Siyaset bilimci Şebnem Gümüşçü ile Daktilo2 için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, Türkiye’de 2010’lardan sonra başlayan otoriterleşme süreci, AK Parti içindeki güç dengelerinin değişimi, kadınlar, LGBTİ+ bireyler ve azınlıklar üzerindeki baskılar, ekonomik istikrarsızlık ve uluslararası ilişkilerin bu dönüşümdeki rolünü derinlemesine konuştuk.
Şebnem Gümüşçü, Türkiye’nin otoriterleşme serüvenini Mısır ve Tunus gibi rejimlerle karşılaştırarak, hem yerel dinamikleri hem de küresel otoriter eğilimlerle bağlantılarını analiz ediyor. Türkiye’nin NATO ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin otoriterleşmeyi nasıl kolaylaştırdığına ve ekonomik istikrarın rejimin kırılganlıklarını nasıl derinleştirdiğine dikkat çeken Şebnem Gümüşçü’nün Daktilo2’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
2010’lara kadar AK Parti hükümeti birçok demokratikleşme reformu gerçekleştirdi. Son yıllarda ise Türkiye’deki rejimin niteliği oldukça tartışmalı hale geldi. Türkiye otoriterleşme sürecine nasıl evrildi?
Türkiye’nin 2010’da başlayan otoriterleşme sürecini açıklamak için pek çok gözlemci parti dış faktörlere odaklandı. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivil siyaset üzerindeki vesayetinin sona ermesinden sonra AKP’nin önünde, onu denetleyecek başka bir gücün kalmamasına bağlayanlar oldu. Ya da değişen güç dengelerinde AKP’nin daha önceden gizlediği ajandasını ortaya çıkarmak için daha rahat bir ortam olduğunu ileri sürenler oldu. Bu dış faktörler elbette önemli olabilir. Ancak ben kendi yaptığım çalışmalarda parti içerisindeki değişikliklerin eşit oranda önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bütün siyasi partiler aslında birden fazla kanattan müteşekkil. Kanatlar, değişen siyasi dengelere farklı cevaplar, tepkiler oluşturabiliyorlar.
AKP de herhangi bir siyasi parti gibi birden fazla kanattan oluşuyordu. Bir tarafta Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın beraber olduğu daha çok parlamenter siyasetten gelen Ankara grubu diyebileceğimiz bir grup vardı. Diğer tarafta da Tayyip Erdoğan’ın liderliğini yaptığı İstanbul büyükşehir Belediyesi’nden Refah Partisi’nin İstanbul Teşkilatlarından gelen İstanbul grubu vardı. Bu iki kanat aslında partinin kuruluş aşamasında aşağı yukarı eşit ağırlık taşıyorlardı. Fakat partinin kuruluşundan sonraki dönemde İstanbul kanadının lideri olan Tayyip Erdoğan’ın parti başkanlığı ve parti yönetiminin de ağırlığını kullanarak diğer kanatları zamanla tasfiye ettiğini ve ön plana çıktığını görüyoruz.
Tabii burada Abdullah Gül’ün 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmiş olmasının da çok önemli bir rolü var. Abdullah Gül, aslında parti içerisindeki dengelerin korunması açısından önemli bir rol oynuyordu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Gül elbette ki partiyle olan bağlarını askıya almak zorunda kaldı. Ve Cumhurbaşkanlığı dönemi bitene kadar da partiyle resmi bağ kurmadı. Tabii bu Tayyip Erdoğan’ın kanadının parti içerisinde güçlenmesine, daha fazla ön plana çıkmasına ve parti içerisindeki kararları alan merci olmasına sebebiyet verdi.
Elbette Gülen hareketinin yardımlarıyla da beraber, Türk Silahlı Kuvvetleri veyahut da diğer aktörlerin siyaseten tasfiyesi sonucunda Erdoğan, AKP’de egemen güç haline gelirken AKP de Türkiye siyasetinde egemen bir güç haline geldi. Bu noktada artık ne Erdoğan’ın parti içerisinde önünü durduracak ne de AKP’nin Türkiye siyaseti içerisinde onu denetleyecek bir güç görmüyoruz. Artık tek başına hem partiyi hem de ülkeyi kontrol edebilecek bir noktaya gelmiş bir liderin otoriterliğe savrulması da sürpriz değil. Özellikle de kendi dünya görüşü, ideolojisi ve dünyaya bakış açısı da otoriterleşme için verimli bir alan yaratıyor. Tayyip Erdoğan’ın aslında dünya görüşü egemen ve güçlü bir iktidar kurma ve de toplumsal gidişatı her yönüyle kontrol edebilme fikrine dayalı. Bu nedenle Türkiye’nin 2010’larda otoriterleşmeye evrilmesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Türkiye’de giderek artan otoriterleşmenin kadınlar, LGBTİ’+’lar ve azınlıklar gibi gruplar üzerindeki etkisi nedir?
