[voiserPlayer]
Terör, terörist ve terörizm kavramları tarihsel olarak bakıldığında farklı dönemlerde farklı imalara sahip kelimeler olarak karşımıza çıkmaktalar. Örneğin, terör kelimesi Fransız Devrimi’nden sonra kurulan Robespierre yönetiminde rejim karşıtlarına yönelik uygulanan baskıcı ve hatta kanlı politikaları olumlayan bir anlama sahipti. Meşhur Terör Dönemi buna denk gelmektedir. Fakat Terör Dönemi sonrası kelime bu sefer tam da o dönemin baskıcı politikalarına işaret ederek bir tür totalitarizm imasına sahip oldu. 19. Yüzyılın sonundaki anarşistler açısından terörist olmak övünülecek bir durum iken, 1940’larda terör doğrudan Nazi ve kısmen de Stalinist politikalara yönelik adı konulmamış bir “devlet terörü” imasına sahipti. Kısacası, terör kavramı tarihsel yolculuğu içerisinde farklı imalara ve anlamlara haizdi.
Aslında bu durum bugün de karşımıza çıkan terörizm tanımlamasına dair tartışmalarda sıkça karşılaştığımız bir noktaya işaret ediyor. Türkiye gibi bir örnekte, neredeyse belirli bir oy verme davranışının dahi teröre desteğe eş tutulduğu bir ülkede, bu tarihsel yolculuğa kısmen bakmak aslında kavramın iktidar ile olan ilişkisinde çok önemli işaretler sunuyor. Peki, bu kadar güçlü siyasi anlamlar ve pratikler üreten bir kavramın elde ettiği bu güç nasıl devşiriliyor? Bir diğer ifadeyle, siyasi iktidarların elinde bir tür ‘düşmanlaştırma’ işlevi gören ve toplumun bir kesimini anormalleştirerek güvenlik mekanizmaları aracılığıyla bir yandan devletin ‘zaruretini’ iddia edip diğer yandan da devletin yöneticilerini mevcut iktidar pozisyonlarında kabul ettiren bir nüfus kontrol tekniği olarak terörizm kavramı nasıl bu gücü verebiliyor? Fransız Devrimi sırasında iktidarını korumak amacıyla muhalefeti bastırmak için olumlu bir anlama sahipken, günümüzde belirli (toplumsal) grupların ‘yasadışı’, ‘ahlak-dışı’ ve ‘insanlık-dışı’ eylemselliklerini ifade eden olumsuz bir anlama giden yolculuğunda, terörizm her seferinde toplumu kontrol ve disiplin altına alma tekniği olarak belirdi. İşte, kavramın kıssadan hisse gücü burada: Foucault’nun ‘güvenlik aygıtı’ dediği, toplumun ‘kendi gibi’, yani belirli doğal normlar çerçevesinde yaşayabilmesi için topluma dair düşmanları icat ve idare eden iktidar yapılarının bir aracıdır terörizm.
Buraya kadar gelen kısa kuramsal tartışmada ve nihai iddiada kendisini gösteren bir nokta mevcut: terörizm sabit bir kavram değil, aksine oldukça akışkan ve ilişkisel bir kavram. Bunun anlamı, terörizmin aslında bir boş gösteren olduğudur. Bunu daha detaylandırmadan önce, kısaca gösteren-gösterilen ilişkisine ve boş gösterene dair bazı kuramsal açıklamalar getirmek niyetindeyim.
Bir Gösterge Sistemi Olarak Dil
Ferdinand de Saussure’e göre dil bir gösterge sistemi içerisinde işliyor.[1] Gösterge (sign) birbirleriyle karşılıklı bir ilişki içerisindeki iki öğeden oluşur. Bunlar gösteren (signifier) yani söz, yazı veya diğer temsiller ile gösterilen (signified) yani anlamlandırılandır. Gösteren gösterileni işaret eder. Yani gösterilen, gösterenin zihnimizde canlandırdığı imgedir. Örnek vermek gerekirse, daktilo iki öğeden oluşur. İlki d, a, k, t, i, l, o harflerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen ‘daktilo’ kelimesidir. Bu gösterendir. Onun gösterdiği şey, yani Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre “yazı makinesi” anlamına gelen varlık da gösterilendir. Böylece, ikisinin bir araya gelmesiyle gösterge elde edilir.
