak ve denetlemek için kurumlara güvenmelidir.
Etkin liderlik iddiasının Erdoğanizm olduğunu ima eden ve yönetmeme vaadi üzerine kurulu bir söylemle Erdoğan’ın yerine yönetime gelmek için kitlelerden oy talep etmek paradoksaldı ve bu söylem ancak seçime iki ay kala sahaya inince çeşitli realitelere çarparak şekil değiştirdi. Merkezi bir hikayesi olmayan vaatler bütünü, “5’li Çete” imgesinde kendi popülist hedefini bulur gibi oldu ama bu geç kaldı. Üstelik kaotik “6’lı/8’li Masa” imgesinin yanından geldiği için belki de yeterince inandırıcı olmadı.
Seçimin birinci turunu Kılıçdaroğlu geride kapatıp CHP kazandığı ekstra meclis sandalyelerinin tamamını sağ partilere teslim edince hedef, göçmenlerle ve terörle mücadeleye kayıverdi. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını erdemin, tutarlılığın ve püriten bir liberal-sol çizginin tek kabul edilebilir ifadesi olarak görmek isteyenler, bu acemice realpolitik manevralar karşısında herhalde hayal kırıklığına uğradı. Daha önemlisi, karşı taraftan pek kimse ikna olmadı.
Muhalefet saflarında etkin liderlik iddiası en kuvvetli aday figürü Ekrem İmamoğlu’ydu. İmamoğlu, Yasin okuyabilen Karadenizli bir müteahhit olmasına rağmen Ak Parti iktidarının ödüllerinden uzak durup 15 yıldır seküler hassasiyetlerle CHP’de siyaset yapan ve kendisine Beşiktaş, Kadıköy gibi bir kale tahsis edilmeyince AKP’nin elindeki Beylikdüzü belediyesini seçmenlerle kazanıp yönetmiş, sonra da şans verilince İstanbul’u almış bir siyasetçiydi. Daha sağdaki seçmenleri bireysel profiliyle Kılıçdaroğlu kadar ürkütmeyecek olan İmamoğlu’nun küçük partilere milletvekilliği dağıtma ihtiyacı duymadan ve helalleşme merasimiyle vakit kaybetmeden ekonomi, değişim ve gençlik odaklı bir kampanyayı yürütebilmesi mümkündü.
Mansur Yavaş da mevcut iktidar bireşiminin ideolojik ağırlık noktasına daha yakın görüldüğü için geniş kitleler tarafından tercih edilebilecek, bunun için de bireysel iddiasını öne çıkarmak zorunda kalmayan bir figür olarak anketlerde en az İmamoğlu kadar yüksek destek buluyordu. Eğer Yavaş’ın adaylığı herhangi bir noktada ciddiyete binip de iktidar tarafından hedefe konsaydı böyle bir birinciliği koruyabilir miydi bunu ben gerçekten bilmiyorum, kestiremiyorum. Ancak İmamoğlu’nun, 2019’dan beri iktidarın en yoğun presi altında kalan isim olduğunu ve bu süreçte popülarite iddiasını koruduğunu biliyoruz. İktidar bloğu; Yavaş konusunda sessiz kalırken, açık ve rasyonel bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu rakip istiyor, İmamoğlu’nu istemiyordu.
Mahkemelerin İmamoğlu’na sudan bir bahaneyle siyaset yasağı getirmesi; tesadüfi (veya, sosyal bilim metodolojisiyle ifade edersek, eksojen) bir durum değil, bu tercihin ifadesiydi. Zaten diğer adayların seçimi kazanma olasılığından aynı derece korkulsa onlara da benzeri bahanelerle seçim yasağı getirilebilirdi. Bu konuyla ilgili geçmişe yönelik ancak spekülasyon yapabiliriz ama şuna kaniyim ki 2019 İstanbul seçimlerinin yarattığı hikayenin ardından erken bir noktada İmamoğlu’nun adaylığı arkasında durulabilse iktidarın baş talibi haline gelecek bu siyasetçinin yasaklanma ihtimali azalırdı. Yine de yasak gelse bu durum o zaman İmamoğlu’nun ve onunla birlikte seçime girecek olan yedek muhalefet adayının alacağı toplam oy oranını artıracak bir hikayeye çevrilebilirdi.
Ayrıca, seçimin muhalefet tarafından temiz bir farkla kazanılması durumunda iktidar el değiştirir ve yasağın onanması da gündemden düşerdi. Bu fırsatların hepsi tepilmiştir. Spekülasyonu burada bırakıp şunu kuvvetli bir kesinlikle söyleyebiliriz ki şimdi genel seçimleri iktidarın kazanmasıyla birlikte on ay içinde İmamoğlu’nun siyaset yasağının onanma ve İBB’nin bu veya başka bir şekilde AKP’ye geçme olasılığı artmış bulunmaktadır.