Erdoğan, tek başına arka arkaya seçimler kazanmış, Türkiye’de ciddi bir popüler desteği arkasına almış, hem hukuk devletini hem de veto oyuncularını tasfiye etmiş bir iktidar olarak, kendi dünya görüşü doğrultusunda bir hegemonya kurmaya başladığını görüyoruz. 2010’larda o otoriter iktidar kurma süreci devam ederken bu iktidarın aslında belli sosyal gruplara karşı mesafeler aldığı ortaya çıkıyor. Sonuç itibariyle AKP, kuruluş aşamasında öyle değilse bile şu anda popülist bir parti. Popülizm çok dar bir siyasi ve ideolojik çerçeveye sahip; o ideolojik çerçevenin içini dolduran da büyük oranda başka ideolojiler oluyor. AKP’nin siyaseti ise İslam ve İslamcılığa dayanıyor. İslam’ı bir ideoloji olarak gören, dünya görüşü olarak gören, toplumsal hayatın ve siyasi hayatın pek çok alanını tanımlaması gerektiğini düşünen bir lider. Erdoğan, o anlamda tabii ki kendi dünya görüşü bu şekilde şekillendiği için de siyaseten kurduğu egemenliğin üzerinden en başta kadınlar ve LGBTİ+ bireyler ve diğer azınlıklar etkileniyor. Bu İslami bakış açısı hegemonik ve ataerkil bir bakış açısı ve de feminist veya liberal değerlerle çok yakınlık kurmayan bir bakış açısı. O nedenle de iktidarın aldığı kararlar direkt kadınları ve LGBTİ+ grupları etkiliyor.
Bu son dönemlerde, özellikle de Erdoğan’ın popülist İslamcı söyleminin ileri seviyeye taşınmasıyla beraber, meydanlarda Erdoğan’ın LGBTİ+ bireyleri şeytanlaştırdığı, düşmanlaştırdığı, bunu bir terör hareketi imiş gibi gösterdiği ve ülkenin geleceğine dair bir tehlike olarak sunduğu bir noktaya kadar geldik. Erdoğan’ın ilk döneminde LGBTİ+ derneklerinin ciddi bir sıkıntıyla karşılaşmadığını görüyoruz. Belki zaman zaman münferit sorunları olabilir ama topyekün bir politika yoktu. Bu sistematik politika son zamanlarda çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Hem söylemsel düzeyde hem de başka yaptırımları açısından son dönemlerde şarkıcıların veyahut dizilerin sansürlendiğini hatta kimilerinin yargılanma noktasına kadar geldiğini görüyoruz.
Kadınlar da elbette ki bu ataerkil İslamcı anlayışın iktidarından paylarını alıyorlar. Özellikle de kadına karşı şiddete dair alınmış önlemler, yapılmış anlaşmalar ve yürürlüğe konmuş politikalara karşı reaksiyoner bir hareket var. Kadın hakları bu iktidar için ancak aile hakları içerisinde değerlendirilmesi gereken, aile içindeki kadını kabul eden ve onu meşru gören bir duruş çiziyor. Aynı şekilde aileyi merkeze alan iktidar kurgusu tabii ki LGBTİ+ bireyleri de, aile içerisindeki görevini kabul etmeyen kadınları da düşmanlaştırma yolunu seçiyor. Bu iktidarın boşanan kadınların şiddet görmesini engellemeyen, kadınları desteklemek yerine boşanmamaya ikna eden politikalar ürettiğini görüyoruz.
Türkiye uzun bir siyasi istikrarsızlık, yüksek enflasyon ve ekonomik sıkıntılar döneminin ardından yeniden istikrara doğru ilerliyordu. Ancak son dönemde yaşanan siyasi kargaşa piyasaları yeniden etkilemeye başladı. Diğer bir tartışma konusu da yargı bağımsızlığının zayıflaması. Bu durum otoriter rejimin uzun vadeli sürdürülebilirliği hakkında neye işaret ediyor?
Ekonomik istikrar gözlemcilerin analizlerinde karşımıza çıkan bir durum. Herhangi bir iktidarın veyahut da rejimin sürdürülebilirliği için ekonomik koşulların olumlu olması gerektiği düşünülür. Ancak biliyoruz ki otoriter rejimler sadece ekonomik performans üzerinden değerlendirilmiyor. Başka türlü performans kriterleri de ve meşruiyet kaynakları da elbette ki otoriter rejimlerin devamlılığını sağlayabiliyor.