Saussure’e göre, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin kurulumu rastgeledir. Yani, kafamızda daktilo olarak canlandırdığımız cisme daktilo dememiz tamamen tesadüfidir. Fakat bir kez bu ilişki kurulduğunda, artık sabitlenmiştir, yani kavram ile anlam birleşmiştir. Daktilo olarak bildiğimiz cisme bu özdeşleşme sağlanmadan önce başka bir gösteren de getirilebilirdi. Fakat, daktilo kelimesi dil içerisinde gösterilenle özdeşleştiği andan itibaren artık sabitlenmiştir. Bu nedenle, Saussure açısından, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkide gösterenin dil içerisinde paylaşılmasıyla anlam üretilir. Bir başka ifadeyle, bir kez anlam sabitlendiğinde, dil gösterenin merkezde olduğu bir sistem üretir, çünkü anlamı üreten gösterenlerin insanlar arasında dolaşımıdır.
Bu yaklaşımın önemi, anlamın oluşabilmesi için hem gösterene hem de gösterilene ihtiyaç duymamızdır. Ne gösterensiz bir gösterilen ne de gösterilensiz bir gösteren mümkün değildir. Fakat burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte fayda var. Saussure açısından gösteren gösterilenin yansıması değildir, yani gösteren gösterilenden otomatik olarak doğmuş değildir. Tam tersine, gösteren, gösterilenin bizde canlandırdığı imgeyi uyararak anlam üretir. İşte bu nedenden dolayı, tüm gösterge sistemi bir farklılık oyunu içerisinde hareket eder. Buna göre, ‘daktilo’ göstergesi, ‘bilgisayar’ göstergesinden kati bir şekilde farklılaştıkça anlamlı hale gelir. Bu nedenle, gösteren ile gösterilen arasındaki semiyotik ilişki kurulduğunda aynı zamanda bu öteki ilişkileri dışlayarak kendisi halini alır. Böylece, gösterilensiz bir gösteren anlamsız bir ses veya yazı yığını olurken, göstereni olmayan bir gösterilen dil sistemi içerisinde mümkün değildir.
Saussure’ün dilbilimi içerisinde yapısalcı olarak nitelendirilmesinin de nedeni budur. Saussure’e göre dil müstakil bir yapıdır ve bu yapının içerisindeki göstergeler birbirleriyle ilişkisel olarak konumlanmışlardır. Göstergelerin varlığı yapı içerisindeki konumları ve değerleri ile belirlenir. Nihayetinde, Saussure açısından göstergeler ancak bir dil yapısı içerisinde mümkün olabilirler ve anlam üretebilirler.
Saussure’ün bu yapısalcı dilbilimi, gösteren ile gösterilen arasındaki bağı kati surette öncelerken, aynı zamanda birbirlerinden farklılaşan göstergelerin konumlarıyla anlamlarını kazandıkları vurgusundadır. İşte bu noktada, postyapısalcı eleştirileri görmek mümkündür. Postyapısalcı dilbilimi gösteren ile gösterilen arasındaki bağı kesmek niyetindedir. Bir başka deyişle, gösterenin mutlak surette imlediği gösterileni muğlaklaştırma amacındadır. Saussure açısından anlam gösterenin gösterilenle kurduğu ve her göstergenin farklılaştığı bağda mevcutken, postyapısalcılar bu anlam üretimini sorgulamaktadır. Örneğin, Derrida açısından gösteren ile gösterilen arasında mutlak bir birlik söz konusu değildir. Gösteren her zaman diğer gösterenlere atıfla anlam kazanır. Bu bağlamda, gösterenler sabitlenmiş değil, her zaman akışkan ve türetilmiştir. Bir başka ifadeyle anlam “farkların düzenlenmiş oyunu” aracılığıyla üretilir.[2] Buradaki temel fark, Saussure göstergenin diğerlerinden ayrışarak anlamına eriştiği iddiasındayken, Derrida açısından tam da gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkideki sabitlenmenin ayrımlaşma ve öteleme lehine çözülmesinde anlam mevcuttur. Derrida’nın geliştirdiği yapısöküm yönteminin amacı da gösteren ile gösterilen arasında kurulan bağı eleştirel bir analize tabi tutarak koparmaktır. Böylece amaçlanan ötelenen anlamlara erişerek göstergenin doğallığını alaşağı etmektir.
