[voiserPlayer]
Geçen haftalarda Twitter’dan bir meslektaşımla, fakültede hukukçu olmayan bir hocamla ve avukat bir arkadaşla Türkiye siyasetini konuşurken anayasal bir değerlendirme yaptığımda üçünden de “Türkiye’de Anayasa mı var, Anayasa Erdoğan tekrar aday olamaz diyor, ama oluyor” cevaplarıyla karşılaştım. Onlara özgü bir durum değil bu. Muhalif diskuru ciddi anlamda ele geçiren bir algı haline geldi bu husus. Seçimler üzerine konuşulurken bile, yeterli oy alınsa dahi hükümetin el değiştirmeyebileceği iddiaları dillendiriliyor. Bu durumun ortaya çıkmasında etkili olan pek çok nedenin içerisinde, hukuksuzlukların derecelendirmesinin yapılmayışı ve hukukçuların tartışmalı hususlarda dahi çok keskin yorumlar yapmaları yer alıyor.
Hukukçu olmayanlar bu yorumları gördüğünde, “iktidar bu denli büyük bir hukuka aykırılığı yapabiliyorsa ülkede hukukun ve Anayasanın hiçbir anlamı kalmadı” sonucuna ulaşıyorlar. Halbuki hukuksuzlukların da dereceleri vardır. Devletin hukuka aykırı faaliyetler gerçekleştiriyor olması, hukuka aykırı her türlü eylemi gerçekleştirebileceği anlamına gelmez. Bu yüzden Türkiye’de anayasal yapının gücünü ve güçsüzlüğünü değerlendirirken hukuksuzlukların da dereceleri olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yazıda muhalifleri kötümserliğe sürükleyen hukuki meselelerden birine değineceğim. Hukuken tartışmalı bu meselelerde muhalifler, bazılarının hukuksuzluğunun derecesini olduğundan daha fazla büyütüyor ya da muhalif olmaktan kaynaklı bir tepkisellikle hukuk alanı içerisinde karşıt yorum olarak değerlendirilebilecek durumları hukuksuzluk olarak değerlendirerek kendilerini umutsuzluğa sürüklüyorlar. Türkiye gibi suistimalci anayasacılığın örneklerinden biri haline gelen bir ülkede, bu meşruiyeti sorgulamak çok daha anlaşılır ve gerçeğe uygundur. Ancak bu algı, iktidarın meşruiyetini yitirdiğine ek olarak tümüyle anayasal düzenin anlamını kaybettiği sonucuna da götürebilir insanları. Bu sonuç da muhalifleri “zaten anayasayı çiğnemelerinin önünde bir engel yok” şeklindeki, otoriter rejimlerde sıklıkla ortaya çıkan politik kaderciliğe sürükleme tehlikesini barındırır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olup olamayacağı meselesi artık eskimiş bir tartışma. Bu yazıda asıl amacım muhalif diskurda hâkim olmaya başladığını gördüğüm, irademizi de kötümserliğe savuran bir algıya karşılık Türkiye’de Anayasayı neden savunmamız gerektiği sorusuna giriş yapmaktır. Bu ilk yazıda, kötümserliği hâkim kılan nedenlerin etkilerinden birini, yani “anayasanın anlamsızlaştığı” algısını ciddi oranda pekiştiren Erdoğan’ın yeniden adaylığı meselesini ele alacağım. Anayasanın anlamsızlaştığı tezine dair ilk akla gelen bu örneği değerlendirdikten sonra hazırlayacağım ikinci yazıda anayasayı neden korumamız gerektiğini, en sert otoriter rejimlerde bile anayasaların ve yargı düzeninin neden tümüyle etkisiz olarak görülmemesi gerektiğini inceleyeceğim.
Erdoğan’ın bu seçimde tekrar aday olup olamaması tartışması, 2017’de gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının en fazla 2 dönem görev yapabileceği maddesine dokunulmamasından doğdu. Bundan dolayı 2014 ve 2018 yıllarında Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın 2023’te tekrar aday olup olamayacağı tartışmaları ortaya çıktı.
