[voiserPlayer]
Devlet kapasitesi, basit kelime anlamı esas alınırsa, devlet aygıtının herhangi bir hedef ardında harekete geçirebileceği kaynakların ve bu kaynaklarla gerçekleştirebileceklerinin azamisinin sınırlarını imâ eden bir kavramdır. Bu tarif devlet kapasitesi kavramı ile ilişkili iki farklı yöne işaret etmektedir. İlk yön, devlet aygıtının harekete geçirebileceği kaynaklara, ikinci yön ise devlet aygıtının ardına düşeceği hedeflere ilişkindir. İlk önce kaynaklara bakalım.
Devletin yürütme gücünün belirli bir hedefi gerçekleştirebilmek için hedefin içeriğinden bağımsız, kaynaklara ihtiyaç duyacağı aşikardır. Bu kaynaklar çeşitli niteliklerde olabilir. Genel kategoriler olarak belirtmek gerekirse; kurumlar, insani ve gayri-insani hammadde, akademik ve kültürel bilgi, ve ideoloji gibi. Ardına düşülen hedefin tabiatına göre bu kategorilerden biri, tamamı veya belirli bir karışımının harekete geçirilmesi gerekebilir. Elbette mezkur kaynakları devlet aygıtının dışında var olan kaynaklar olarak düşünmek, aynı mahiyette kaynakların devlet aygıtının bünyesinde de var olduğunu not etmek gerekir.
Bir benzetme ile ifade edersek; devlet kapasitesi matematiksel bir fonksiyon gibi düşünülebilir, devlet-dışı kaynaklar ise o fonksiyonun üzerinde tanımlandığı tanım kümesinin elemanları. Devlet kapasitesi kaynakları alır ve bir değere dönüştürür. Benzetmeye devamla, farklı devlet kapasitelerini farklı fonksiyonlar gibi düşünebiliriz. Yüksek devlet kapasitesi fonksiyonu daha çok arzu edilen bir değer üretirken, düşük devlet kapasitesi daha az arzu edilen bir değer üretir. Veya devlet kapasitesi, harekete geçirebildiği kaynaklarla, devlet aygıtının yürütme organının belirlediği hedefe ne kadar yaklaşabileceğini tayin eder. Yüksek kapasiteli bir devlet aygıtı ardına düştüğü hedefe olabildiğince yaklaşırken, düşük kapasiteli bir devlet aygıtı hedeften daha uzakta kalır.
Esas soru, devlet kapasitesini hangi faktörlerin etkilediğidir. Her şeyden önce devlet-içi kaynakların insani, kurumsal, akademik ve ideolojik niteliğinin devlet kapasitesini doğrudan etkilediğini iddia edebiliriz. Daha nitelikli kaynaklar daha yüksek devlet kapasitesi ile, daha niteliksiz kaynaklar daha düşük devlet kapasitesi ile ilişkilendirilebilir. Devlet-içi kaynakların niteliğine ise bir çok farklı faktör etki edebilir.
En basitinden devlet aygıtının kendi iç bünyesinde çalıştırmak üzere insan kaynağını devşirmesinde liyakatin önemli olup olmadığı tek başına bir faktördür. Bu faktör ise nihayetinde devlet-siyaset-toplum arasındaki ilişkiler yumağının tabiatına bağlıdır. Siyasi ve toplumsal güçler karşısında fonksiyonel otonomisi olmayan bir devletin liyakatli insan kaynağı devşirmesi hasbelkader olacaktır.
Konu ile ilişkili son bir noktaya da önemine binaen değinmemiz gerekmektedir. Devlet aygıtının herhangi bir hedef ardında devlet-dışı kaynakları harekete geçirirken seçeceği metodun mahiyeti, hem devlet kapasitesinin bir fonksiyonudur hem de devlet kapasitesine etki edecektir. Bir uç noktada tam zorbalık metodu vardır, diğer uç noktada ise rıza inşası metodu. Michael Mann’ın despotik güç ile altyapısal güç arasında yaptığı ayrıma benzer. Tam zorbalık metodunda devlet aygıtı devlet-dışı kaynakları salt devlet gücünü kullanarak, kaynak sahiplerini zorbalıkla tehdit ederek harekete geçirirken, rıza inşası metodunda devlet aygıtı kaynak sahiplerini kendi belirlediği hedefi kabul etmelerini ve ellerindeki kaynakları kendi rızalarıyla devlet aygıtına vermelerini sağlar. İkinci metodun, nihayetinde gerekli kaynakların daha etkin bir şekilde toplanmasına hizmet edeceği aşikardır. Dolayısıyla rıza inşası metodu devletin kapasitesini olumlu etkileyecektir. Ancak bu metodun belirli bir devlet kapasitesi seviyesi ile mümkün olduğunu da teslim etmeliyiz. Düşük kapasiteli bir devlet aygıtının rıza inşası için gereken rafine yaklaşımı etkin bir şekilde hayata geçiremeyeceğini varsaymakta bir beis olmasa gerekir.