Bu noktadan itibaren, yani gösteren ile gösterilen arasındaki bağ koparıldıktan sonra karşımıza boş gösteren çıkmaktadır. Boş gösteren, kısaca, gösterileni belli olmayan gösteren anlamına gelmektedir.[3] Bu Saussure’den radikal bir kopuşu işaret etmektedir. Nasıl Saussure gösterenin gösterensiz olmasının mümkün olmadığını aksi halde bir yazı veya ses yığını olmaktan başka bir olamayacağını söylüyorsa, boş gösteren bu şekilde doğallaşmış olan ilişkiye muğlaklık katarak Saussure’ün bu iddiasını tersyüz etmektedir.
Laclau ve Mouffe’a göre boş gösteren belirli bir toplumsal ilişkiler ağı içerisinde gösterenin gösterenle bağlamsal olarak sabitlendiği dilsel durumları ifade eder.[4] Buradaki kritik kelime bağlamsaldır. Çünkü kurulan bu ilişki belirli toplumsal şartlar içerisinde mümkün olabilir. Bu anlamda, gösteren ile gösterilen arasında kurulan bağ zamansal ve mekânsaldır. Boş gösterenler, devinim halindeki gösterilenlere sahiptirler ve ancak bir hegemonya ile sabitlenirler. Böylece, Laclau ve Mouffe boş gösterenin muğlaklığı sayesinde hegemonik projelerde başat olduğu iddiasındadırlar. Boş gösterenin sosyo-politik önemi buradadır, çünkü terörizm gibi kelimelerin nihai muğlaklığı sayesinde hegemonya kurmuş olanların kavramı hâkim kılmak istedikleri gösterilenle özdeş kılarak siyasi pratikleri geliştirmeleri mümkün olabilir. Böylece, boş gösteren belirli sosyo-politik gerçekliği inşa ederek belirli pratikleri doğallaştırır ve belirli kurumsal örgütlenmeyi mümkün kılar.
Boş gösterenler, çeşitli toplumsal kuvvetlerce iktidar ve direnişin eşzamanlı yürüdüğü mücadele alanlarıdır. Boş gösterenler hegemonyanın bağlantı noktalarıdır, yine de anlamı sabitlenmiş olsa bile, her zaman mücadeleye açıktırlar. Yani, belli bir dönemdeki hegemonik yorumlama tarihsel bir mücadele sonucunda olagelmiştir ve her zaman bünyesinde alternatif yorumlamaları barındırır.[5] Nihayetinde, ebediyen sabitlenmiş ve farklılaştırılmış göstergelerin yerine, her zaman farklı yorumlamalara açık ve bunların mücadele halinde olduğu boş gösteren düzeneğinden bahsetmek mümkündür.