1.a. Olamayacağına dönük ilk argüman doğrudan Anayasanın lafzından kaynaklanıyor. Lafzi yorumdan yola çıktığımızda hükümlerden çıkan sonuç oldukça net: Bir kimse, meclis tardından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi durumu haricinde, 3. defa Cumhurbaşkanı olamaz. Erdoğan da halihazırda 2. dönemini sürdürüyor olduğuna göre bir sonraki seçimde aday olamaması gerekir. Çünkü anayasal yorum yöntemlerinin temelini Lafzi yorum yöntemi oluşturur. Yani normun lafzının açık olduğu durumlarda Tarihsel yorum, Amaçsal Yorum, Sistematik yorum vb. yorum yöntemlerine başvurmaya gerek kalmaz. Anayasanın bu açık hükmü nedeniyle Erdoğan’ın 3. defa aday olmasının anayasaya aykırı olacağı sonucuna ulaşılabilir.
1.b. Bu argümana karşı en önemli tezin temelinde, lafzi yorumun dayandığı sözcüklerin, cümlelerin, kavramların anlamının bir bağlam içerisinde ortaya çıktığı gerçeği yatar. Lafzi yorum temel yorum yöntemi olsa da bu durum diğer yorum yöntemlerinden çıkan yorumların gereksiz olduğu anlamına gelmez. Eğer diğer yorum yöntemleri bizi, lafzi yorumun tamamen dışında bir sonuca ulaştırıyorsa lafza bakarak gerçekleştirdiğimiz yorumu yeniden değerlendirmek gerekir. Çünkü sözcüklerin anlamı o sözcüğü kullanan iradenin ona verdiği anlama, o sözcüğün kullanıldığı cümleye ve o cümlenin parçası olduğu metnin bütününe bağlıdır. Bu yüzden bir sözcüğe anlam verirken o anlam eğer metnin bütünlüğü ile anlamlı bir bütünlük oluşturmuyorsa o sözcüğü yeniden yorumlamak gerekir. Aynı sözcük farklı metinlerde farklı anlamlara sahip olabileceği gibi bazı sözcükler aynı harfleri içeriyor olmasına rağmen bu sözcükler arasında hiçbir bağlantı da olmayabilir (sesteş sözcükler). Bu yüzden lafzi yorum yaparken her bir sözcüğün metin içerisinde ne anlama geldiği göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yaklaşımdan yola çıkarak karşı argüman geliştirenler ülkede sistemin değiştiği gerçeğinden hareket ediyorlar. 2017 değişiklileri ile birlikte 150 yıllık parlamenter sistem ortadan kaldırıldı ve Başkanlık sistemine geçildi. Parlamenter sistemde yürütmenin asli kullanıcısı Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu iken Cumhurbaşkanı, sistemin kilit noktalarında istisnai görevleri olan ve tarafsız bir şekilde devletin birliğini temsil eden siyaset üstü bir makamdı. Eski sistemde yürütmenin asli kullanıcısı olan Bakan Kurulu’nun yerine artık Başkan, yani yeni tipteki Cumhurbaşkanı bu görevi üstlenmeye başladı. Bu anlamda Cumhurbaşkanlığı makamı, eski Cumhurbaşkanlığı makamı kadar ve hatta ondan da çok Bakanlar Kurulunun devamıdır. Ancak bu yorum dahi tam olarak doğru değildir. Bu yepyeni bir sistemdir ve eski sistemle yenisi arasında herhangi bir devamlılık söz konusu değildir. İçeriği tamamen değiştirilmesine rağmen kıyafet değiştirilmediği için aynı kıyafeti giyen iki ayrı kişi birbirine karıştırılmaya başlandı. Yeni cumhurbaşkanı sözcüğü ile cumhurbaşkanı sözcükleri yalnızca sesteş sözcüklerdir. Bu ikisi arasında ortak harfler haricinde bir bağlantı da yoktur. Mevcut anayasada Cumhurbaşkanı sözcüğü yerine, olması gerektiği gibi Başkan sözcüğünü koyduğumuzda anayasanın sistematiğinde ve anlamında hiçbir farklılık olmaz ve eğer olması gerektiği gibi Başkan sözcüğü kullanılmış olsaydı bu tartışma da ortaya çıkmayacaktı. Bu yüzden sistematik yorum gereği mevcut Cumhurbaşkanlığı makamını Başkanlık olarak kabul etmek ve ona göre yorumlamak gereklidir. Üstelik amaçsal yorum yöntemiyle değerlendirildiğinde de anayasa değişikliğini gerçekleştiren iradenin bu düzenlemeyi bu amaçla oluşturduğu Meclis tutanaklarından anlaşılmaktadır.