Türkiye’de de çok farklı bir durum görmüyoruz. Türkiye’deki iktidarın belki de üzerinde durduğu birkaç tane taşıyıcı kolon var. Bu taşıyıcı kolonlardan biri tabii ki yönetim ve ekonomik performans. AKP ilk döneminden başlayarak uzun bir süre aslında bu konuda parlak bir resim çizmişti, en azından sıradan vatandaş o şekilde algılıyordu. Enflasyon düşüktü, Türk lirası değerliydi, ekonomi büyüyordu ve de fakirlik azalıyordu. Ancak son birkaç senedir bunun tam tersi bir seyir izliyor. Farklı kesimler gittikçe fakirleşiyor ve yaşamlarını sürdürmekte sıkıntılar ve zorluklarla karşılaşıyorlar. Bu anlamda tabii ki iktidarın performans meşruiyetinde ciddi bir aşınma var. Fakat iktidar aynı zamanda vatandaşlarla ve seçmenlerle sadece performans üzerinden bağ kurmuyor. Benzer şekilde dış politikadaki performans da önemli bir meşruiyet kaynağı olabiliyor. İktidarı destekleyen seçmenler, Tayyip Erdoğan’ın önemli bir dünya lideri olduğunu, onun Türkiye’nin çıkarlarını koruyabileceğini düşünüyor veyahut da rejim ideolojik bir meşruiyet kurabiliyor.
İktidar kendini İslami değerlere saygılı, İslami hassasiyetleri koruyan ve toplumsal hayata katmaya çalışan bir iktidar olarak tanımladığı için özellikle de muhafazakar kesimlerce önemli bir meşruiyet kazanıyor. Tabii burada kutuplaşmanın da çok önemli etkisi var. AKP iktidarı ya da Erdoğan uzun süredir toplumu ve siyaseti kutuplaştıran bir yerde olduğu için AKP iktidarını muhalefet bloğuna karşı konumlandırıyor. Ekonomik koşullardan veyahut da yargının gidişatından mutsuz olan seçmenin karşı bloğa geçmesini engellemek için her türlü kutuplaştırıcı söylemi de kullanmaktan çekinmiyor.
Şimdi bu koşullarda tabii ki ekonomik kaygıların etkileri de sınırlı oluyor. Nereye kadar insanlar ideolojik meşruiyete sahip çıkacaklar, nereye kadar dış politikadaki meşruiyet önemli olur bunlar ayrıca tartışılır. Çünkü ekonomik meşruiyet ve ekonomik kazanımlar aslında en temel kriterler. Belki ekonomik koşulların geçici olduğuna inanırlarsa bir süre insanları tolere edebilirler. Fakat ne zaman ki aslında geçici olduğunu düşündükleri kriz kalıcı bir refahsızlık düzenine dönüşmüş o zaman bu iktidardan büyük kopuşlar yaşanabilir. Belki de o noktadayız. İktidarın muhalefet üzerindeki baskısını bu kadar arttırmasının en temel nedenlerinden biri de bu olabilir. Bu durumda tabii ki hem ekonomik meşruiyetini kaybetmiş hem de sistemde pek çok insanın şikâyet ettiği politikaları üretmiş bir iktidarın otoriterleşmesini bekleriz. Çünkü iktidarda kalması için otoriterleşmesi ve daha fazla baskı politikalarını gözetmesi gerekir. O anlamda uzun vadeli sürdürülebilirliği tartışılabilir elbette ama orta vadede baskı politikasıyla tabii ki kendini tesis etmeye devam edebilir.
Türkiye’nin NATO ve Avrupa Birliği ile ilişkileri, otoriterleşme sürecini nasıl etkiliyor?
Biraz önce dış siyasetteki meşruiyetten bahsettim. Türkiye’de her ne kadar iç siyasi dinamikler iktidarın lehine olmasa da, ekonomik performans ve diğer performans kriterleri açısından en azından, Türkiye’nin NATO ve Avrupa Birliği’yle ilişkileri otoriterleşme sürecini pekiştiriyor. İçerideki koşullar iktidarın lehine olmasa da dışarıdaki koşullar iktidarın lehine işliyor. Özellikle de Rusya-Ukrayna savaşı ve NATO’nun etkisini Trump döneminde kaybetmesiyle beraber Türkiye’nin Avrupa’daki güvenlik mimarisi açısından önemi bir hayli artmış durumda.