Siyasette mağlup olmanın sonuçları vardır. Yıllarca seçim üstüne seçim kazanan etkin liderin takipçileri; kaynak dağıtımını yönetti, medyayı yeniden tasarladı, bürokrasiye hakim oldu, sistemi de değiştirdi. Erken seçimi zorlaştıran Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde muhtemelen 2028’e kadar genel seçim olmayacak. Ekonomik kriz ve deprem felaketini atlatmış olan muktedir kadrolar, ülkeyi kendi doğrularınca şekillendirmeye yeni bir özgüvenle devam edecek. Tüm büyük şehirlerde ve üretken kesimlerde iktidar destekçilerinin azınlıkta kalması, bu durumu kendiliğinden engelleyecek bir veri değil. Aksine, birtakım yönetim tercihleri belki de sertleşecektir. Tarih, mücadeleci asabiyeye, iyi örgütlenmeye veya etkin lidere sahip toplulukların kendilerinden daha varsıl ve rafine toplulukları hüküm altına alıp sağmasının örnekleriyle doludur. Bu, muhalif aktörler ve onların temsil edeceği toplumsal kesimler için kötü haber. Burada yalnızca “tuzu kuruları” değil, yaygın bir kanının aksine AKP’ye ortalamanın altında oy çıkaran (ve yüksek oranda Kürt hareketinin partilerine oy çıkaran) en alt gelir grubunu da kastediyoruz.
Bu seçim değerlendirmesi büyük ölçüde aday değişkenine odaklandı. Elbette ki geçmişten beri süregelen kutuplaşmaların,[6] ekonominin[7] ve kurumsal düzenin[8] seçim sonuçları üzerinde kuvvetli etkisi oldu, bunlar başka yerlerde veya başka yazarlarca ele alınıyor. Ancak aday ve kampanya; muhalefetin kısa vadede -hem de Kürt meselesi gibi çetrefil konularda zor tercihler yapmak zorunda kalmadan- bir fark yaratabileceği başlıca konuydu. 2028’de muhalefet, bugünküne benzer aday, organizasyon, kampanya tercihlerini, aslında iktidar arzusundaki eksikliğin bir ifadesi olan “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” ısrarıyla devam ettirebilir. Farklı tercihlerin de o zaman başarı getireceğinin garantisi yok.
Çünkü, 2028 Türkiye’si seküler/demokratik bir muhalefetin siyaset yapmasının biraz daha zor olacağı bir ülke olacaktır. Kürt meselesi, göçmenler gibi konularda da kolay olmayan tercihler siyasetçileri bekliyor. Bir tarafın sürekli mağlup olmasının, iktidar değişiminin objektif koşulları oluştuğunda bile yanlış siyaset yüzünden mağlup olmasının, tüm ülke için sonuçları vardır. Mümkün olan bazı toplumsal faydalar gerçekleşmeyecek ve gereksiz bazı zararlar gerçekleşecektir -ekonomistlerin verimsizlik olarak tarif ettikleri durum.
2024’te yerel seçimlere girilecekken verimli bir ülke için herkesin varlığına ihtiyaç duyacağı demokratik muhalefet adına karamsar bir tablo çizen böyle bir yazıya ihtiyacımız var mı? Ana muhalefet partisini muhakkak ki kendi çıkarı için dizayn etmeye çalışacak birtakım girişimlere malzeme mi vermiş, kafa mı karıştırmış oluyoruz? Bu gibi tereddütler yüzünden, biraz da korktuğumuz için, genel seçim öncesi on düşündüysek bir yazdık, beş yazdıysak dört sildik. Ama bu kadar tecahül-i arif de fazla, bir yerde çizgiyi çekip bazı temel olguları kayda geçirelim, belki gelecek kuşaklar bir şeyler öğrenir. Ateşe saygı duymak için kaç kere yanmanız lazım?
[1] Teknik direktör/santrafor metaforunu özel bir sohbette dile getiren Hakan Yılmaz’dan ödünç alıyorum.
[2] 2021 sonlarında akademik bir araştırma için Türkiye kent nüfusunu olasılıksal metotlarla temsil eden bir örneklemde bizzat yaptırdığım bir ankette, Erdoğan karşısındaki aday tercihi için ayrı ayrı sorulduğunda Kılıçdaroğlu yalnız Yavaş ve İmamoğlu’ndan değil Akşener’den de kötü bir performans sergiliyordu.
[3] Yalnız piyasadaki anketlerin değil “altın standart” bilimsel metotlarla yapılan araştırmaların dahi çokça bilime ama biraz da zanaata dayandığını belirtmemiz lazım. Örneğin, temsili örneklemler için olasılıksal olarak seçilen hanehalkı üyelerine ulaşmak üzere örneklemdeki her adreste 2 ya da 4 değil de 3 teşebbüs yapılmasının gerekçesi, matematiksel bir modele değil, “Allah’ın hakkı üçtür” desturuna dayanır. Bu pratik son derece makuldür ama işin bilim kısmından değil zanaat kısmından gelir. Ayrıca araştırma süresini, (seçime katılım gibi hızlı değişebilen bir olgu için) temsiliyet iddiasına ket vuracak kadar uzatabilir.
[4] Henüz moda olmadan önce AKP’yi bir neopopülizm vakası olarak ele alan ilk eser sanırım Deniz Yıldırım’ın 2009 makalesi. Aynı yıl yazdığım lisansüstü tezimde ben de aynısını yapmıştım ve bu etiketi salt eleştiri olarak kast etmiyordum. Muhalefetin de daha halkçı ve popülist olması gerektiğini düşünüyordum.
[5] Halkımız, maalesef, doktor ve doktorant dövmeyi sever.
[6] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2063361.
[7] https://birikimdergisi.com/guncel/11109/bu-ekonomiye-ragmen-hala-nasil.
[8] https://www.politikyol.com/baskanlik-sistemi-kime-yaradi/.
Fotoğraf: Aaron Burden