2a. 2008’de Abdullah Gül 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürürken gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıla indirildi ve bir kimsenin 2 defa seçilmesinin önü açıldı. Buna ek olarak Cumhurbaşkanının parlamento tarafından değil halk tarafından seçilmesi düzenlemesi getirildi. 2012 tarihinde kabul edilen bir geçici kanun ile hükümet Abdullah Gül’ün görev süresinin 7 yıl olduğunu ve iki defa seçilme hakkından yararlanamayacağı düzenlemesini gerçekleştirdi.[1] Anayasa Mahkemesi bu kanun maddesine dair gerçekleştirdiği incelemede Abdullah Gül’ün ilk Cumhurbaşkanlığı görev süresinin 7 yıl olduğuna, tekrar seçilme hakkının kanun yoluyla engellenemeyeceğine ve tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde 5 yıl daha bu görevi sürdürebileceğine karar verdi. Anayasa Mahkemesinin bu kararı üzerinden Erdoğan’ın adaylığına karşı bir başka önemli argüman ortaya çıkmaktadır.
2008 yılında gerçekleşen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kararlaştırılmıştı. Bu da Türkiye’nin artık bir yarı-başkanlık sistemine geçtiği tartışmalarına neden oldu. 2014 yılında halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın yürütme faaliyetlerindeki birincil rolü Türkiye’nin artık bir yarı-başkanlık sistemine geçildiğini gösteriyor gibiydi. Bu tezlere dayanan bazı hukukçular, Türkiye’de 2008 yılında da bir sistem değişikliğinin gerçekleştirildiğini ve Anayasa Mahkemesinin bu sistem değişikliğine rağmen 2012’de verdiği kararda Abdullah Gül’ün süresinin sıfırlanmadığına ve ancak 1 defa daha seçilme hakkına sahip olduğuna karar verdiğine dikkat çekiyorlar. Bu durum üzerinden hükümet sistemi değişmesine rağmen nasıl Abdullah Gül’ün dönem sayıları sıfırlanmadıysa Erdoğan için de sıfırlanmadığı ve 2017’den sonra ancak 1 defa seçilebileceği sonucuna varılmaktadır.
