“Kurumsal düzenin devlet tarafından oluşturulmasına evet, ekonomik sürecin devlet tarafından planlanmasına hayır! Önemli olan düzen ve süreç arasındaki farkı anlamak ve buna göre hareket etmektir.”
Walter Eucken
1920’lerden İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Avrupalı entelektüeller büyük bir şok yaşadı. Filizlendiği günden itibaren entelektüel anlamda geri dönülmez bir gelenek yarattığı düşünülen Batı Aydınlanması ve onun uzantısı liberal siyaset, bir anda yerle bir olmuş, bu görüşün güçlü koruyucuları olduğu düşünülen kurumlar ve entelektüeller dağılmıştı. Ordoliberalizm, bu ismi daha sonra almak üzere, işte tam da bu dönemde çözülmüş Alman siyasi sistemine bir alternatif sunma amacında olan bir grup akademisyen tarafından ortaya atıldı.
Başlangıçta Freiburg Üniversitesi bünyesinde (dolayısıyla bu görüş Freiburg School olarak da bilinir) Walter Eucken ve Franz Böhm, devamında Wilhelm Röpke[i] ve Alexander Rüstow gibi akademisyenler, serbest piyasa anlayışının yeniden yorumlanması teşebbüsünde bulundular. Kimi yorumlar, bu yaklaşım ve çözümlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın sosyal olarak kapsayıcı bir modelle hızla büyümesinin (literatürde “Alman Mucizesi-the German Miracle” olarak da bilinmektedir) temelinde yattığını kabul eder. Bu yaklaşımın “ordoliberalizm” adını alması ise 1948 yılında çalışmalarını daha organize etmek için kurdukları akademik dergiden kısaca ORDO şeklinde bahsedilmesine dayanır.
Ordoliberaller Weimer Cumhuriyetinin çöküşünün sebebinin, en temelde yaşanan ekonomik kriz ve bunun getirdiği yüksek enflasyon olduğunu düşünür. Onlar için 1929 ekonomik buhranı, bir başka yönüyle kuralsız laissez-faire anlayışının kaçınılmaz bir sonucunu yansıtır. Piyasanın; verimi arttıran, rekabet üzerinden büyümeyi getiren ve verimsiz merkezi planlama ile bürokratik hantallıktan azade kılan serbest piyasa anlayışını anlamlı bulmakla birlikte, bir kurallar bütünü ile bu kuralların düzenleyicisi olarak devletin varlığını anlamlı bulurlar.
Dolayısıyla, ordoliberallere göre serbest piyasa sistemlerinde mevzubahis serbestiyetin “kuralsızlık” bağlamında genişlemesi; başlı başına özgürlük, refah ve istikrarı getirmez. Şirketlerin ve sermayenin şahsi çıkarları, kuralsız bir sistemde görünmez bir elin her şeyi büyülü bir şekilde düzenlemesiyle istikrarı sağlamak yerine, ülkeleri bir yıkıma da sürükleyebilir. Bu kuralsızlık deryasında hükümetler, bir anlamda belirli özel şirket ya da grupların çıkarına kararlar alan bir mekanizmaya dönüşebilir.
İkinci olarak, ordoliberaller herhangi bir ekonomi anlayışının içinde “sosyal” yönün muhakkak gömülü olmasını savunur. Onlara göre ekonomi, sosyal, siyasi ve hukuki düzenler arasında keskin bir ayrım yoktur. Bir başka ifadeyle ekonominin, hayatın yalnızca dar bir bölümünü oluşturduğunu iddia ederler. Bu bağlamda serbest piyasaya dair her türlü yaklaşım “multidisipliner” bir anlayış barındırmalıdır. Yalnızca ekonomik alanda tanınacak “özgürlükler” ve “serbestiyet” ile toplum sosyolojisinin sağlıklı bir yapıya kavuşması beklenemez. Walter Eucken’in “interdependent of orders” (düzenlerin karşılıklı bağımlılığı) yaklaşımıyla ekonomideki kuralsızlık; toplumlardaki siyasi, sosyal ve sosyolojik düzenlerde farklı yansımalara sahip olacaktır. Ekonomik anlamda yaşanacak bir çöküş ve yozlaşma, o noktadan itibaren yalnızca ekonomi alanının meselesi olmayacaktır.