Bir Boş Gösteren Olarak Terörizm
Terörizmin bir boş gösteren olarak tanımlanması, onun üzerinden yürütülen iktidar mücadelelerini anlamamıza daha fazla yardımcı olur. Bugün terörizm dendiğinde devlet-dışı, silahlı, belirli siyasi hedefleri olan ve örgütlü gruplar akla gelmektedir. Yani terörizm göstereninin gösterileni bu gruplardır. Fakat bu hegemonik temsil oldukça yenidir, temelde 50 yıllık bir bilgi üretiminin ve iktidar pratiklerinin sonucudur. Buradan itibaren, 1970’lerin başında gelişen ve terörizm gösterenine hegemonik anlamını veren süreci anlatmak niyetindeyim.
1968 Öğrenci Hareketlerinin ardından, bunların yansıttığı anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-Amerikan iddialara sahip Avrupa’da, Latin Amerika’da ve hatta ABD’de çok sayıda örgüt kuruldu. Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan İtalya’da Kızıl Tugaylar’a ve Uruguay’da Tupamarolar’dan ABD’de the Weathermen Underground’a kadar çok sayıda hareket 1970’lerin başından itibaren ülkelerinde çok çeşitli eylemlere başladı. Kendilerine ‘kent gerillası’ diyen bu hareketler aynı zamanda o zamana kadar ‘Üçüncü Dünyacı’ olarak tasvir edilen şiddet edimlerini Batı’ya taşımış oldular. Böylece, pozitif bir ima taşıyan ‘gerilla’ veya Vietnam Savaşı ile birlikte kötü bir anlam kazanan ‘isyanla mücadele’ (counter-insurgency) yerine terörizm bu yeni şiddet edimleri için kullanılan şemsiye kavram haline geldi.
Bunun yanında, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda yaşanan büyük hezimet ile birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Arap devletlerinden umudu kesip mücadeleyi Batı’ya taşıması ve bunu uçak kaçırma gibi teknolojinin unsurlarını kullanarak yapması ile beraber, yani küreselleşmenin bir tür kullanıcısı olarak terörizm ‘uluslararasılaştı’. 1968-1972 arasında başta FKÖ militanlarınca olmak üzere 300’den fazla uçak kaçırma olayının gerçekleşmesi veya girişiminde bulunulması uluslararasılaşma anlatısının en temel göstereni oldu. Bunun yanında, FKÖ’nün üstte belirtilen kent gerillalarına lojistik destek sağlaması, onlarla ortak eylemler gerçekleştirmesi ve onların eğitimine katkı sağlaması ile beraber bir ‘terör ağından’ bahsedilir oldu. Kısacası, küreselleşme etkisiyle aynı amaç doğrultusundaki farklı örgütler bir ağ metaforu çerçevesinde tasvir edilir oldu ve bunun bir ‘kötülüğün’ örgütlenmesi olduğu, bu doğrultuda da bir mücadele için ortaklaşma gerektiği dile getirilmeye başlandı.
Nihayetinde, RAND Cooperation ve Heritage Foundation başta olmak üzere, hem sağladıkları veritabanları hem de bürokrasi ve siyasi kadrolarla kurdukları yakın ilişkiler çerçevesinde bir terör bilgisi ortaya çıkmaya başladı. Terörizm bir sorun olarak inşa edildikçe ona dair teknik bir bilginin üretimi arttı. Böylece, bir yandan BM ölçeğinde çeşitli antlaşmalar yoluyla, diğer taraftan ülke bazlı yeni güvenlik bürokrasilerinin NATO gibi şemsiye kuruluşlarca aktarılması yoluyla bir tür terörle mücadele ağı gelişti. Bu ağ içerisinde teröre dair bir hakikat rejimi ortaya çıktı: terörün ne olduğu, kimin nasıl mücadele etmesi gerektiği ve üzerine konuşmaya kimin yetkili olduğuna dair sorulara cevaplar üretildi. Sonuçta, terörizm belirli güvenlik mekanizmaları içerisine dahil edilen bir teknik sorun olarak kurgulandı.