2b. Bu argümanın en büyük zayıflığı konjonktürel durum ile normatif durumu özdeşleştirmekten kaynaklanmaktadır. Bu argümanın ayrıntılarına geçmeden önce yarı-başkanlık sisteminin temel özelliklerini belirtmek faydalı olacaktır. Kavramı literatüre kazandıran Duverger’e göre yarı başkanlık sistemleri şu üç özelliği taşımalıdır: a. Meclis içerisinden çıkan başbakan ve bakanlar kurulunun varlığı b. Halk tarafından seçilen bir Başkanın olması c. Başkanın yürütme ortağı olacağı önemli yetkilerin varlığı. Sartori de Duverger’in tanımına paralel olarak “iki başlı otoritenin” varlığına vurgu yapar. Konuya ilişkin yeni tartışmalar bulunsa da temel olarak yarı-başkanlık sistemi salt bir seçim sistemi farklılığına işaret etmez. Bu özelliklerden yola çıkarak 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın sahip olduğu kişisel karizma ve güç üzerinden Davutoğlu ve Yıldırım hükümetleri üzerinde kurduğu hakimiyet ülkeyi fiili olarak bir yarı-başkanlık sistemine geçmiş gibi göstermekteydi. Ancak bu durum yalnızca Erdoğan faktörüne bağlı olarak ortaya çıkan bir durumdu. Anayasa değişikliği 2008 yılında gerçekleşmiş olmasına rağmen Gül’ün 2008-2014 yıllarındaki Cumhurbaşkanlığı süreci için böyle bir tespitin yapılamıyor oluşu bu tezin yanlışlığını zaten ortaya koyuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sahip olduğu güç, anayasal düzenin kendisine verdiği güçlerden kaynaklanmıyordu. Bu yüzden Türkiye’nin 2008 Anayasa değişikliği ile yarı-başkanlık sistemine geçtiği iddiası de facto bir durumun hukuktan kaynaklandığının düşünülmesi sebepli yanlış bir görüştür. Yetkilerin ve yürütme gücünün dağılımında Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanı arasında iki başlı bir otoritenin bulunduğu sonucuna ulaştıracak bir durum da söz konusu değildi. Bu yüzden 2012 yılında verilen Anayasa Mahkemesi kararı hükümet sisteminin devamlılık arz ettiği durum için yapılan bir belirlemeydi. 2017 anayasa değişikliklerinde ise gerçek anlamda yeni bir sisteme geçilmiş ve Cumhurbaşkanlığı makamı ise içeriği tamamen değiştirilerek, sadece bir sözcük olarak korunmuştur.
Bu meseleye dair argümanlar ve karşı-argümanlar bununla sınırlı değil. Ancak görüleceği üzere Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerde aday olabileceğine ilişkin argümanlar karşı argümanlar kadar hukuki ve kabul edilebilir. Bu tezlerden hangisinin daha doğru olduğu bir başka tartışmanın ürünüdür. Ancak açık olan bir husus var ki ortada açık bir anayasa ihlali değil, farklı anayasal yorumlardan birinin kabul edilmesi durumu vardır. Gelelim önemli soruya: Bu sonuçlar bizi nereye götürecek?
Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti açısından büyük bir kriz içerisinde olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Ancak otoriterlik sabit noktayı değil, bir spektrumu işaret eder. Bu spektrumun içerisinde farklı derecelerde farklı sertliklerde otoriterlik tipleri bulunur. Türkiye pek çok sorununa rağmen henüz anayasal düzenin işlediği, hukuk ve demokrasi mekanizmalarının etkisizleşmediği bir ülkedir.
Bu politik kadercilik muhalifleri, “seçimler kazanılsa bile iktidar hükümetin değişmesine izin vermeyecektir, İmamoğlu’nun kazandığı 31 Mart seçimlerini iptal ettirdiği gibi iptal ettirmesinin önünde bir engel yok” gibi yine oldukça sık duyulan cümleleri kurmaya itiyor. Halbuki 31 Mart seçimleri de tıpkı Erdoğan’ın adaylığı meselesi gibi topun ağlara değmediği, çizgiden döndüğü örneklerdendir. Topun yarısından fazlası çizgiyi geçmiş olsa bile hakemin gol saymaması bir şekilde sindirilebilecek bir karardır. Hatalı kararın makul karşılanabileceği olaylar ile topun ağlara değdiği gollerin sayılmaması olaylarını eşitlememek gerekir. Zira, ikincisinde elimizde kalan tek şey oyunu terk etmekken ilkinde hala topu ağlara gönderme imkânımız var. İmamoğlu’nun seçimi de 13000 oy farkının olduğu ve tartışmalı oy kağıtlarının bulunduğu, topun çizgiden döndüğü olaylardandı. Yenilenen seçimde 800 bin oy farkı ortaya çıktığında, yani top ağlara değdiğinde iktidarın elinde golü saymaktan başka bir imkân kalmamıştı.
[1] 19 Ocak 2012 tarih ve 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanununun Geçici 1. Maddesi
Fotoğraf: Jaredd Craig