Türkiye aynı zamanda çok uzun zamandır mültecileri Avrupa’dan uzak tutacak bir tampon bölge görevi gördüğü için Avrupa Birliği ile olan ilişkileri de son derece perakendeci ve çıkarcı bir zemine oturmuş durumda. Yani bu anlamda ne NATO ne de Avrupa Birliği Türkiye’nin otoriterleşmesiyle derdi olmayan iki aktör olarak karşımıza çıkıyor. Geçenlerde Trump’la Erdoğan görüşmesi vardı. Trump tam da bu minvalde açıklamalar yaptı. Yani, Amerika Birleşik Devletleri de Trump yönetimiyle beraber Erdoğan ile çalışabildikleri sürece Türkiye’nin otoriterleşmesini mevzu etmeyeceklerini beyan ediyor. Dışarıdan böyle bir açık çek aldığı zaman da tabii ki pek çok rejim gibi iktidarın kendine karşı olan gruplara baskı ve şiddet kullanmasının da yolu açılmış oluyor.
Son olarak Mısır ve Tunus gibi ülkelerin otoriterleşme deneyimi Türkiye’ye ne tür dersler sunuyor?
Tunus ve Mısır Türkiye’den birçok açıdan farklı ülkeler. Demokratik gelenekleri Türkiye kadar derin, gelişmiş ve zamana yayılmış gelenekler değil. 2011 yılına kadar iki ülke de otoriter rejimlerle yönetiliyordu ve Türkiye’nin aksine tek parti rejimleri uzun süre iktidarda kaldı. Ancak 2011’deki devrimlerden sonra kısa dönemli de olsa demokratik bir geçiş yaşadılar. Aynı zamanda bu üç ülkenin bir takım ortak yönleri de olabilir. Bunlardan birincisi tabii ki derin kutuplaşma: Her üç ülkede de çok ileri seviyede kutuplaşma söz konusu. Onun için de mesela Mısır’da darbeyle, Tunus’ta da Kais Saied’in parlamentoyla anayasayı askıya almasıyla başlayan otoriterleşme sürecinde halkın bir kesimi otoriter rejime destek verdi. Tunus’ta Kais Saied iktidara seçimle gelmişti.
Mısır’da ise Abdel Fattah el-Sisi darbeyle geldi. Belki Tunus o anlamda Türkiye’ye biraz daha yakın bir yerde duruyor. Türkiye’de de otoriterleşmeye hizmet eden iktidarların seçmen tarafından çok fazla cezalandırılmadığını görüyoruz, en azından ekonomik koşullar iyi gittiği sürece. Türkiye’deki seçmenin büyük kısmı AKP iktidarına karşı herhangi bir yaptırımda bulunmaya yanaşmadı.
İkincisi, belki hem Mısır hem de Tunus bir nebze de Türkiye için geçerli olan, demokrasinin güçlü olabilmesi için mutlaka halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi gerekiyor. Ne Mısır’da ne de Tunus’ta iktidara gelen partiler veya adaylar maalesef insanların gündelik dertlerini çözebilecek politikaları üretemediler. İstikrarı sağlayamadılar, ekonomik büyümeyi sağlayamadılar ve sonuçta da sadece kendi sonlarını değil, demokrasinin de sonunu hazırladılar.
Türkiye’de de bunun tersi bir şey düşünülebilir. Mesela 2000’lere gelene kadar 1990’lardaki koalisyon hükümetleri insanların gündelik dertlerine cevap veremeyen, onların isteklerini karşılayamayan, iyi yönetim ortaya koyamayan iktidarlardı. Öyle ki 2001 krizinin hemen ardındaki 2002 seçimlerinde bütün siyasi partiler seçmen tarafından tasfiye edildi. Ve sonucunda AKP iktidara geldi. Bu 1990’lardaki koalisyon hükümetlerinin kötü performansı daha sonra AKP’nin otoriter siyasetine karşı da bir anlamda tahammülü yükseltti. Çünkü AKP belli bir süre otoriterleşse dahi ekonomik anlamda insanların ihtiyaçlarını karşılayabileceğini gösteren bir iktidar olarak algılandı.
Şimdi tabii ki ekonomik anlamda önemli bir düşüşün yaşandığı bir noktadayız. Bu aslında otoriter rejimin de sonunu getirebilecek bir gelişme. Biraz önce bahsettiğim gibi ekonomik performansı düşmüş ve performans meşruiyetini kaybetmiş bir iktidarın ömrü kısalıyor. Bu iktidarlar sadece kendilerini değil aynı zamanda içinde bulundukları rejimleri de zayıflatıyorlar.