İşte bütün bu süreçler, bize nihai gösterileni belli olmayan bir gösterenin, yani boş gösterenin bir hegemonya sürecinde nasıl sabitlendiğini göstermektedir. 1968 yılından itibaren Batı’nın bizzat kendi topraklarında karşılaştığı kimi zaman şiddet de içeren pratikleri tanımlamak ve anormalleştirmek amacıyla terörizm göstereni anlam kazanmaya başladı. Terörizm göstergesindeki gösteren (‘terörizm’) ile gösterilen (“grupların veya bireylerin belirli siyasi amaçlara erişmek için sivilleri hedef alıp korku yaratmak niyetiyle kullandıkları şiddet eylemleri”)[6] arasındaki ilişki farklı gösterilenler arasında bir devinim yaparak hegemonik bir temsille kuruldu. Laclau ve Mouffe’un da bahsettiği üzere bir boş gösteren olarak terörizme dair bir anlatının kurulmasıyla birlikte, terörizm kavramı kendi gerçekliğini inşa etti ve buna dayalı kurumsal örgütlenme gelişti. Terörizm kelimesi oldukça devletçi ve devletin ‘meşru’ şiddet tekeline meydan okuyan silahlı örgütlerin (ve onlara ‘destek’ olanların) işaretlendiği bir anlama erişti ve siyasal, bürokratik, medyatik ve akademik yolla paylaşıldı. Böylece, terörizm kelimesinin anlamı belirli bir şekilde doldurularak siyaseten elverişli evrensel bir temsile vardı.
Terörizm göstergesi, bu anlamda, bir iktidar ürünüdür. Fakat bunu pürüzsüz bir süreç olarak düşünmemek gerekir. Tam da burada, yani kavramın üzerinde, bir iktidar mücadelesi baş gösterdi. Bir yandan Soğuk Savaş’ın iki büyük bloku arasındaki ideolojik rekabet, diğer yandan sömürgecilik karşıtı ve sol anti-emperyalist hareketlerin Batı blokuyla girdiği mücadele bağlamında kavramın anlamı üzerinden iktidar ile direniş eşzamanlı yürütüldü. Bir örnek vermek gerekirse, 1972 yılında Münih Olimpiyatlarında İsrail olimpiyat takımından 11 sporcunun öldürülmesiyle sonuçlanan katliamın ardından ‘uluslararası terörizm’ ilk defa BM gündemine geldi. BM oturumunda gelişmiş ülkeler bizzat eylemin kendisini referans alarak, yani devlet-dışı, şiddetli, örgütlü ve siyasi hedefleri olan eylemleri terörizm olarak nitelemek gerektiğini savunurken, Üçüncü Dünyanın temsilcileri buna karşı çıkmış ve eylemin kendisinin değil niyetinin önemli olduğu vurgusunu yapmışlardır. Mesela, Moritanya temsilcisi terörist kavramının “en temel insan hakları, onuru, özgürlüğü ve bağımsızlığı elinden alınmış ve ülkeleri yabancı işgale uğramış kişilere uygulanamayacağını” dile getirirken, Çin yetkilisi de “baskı altındaki halkların emperyalizme, sömürgeciliğe, yeni-sömürgeciliğe, ırkçılığa ve Siyonizme karşı tek etkili silahın ellerinden alınmaya çalışıldığını” iddia etmiştir.[7] Böylece, Üçüncü Dünya ülke temsilcilerine göre terörizm kavramı güçlülerin güçsüzlere yönelik bir silahı haline gelmiştir. Bu nedenle, 1974 yılındaki BM oturumunda Arafat’ın da savunduğu şekliyle, kendi ülkelerinin onuru ve bağımsızlığı için savaşanlara ‘terörist’ denemeyeceği öne sürülmüştür.