Örneğin, ekonomi içindeki güvencesizlik, düzenli fakirleşme ya da sosyal adalet duygusunun kaybolması, bir noktada bireyin sosyal ve siyasi varlığını değiştirecektir. Dolayısıyla, bu anlamda bir kişinin ekonomik refahı ya da fakirleşmesi, bu kişinin herhangi bir olaya tepkiselliğinden ya da tepkisizliğinden azade olmayacaktır. Bu bağlamda bir toplumun günlük hayatını yaşanabilir kılan sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki sistemler; yapıları itibarıyla birbirlerini etkiler ve akışını şekillendirir. Serbest piyasa da bu ilişkinin ana aktörü değil, yalnızca bir parçası olarak “sosyal” bir yön barındırmalıdır. Bu sosyal yönü garanti altına alacak kurallar ve kurumları inşa etmek ve işleyişini sürdürmek, devletin önemli görevlerinden bir tanesidir. “Sosyal piyasa” yaklaşımı bu sorunu çözecek en etkili mekanizma olarak öne çıkarılır.
Bütün bu düzlem içinde akıllara gelebilecek en temel soru, elbette ordoliberallerin 1980’lerden itibaren Reagan-Thatcher öncülüğünde yayılan ve liberalizmin köklerine yeniden dönüşü temsil anlayışına verdiği reaksiyon olacaktır. Bu yazıda adı geçen birçok entelektüel 80’li yıllardan önce hayatını kaybetmiş olsa da aslında ORDO dergisi etrafında toplanan bu düşünürler, İkinci Dünya Savaşı sonrası Hayek’in kapitalizm üzerine ampirik ve teorik çalışmalar yapmak amacıyla 1947 yılında kurduğu Mont Pelerin Cemiyeti’nin de birer üyesidir.[ii]
Kimi görüşlere göre temel ayrım, bilhassa Amerikalı teorisyenlerin Soğuk Savaş ve McCarthy’cilik etkisiyle her türlü kolektivizm ve devlet varlığının yıkıcı sonuçlara yol açacağı düşüncesinin gittikçe yükselmesi ile başlamıştır. Faşist bir devlet deneyimi sonrası sağlıklı bir devlet inşası süreci deneyimlemekte olan Alman ordoliberaller, kurumların ve kuralların düzenleyici yönünün böylesine keskin bir şekilde reddedilmesine karşıdır. Bu noktadan hareketle ordoliberaller, devam eden süreçte 1980’lerin başından itibaren serbest piyasadaki kural ve engellerin kaldırılmasının bir araç değil, başlı başına bir amaç olduğu anlayışına itiraz eder. Bir başka ifadeyle “herhangi bir devlet müdahalesinin” bu durumun sonucu olarak yaşanabilecek her türlü durumdan daha kötü olduğu tezine karşı çıkarlar.
Ordoliberallerin devleti ele alış şekli ve atfettiği önemin temsili, rekabet kanunları hakkındaki görüşlerinde de görülebilir. Sıkı bir rekabet kuralları savunucusu olmakla birlikte, merkezileşmemiş ve gücün tek elde toplanmasına karşı bir ekonomi anlayışını nihai hedef olarak benimserler. Aksi durumda özel şirketlerin oluşturabileceği tekeller, en az siyasi otorite kadar özgür toplum ve birey için bir tehdit oluşturabilir. Dolayısıyla, örneğin rekabet kuralları ve bunların uygulanması noktasında devletin varlığını ve bu kuralları ciddi bir şekilde uygulamasını savunurlar. Bu bağlamda, kurumsal ekonomik görüşe yakınsayan bir perspektifle, herhangi bir kuralın içkin bir şekilde bireysel özgürlük ve serbest piyasa için kısıtlayıcı bir doğası olduğu iddiasını reddederler. Kanunlar ve kurallar, insanlar arası davranışları düzenleyerek ve şekillendirerek, özgürleştirici ya da özgürlüğü koruyucu bir formda olabilirler.
