[voiserPlayer]
Seçimden sonra Burak Bilgehan Özpek ve İlkan Dalkuç ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Daktilo 1984 yayınında[1] Altılı Masa için bir kartelleşme girişimi tanımlamasında bulunmuştum. Bu yazımdaysa Masa’nın üç temel sürecine vurgu yaparak bir kartelleşme girişimi olduğunu savunuyorum. Bunlar; Masa’nın toplumdan kopuk olması, aday belirleme süreci ve her partiye verilen veto yetkisi.
Piyasada birbiriyle yarışması gereken firmaların fiyatları yüksek tutmak için ortaklık yapmasına kartelleşme denir. Piyasadaki kartelleşmeyi siyasete de uyarlayabiliriz. Kartz (1995), kartel parti sistemini birden fazla partinin ortaklaşarak devletin sermayesini kendi çıkarları için kullanması olarak tanımlar. Buradaki temel vurgu, partilerin yarışmacı özelliğinden vazgeçmesi ve onun yerine devletin dağıtım (clientele) kapasitesini kullanarak kendisinin ve diğer kartellerin çıkarlarını öncelemesidir.[2]
Kartel partiler kendi aralarındaki mücadeleyi minimize eder ve kendi ortaklıklarına karşı doğabilecek dış rekabeti engellemeye çalışır. Ardından da başta koltuk olmak üzere devletin kaynaklarını kendi aralarında bölüşürler. Kartel parti sistemleri Dahl’ın (2008) demokrasi[3] için uygun gördüğü rekabetçilik ve kapsayıcılık tanımlarıyla çelişir.
Masa, hem organizasyon hem de yönetiliş biçimiyle birçok açıdan kartel parti modelini andırıyordu. Öncelikle, Masa herhangi bir girişiminde seçmenlere hiçbir şey danışmadı. Toplumsal kopukluğa ek olarak -belki de bunun bir sebebi olarak- Masa kurulur kurulmaz siyasetin rekabetçi yapısını engellemeye çalıştı. 6 siyasi parti, iki yıl süren toplantılarında Kılıçdaroğlu haricinde hiçbir adayın ismini değerlendirmedi. Potansiyel adaylıkları yerel seçimden beri konuşulan, Kılıçdaroğlu’ndan daha popüler olan iki belediye başkanını bir kez bile toplantılarına davet etmedi. Adaylık tartışmalarının bu şekilde yürütülmesi kartelleşme sürecinin ilk aşamasıydı.
Siyasette her aktör kendi gücünü maksimize etmek ister. Bu durum, cumhurbaşkanı adayı olmak isteyen Kılıçdaroğlu için de geçerliydi. Masa’daki dört muhafazakar parti, İmamoğlu veya Yavaş gibi karizmatik bir aday başkan seçilirse muhtemelen siyasetten silinecekti. Çünkü bu dört partinin en önemli iddiası, Kılıçdaroğlu’nun en zayıf noktası olan muhafazakarlara erişimde etkili olmalarıydı. Ancak İmamoğlu ve Yavaş, muhafazakar seçmene ulaşmakta bu parti liderlerine ihtiyaç duymayacaktı. Bu bağlamda dört parti ve Kılıçdaroğlu, devletin kaynaklarını kendi aralarında bölüştürerek siyasetin tabandan tavana etki edebilmesini engellediler. Süreç Kılıçdaroğlu’nun bu dört partiye vekillikler dağıtmasıyla sonuçlandı. Milletvekili paylaşımı, kartelleşmenin bir diğer adımıydı.
Masa’nın önemli bir özelliği altı liderin ülkeyi ortak yönetme iradesiydi. Bu bağlamda, güçlerine bakılmaksızın Masa’daki her partinin veto hakkı doğacaktı. Bu veto hakkı partilerin dağıtım mekanizmalarını kontrol edebilmesi için oldukça kullanışlı olabilirdi. Nitekim, meclis ve diğer kurumların Masa üzerinde bir denetim yetkisi yoktu. Örneğin, partiler ortak alınması gereken kararlara itiraz edebilir, poliçe destekleri karşılığında önemli kurumların kontrolünü talep edebilirdi. Siyaset bir nevi kurumların partiler üzerinden dağıtılmasına sıkıştırılabilirdi. Buna Türkiye’deki partilerin anti-demokratik yapısı da eklenince yönetim süreci toplum için oldukça dışlayıcı olabilirdi.[4]
Örneğin, hiçbir parti üyeliği bulunmayan bir vatandaş oyuyla cumhurbaşkanını değiştirebilir[5] ancak Masa’daki partilerin liderlerini değiştiremez.[6] Bu bağlamda, parti liderleri cumhurbaşkanlığını kontrol ettikleri sürece Masa’yı diledikleri gibi kullanabilirdi. Ek olarak, 3-6 Mart arasında Meral Akşener’in ya da Muharrem İnce’nin başına gelenler gibi, Masa’nın yapısına itiraz edenler linç ve kara propaganda da dahil olmak üzere birçok ‘’hoş olmayan’’ sonuçlara maruz kalabilirdi. Bu noktada, ‘’muhalif’’ medyanın önemli bir kısmının da Masa’nın başat aktörüne bağımlı olduğunu vurgulamak gerekir.
Farklı açılardan incelediğimizde, Masa’nın kartel yapısını tanımlayabiliyoruz. Nitekim Masa, birçok açıdan Lübnan’daki konfesyonizmi andırıyordu. Lübnan’daki sistemde[7], her mezhep kamuda belirli oranda temsil edilmek durumundadır. Lübnan’da dini mezhep (taif) hakimken Türkiye’deyse kamusal dağılımlar üzerinde altı siyasi parti ön planda olacaktı. Çünkü Türkiye’yi, muhafazakarlar, milliyetçiler ve cumhuriyetçiler gibi keskin ayrımlarla tanımlamak, Masa bileşenlerinin veto yetkilerini geliştirmeleri ve bunun üzerinden Kılıçdaroğlu’nun adaylığını meşrulaştırmaları için oldukça kullanışlıydı.
Masa bileşenleri seçmenin karşısına kartel parti sistemiyle çıkmış olsa bunun da demokrasinin bir parçası olduğunu iddia edebilirdik. Ancak Masa, kartelleşme girişimini demokrasi ve çokseslilik gibi ulvi hedeflerle kamufle etmeye çalıştı. Bunu yaparken de Türkiye siyasetinin geleceğine şimdiden büyük zarar verdi. Artık insanlar uzun vadeli kurumsal gelişim çabalarına şüpheyle yaklaşacak, arkasındaki çıkar çatışmalarını sorgulayacak. Belki de Masa liderlerinin siyasette var olabilmelerinin tek yolu, parti diktalarına yaslanmaları ve seçmenle aralarındaki mesafeyi muhafaza etmeleri olacak.
[1] https://www.youtube.com/watch?v=BMh3JgCatFo
[2] https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/1354068895001001001
[3] Dahl’ın değimiyle polyarchy.
[4] Parti yönetimindeki azınlıklar hariç.
[5] Teorik olarak.
[6] Muhallefetteki başarısız liderleri değiştirmenin ne kadar zor olduğunu 28 Mayıs’tan beri gözlemliyoruz.
[7] https://www.cjpme.org/fs_026