Buradan hareketle, terörizm kavramı bir iktidar mücadelesi neticesinde belirli bir anlatının hegemonik hale gelmesiyle sabitlenmiştir. Bu nedenle, anlamı her zaman alternatif gösterilenlere açıktır. Yukarıdaki örnekte gördüğümüz üzere, terörizm kavramı belirli bir nesnel gerçekliği ifade etmez. Daha ziyade belirli bir yorumlamanın (bu durumda Batılı oluyor) hegemonya kurmasıyla anlamını kazanır ve siyasi pratiklerde cisimleşmiş olur. Böylece, terörizme atfedilen hegemonik anlamın toplum içerisinde dolaşımı ve sürekli tekrarı ile terörizm, devlet-dışılık, örgütlülük, şiddet içerimi ve siyasi-ideolojik eylemlilik gibi kavramlarla eşitlenerek kendi anlamını edinir. Fakat, terörizm göstereni her zaman bünyesinde alternatif gösterilenleri de barındırır ve hegemonik anlam üzerine baskı kurar. Üçüncü Dünya temsilcilerinin Batılı anlatı karşısında kavramın alternatif yorumlamalarını, Batı’ya karşı bir tür direniş aracı olarak değerlendirmek gerekir.
Nihayetinde, Laclau ve Mouffe, boş gösterenlerin bağlamsal olduklarını, yani belirli tarihsel dönemlerde hegemonik bir anlama sahip olduklarını ifade etmişlerdi. Bu, aslında, uzun süreli bir iktidar mücadelesi çerçevesinde gerçekleşir, çünkü terörizm gibi boş gösteren kavramlar birer iktidar alanlarıdır. Terörizm kavramında üstte kısaca bahsettiğim hegemonik dönüşüm, Soğuk Savaş’ın içinde gelişen kutuplar-arası mücadelede anti-emperyalist ve anti-kolonyalist hareketlerin pratiklerini anormalleştirme sürecinde gelişirken, aynı zamanda terörizm bir iktidar aracı olarak belirli siyasi pratikleri harekete geçirebilmenin meşru koşulunu sağladı. Terörizm göstereni, tam da muğlaklığı sayesinde bir hegemonik projenin parçası haline geldi.
Bu demek değildir ki terörizm göstergesinde bir kere gösteren ile gösterilen arasındaki bağ kurulduktan sonra artık sabitlenmiştir. Tam tersine, boş gösterenin içinde mevcut olan antagonistik güçlerin varlığını göstermektedir. Laclau ve Mouffe’un boş gösteren analizindeki en önemli noktalardan bir tanesi bunların her zaman muhalefete açık alanlar olmasıdır. Hegemonik anlatı, üstte de belirttiğim üzere, her zaman başka anlatıları saklayarak hegemonik hale gelir. Bu nedenle, bunlar her zaman alternatif anlatıların sürekli varlığı ile tehdit altındadırlar. Terörizm örneğinde gördüğümüz üzere, anlamın sabitlenmesi belirli bir dönemde yaşanan eşzamanlı iktidar ve direniş pratiklerinin yansımasıdır. Bu bağlamda, terörizmi bir boş gösteren olarak nitelemenin anlam üzerindeki hegemonyayı doğallıktan çıkararak altta yatan alternatif anlatıları ortaya çıkaracağını ve terörizmin nasıl bir iktidar mücadelesinin sonucu sabitlendiğini göstereceğini düşünüyorum. Bir sonraki yazıda 1970’ler Türkiye’sinde yaşanan iktidar mücadelesi bağlamında terörizm kavramının nasıl bir mücadele alanı olarak kullanıldığını göstermek niyetindeyim.
[1] Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Yazıları, İstanbul, İthaki Yayınları, 2002.
[2] Jacques Derrida, Gramatoloji, Ankara, BilgeSu Yayınları, 2010, 68.
[3] Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, İstanbul, Birikim Kitapları, 2000, 95.
[4] Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008.
[5] Ibid, 181-183.
[6] RAND Cooperation’ın Database of Worldwide Terrorism için ürettiği tanımdan alınmıştır. İnternet sayfası için https://www.rand.org/nsrd/projects/terrorism-incidents/about/definitions.html
[7] Bruce Hoffman, Inside Terrorism, New York, Columbia University Press, 1998, 32.