Devlet kapasitesi kavramının ikinci yönü devletin ardına düşeceği hedeflere ilişkindir. Bir soru ile ifade edersek: Devlet aygıtı hangi hedefler peşinde koşabilir, koşmalıdır? Bu sorunun pozitif ve normatifin iç içe geçtiği ve birbirinden kolaylıkla ayırt edilemediği bir soru olduğunu itirafla başlayalım ve Max Weber’in klasik devlet tanımını ele alalım: Sınırları net bir şekilde belirli bir toprak parçası üzerinde, fiziki gücün meşru kullanımını başarılı bir şekilde tekelinde bulunduran organizasyon.
Devletin bu son derece pozitif görünen tanımı aslında devlet aygıtı için normatif bir hedefi de belirtmektedir: belirli bir toprak parçasını kendi hâkimiyet alanı olarak ilan etmek, o alan içinde meşru şiddet kullanımı üzerinde tekelini iddia ve inşa etmek ve o tekeli sınırları içerisinden ve ötesinden gelebilecek meydan okumalara karşı korumak. Bu ise daha kısa bir ifadeyle belirli bir toprak parçasında iç ve dış güvenliği sağlamak anlamına geliyor.
Devletin tarihi yazılı tarih kadar eskidir ve son iki yüzyıl öncesine kadar devletin hedefleri, Weber’in tanımında özetlenen hedeflerle sınırlı kalmıştır. Bu iki hedefe bir üçüncüsünü eklemek gerekirse o da adaletin tesisi olur. Devletin kendi toprakları üzerinde “suç” unsurları belirlemesi ve o suç unsurlarını icra edenleri cezalandırmasının tarihi de yazılı tarih kadar eski. Hammurabi kanunları akla gelen ilk örnek. Bu ise en dar anlamıyla adaletin tesisidir.
Modern devletle değişen, bu görevlerin meşruiyet zemininin değişmesi ve daha seküler bir zemine çekilmesi veya modern haklar teorisi. Devlet, sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmenin neticesi olarak tahayyül edilmeye başlandı. Tarihi, kaynağı insan olan bir kurum olarak; tarih ötesi, tanrısal değil. Sözleşme icabı bireyler, kişisel egemenliklerinden, hatta çoğu hak ve özgürlüklerinden fedakarlık ederken karşılığında en temel hak ve özgürlüklerinin korunacağının ve çiğnenmeyeceğinin garantisini aldı. En azından meşruiyet kurgusu bu olageldi.
Devletin meşruiyetinin seküler zemine kayışını Thomas Hobbes’la başlatırsak en az üç asırlık bir süreç söz konusu. Zira bu dönemde devletin görevleri/hedefleri de daha önceki uzun tarih boyunca görünmemiş şekilde genişledi. Bu genişleme en net şekilde devletin koruma ve çiğnememe, hatta daha ileri aşamada gerçekleştirme sözü verdiği anayasalarla güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin dalgalar halinde çeşitlenmesi ve içeriğinin değişiminde gözlemlenebilir.
İlk dalgada, gerçekleştirilmesi için devlete herhangi bir aktif sorumluluk yüklemeyen negatif haklar ve özgürlükler geldi: yaşam hakkı, kişi dokunulmazlığı, düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, mülkiyet hakkı, seçme ve seçilme hakkı. İkinci dalgada gerçekleşmesi için devletin daha aktif müdahalesini gerektiren hak ve özgürlükler gelişti: eğitim hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı, çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakları, sendikal haklar. Üçüncü dalga ise ikinci dalganın bir devamı niteliğinde bireylerin haklarını daha da çeşitlendirirken, alt-grupları da hak sahibi kılmakta: çevre hakkı, gelişme hakkı, barış içinde yaşama hakkı, halkların kendi kaderini tayin hakkı.
Birey ve grupların, hatta daha doğmamış olanların (gelecek nesiller) ve gayri-insani varlıkların (bitkilerin, hayvanların, şehirlerin, dağların, nehirlerin), hak ve özgürlüklerinin neler olduğu/olması gerektiği konusu halen daha süregiden ve takip eden on yıllarda, hatta devlet aygıtı var olduğu müddetçe süregidecek bir tartışma. Ve mezkur hak ve özgürlüklerin ne yönde çeşitleneceğini ve genişleyeceğini, en azından normatif-hukuki düzlemde devletin faaliyet alanını ne ölçüde sınırlayacağını ve yeni görev alanları, yeni hedefler ekleyeceğini zaman gösterecek. Ancak var olan ve yeni eklenecek hak ve özgürlüklerin ne kadar korunabileceği ve ne ölçüde gerçekleştirilebileceği en nihayetinde devlet kapasitesine bağlı olacaktır.
Liberteryenizm bu tartışmanın göbeğinde olan bir ideolojik duruş. Aykırı bir duruş ve önümüze son derece basit ancak esaslı bir soru koyuyor. Devletin koruması ve gerçekleştirmesi gereken bireysel hak ve özgürlüklerin daha çeşitlenmesi ve sayısının artması bireylerin özgürlük gibi daha birincil öneme haiz temel hak ve özgürlüklerini tehdit ediyor mu? Bu soru ile ilişkili olarak, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumanın ve gerçekleştirmenin, devlet aygıtına bu sorumluluğu yüklemenin ötesinde başka bir yolu, yolları yok mu? Bu sorular da hak ve özgürlüklerin içeriği kadar tartışılmayı hak eden sorular. Nihai cevaplarımız ne olursa olsun…
Fotoğraf: ANGELA BENITO