İşte tam da bu noktada bu yaklaşım, kâğıt üstünde kalmamış ve pratiğe sirayet edebilmiştir. Ordoliberallerin bilhassa rekabet kuralları alanında gösterdiği hassasiyetin günümüzde Almanya ve devamında Avrupa Birliğinin bu alandaki regülasyonlarının temelinde yattığı kabul edilir. Dolayısıyla ordoliberal entelektüellerin felsefi ve ampirik çalışmaları, günümüz Avrupa’sının kurumsal inşa sürecinin önemli yapıtaşlarından biri olmuştur.
Özetle, Ordoliberalizm hükümetlerin otoriterleşmesi tuzağına düşmeden güçlü bir kurumsal devlet, planlamanın verimsizliği tuzağına düşmeden de rekabetçi bir piyasa sistemi inşa etme girişimidir. Kurumları çöken Weimer Cumhuriyetinin ve bu enkaz üzerinden Faşist bir totaliteryen rejim inşa eden Nazi Almanyasının da karşısında dururlar. 1980’lerden itibaren Hayek ve Friedman gibi (neo)liberallerin paradigmaları ağırlık kazansa da ordoliberal geleneği sürdüren entelektüeller bu heyecanın bir parçası olmamış, piyasa kurallarının serbestleşmesi ve devletin rolünün koşulsuz özel sektöre bırakılmasının beklenilen özgürlük ve refah ortamını kendiliğinden oluşturmayacağını iddia etmişlerdir.
Ordoliberalizm en basit ifadeyle “liberalizm” kavramı ve onun temelde barındırdığı ekonomik ve sosyal anlamda özgür bir toplum ideali amacına yeniden dönüşü savunur. Yakın siyasi tarihin farklı dönemlerinde bu amaç zaman zaman göz ardı edilmiş, bu amaca yönelik olduğu savunulan bazı değerler bir araç olmaktan çıkıp aracın kendisi haline gelmiştir. Dolayısıyla -teolojik bir perspektiften- ordoliberaller, devletin ve onun kurallarının varlığını toptan reddetmez, özgürlükçü değerlere hizmet ettiği ölçüde var olması gerektiğini savunur.
Şayet “kuralsızlık”; insanları daha güvencesiz ve haliyle daha mutsuz, toplum düzenini daha kaotik ve bir arada yaşama pratiğini daha imkânsız hale getiriyorsa, sosyolojik ve siyasi yapıda gedikler açıyorsa, başlı başına bir hedef olmamalıdır. “Sosyal piyasa” kavramı bütün bu karmaşanın dengeleyicisi olarak öne çıkmaktadır. Bir noktada savaş sonrası Almanya’nın ve Avrupa Birliğinin, bu yaklaşımı kurumsal mekanizmalarında barındırdığı iddia edilebilir. Bilhassa 2008 krizinin ardından yeni rotasını arayan dünyamızda, ordoliberal yaklaşımın yeniden önem kazanması şaşırtıcı olmayacaktır.
[i] Wilhem Röpke ve Alexander Rüstow Nazilerin iktidarı almasının ardından 1933-1937 yılları arasında Türkiye’de yaşamış ve İstanbul Üniversitesinde dersler vermiştir.
[ii] Öyle ki, Wilhem Röpke 1961-1962 yılları arasında kısa bir süre bu topluluğun başkanlığını bile yapmıştır. Akabinde yakın çevresi ile birlikte Mont Pelerin Cemiyeti’nden ayrılmıştır.
Fotoğraf: Ansgar Scheffold