[voiserPlayer]
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’de 16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlayan bir sistemdir. Cumhurbaşkanı bu sistemde yürütmenin başı olmuştur. Kritik konular Cumhurbaşkanlığı kararıyla düzenlenmeye başlamıştır. Kararlar eski sisteme göre daha hızlı alınmaktadır. Zaten, referandum sürecinde sistemin bu özelliğine sıklıkla öneriyi getiren parti temsilcileri tarafından vurgu yapılmıştır. Bu yönetim biçiminin temel iddiası, istikrar ve pozitif gelişmenin sürdürüleceği doğrultusundadır. Bu çalışmada, başkanlık sisteminin iddia ettiği gibi istikrarlı bir ekonomi yaratıp yaratmadığı ele alınacaktır. Bunu yaparken, geride bıraktığımız dört sene içinde yaşanan gelişmeler değerlendirilecek ve bu gelişmelerin finansal göstergeler üzerindeki etkisi tartışılacaktır.
Yeni Sistemin İlk Kabinesi
Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilk kabinesini 9 Temmuz 2018 tarihinde açıkladı. Bir önceki kabinede Enerji Bakanı olan Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, bu kabinede Hazine ve Maliye Bakanı olarak yer aldı. İstifa ettiği tarih olan 8 Kasım 2020’ye kadar geçen 28 aylık sürede, Albayrak’ın kendisine bağlı kurumlar üzerinde mutlak hâkimiyeti vardı. Kendisine yakın isimleri bu kurumların başına getirdi. Anlaşmazlık yaşadıklarının görevine son verildi. Örneğin, para politikası uygulaması konusunda uyuşmazlık yaşadığı TCMB Başkanı Murat Çetinkaya, Cumhurbaşkanlığı kararıyla görevinden alındı. Çetinkaya erken faiz indirimlerine karşı çıkıyordu.
Albayrak döneminde düşük faiz politikasını desteklemek adına Merkez Bankası rezervlerinden yüklü miktarlarda satışların gerçekleştiği biliniyor. Rezervler, bir ülkeye borç verenlere ödeme sorununun olmadığını göstermek için tutulur. Ek olarak, pandemi gibi uç dönemlerde, rezervler bir çeşit nükleer opsiyon olarak kullanılır. Ağırlıklı olarak kamu bankaları üzerinden yapılan rezerv satışlarının amacı, suni olarak düşük tutulan faizin, döviz kurları üzerinde yaratacağı yukarı yönlü baskıları bertaraf etmekti. Albayrak bu politikayı kararlı bir şekilde yürütebilecek bütün yetkiyi elinde topladı.
ABD ile yaşanan Papaz Brunson krizi nedeniyle Ağustos 2018’te Türkiye’de bir kur krizi yaşandı. USD/TL paritesi on günde yüzde 53 yükseldi. Rezerv satışları yavaş yavaş o dönemde başladı. TCMB, Eylül 2018’de biraz da geç kalarak politika faizini yüzde 24’e yükseltti. Sakin geçen bir dönemden sonra Haziran 2019’da faiz indirimleri başladı. İndirim döneminin sonunda, Mayıs 2020’de, faiz yüzde 8,25 oldu. Rezervlerden yüklü satışlar yapılmasına işte bu indirim döneminde başlandı.
Merkez Bankası açısından döviz swapı (döviz takası), kendi parasını bir başka parayla belirli bir süre için değiştirme işlemidir. İki merkez bankası, sürenin sonunda birbirlerinden aldıkları parayı, o süre için hesaplanan faizi ekleyerek iade eder. Bu şekilde elde edilen dövizler merkez bankasının sahipliği değil yükümlülüğü (borcu) olduğundan, bu dövizlerin rezervlere eklenmesi her daim tartışma konusudur. Merkez Bankasının swap işlemleri ile ödünç aldığı (emanet) döviz ve altınlar hariç tutulduğunda net rezervlerinin 2018’den sonra eridiği gözleniyor. Bir karşılaştırma yaparsak, Merkez Bankasının 2018 sonunda swaplar hariç net rezervi 28 milyar dolardı. 2019 sonunda swaplar hariç net rezervi 18,5 milyar dolar oldu. 2020 bittiğinde eksi 49,5 milyar dolar olan swaplar hariç net rezerv, 2021 sonunda ise eksi 56 milyar dolara düştü.
Rezerv düşüşünün yarattığı tartışmalar, Berat Albayrak’ı oldukça yıprattı. 7 Kasım 2020’de Cumhurbaşkanlığı kararı ile Naci Ağbal TCMB Başkanı oldu. Albayrak bunun üzerine 8 Kasım 2020’de istifa etti. Lütfi Elvan 10 Kasım 2020’de Hazine ve Maliye Bakanlığına getirildi. Ağbal’ın Merkez Bankasındaki kısa dönemi her açıdan ilginçtir. Ağbal, Lütfi Elvan ile uyumlu çalıştı. Enflasyonu kontrol altına almak için politika faizini 875 baz puan (yüzde 8,75) artırdı. Ağbal’ın ilk iş günü olan 9 Kasım 2020’de 8,50 olan USD/TL paritesi, 16 Şubat 2021’de 6,90’a düştü. Üç ayda Türkiye’ye 20 milyar dolara yakın para girişi oldu. Enflasyon beklentilerinde belirgin bir iyileşme gözlendi.
18 Mart 2021’de TCMB, faizi beklentinin üzerinde 200 baz puan artırınca, AKP’ye yakın yayın organlarından Ağbal’a sert eleştiriler gelmeye başladı. Yeni Şafak gazetesi 19 Mart 2021’de “Bu operasyonu kimin adına çektiniz” manşetini attı ve ertesi gün Ağbal görevden alındı. Yerine Şahap Kavcıoğlu TCMB Başkanı oldu. Yaşananlardan rahatsız olan Hazine ve Maliye Bakanı Elvan, sonraki süreçte ortalıkta pek gözükmedi. Elvan 2 Aralık 2021’de istifa etti. Yerine Albayrak döneminde Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı olarak görev yapan Nureddin Nebati geldi. Nebati’nin göreve başlamasından sonra zaten sert bir yükseliş trendinde olan USD/TL paritesi 18,30’a yükseldi. 20 Aralık 2021’de finansal piyasalarda tam bir panik havası vardı. O gün yapılan kabine toplantısından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kur Korumalı Mevduat (KKM) ürününü açıkladı.
Kur Korumalı Mevduat (KKM) Hesabı
KKM ürününü detaylandırmadan önce, Eylül-Aralık 2021 döneminde yaşananları hatırlamakta fayda var. Kavcıoğlu başkanlığındaki Merkez Bankası, Avrupa’da ve Asya’da hızla yükselmeye başlayan enerji fiyatları ve Fed’in parasal genişlemeyi bitireceğini söylemesi gibi küresel risklere ve içerideki enflasyona rağmen, Eylül 2021’de faiz indirimlerine başladı. Eylül-Aralık döneminde 500 baz puanlık faiz indirimi yapıldı. Eylül 2021’de 8,20 olan USD/TL kuru, 20 Aralık 2021’de 18,30’a yükseldi. Kur Korumalı Mevduat ürünü Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklandıktan sonra döviz kurlarında ilk etapta sert bir geri çekilme yaşandı. Sonraki aylarda ise gelen alımlarla döviz kurları tekrar yükselişe geçti.
KKM hesabı, yatırımcılara TL cinsinden yüzde 17’lik faizi garantilerken, döviz kurlarında yaşanabilecek olası yükselişi de kaçırmamasını sağlayan dövize endeksli bir mevduat ürünüdür. TL mevduatlardan KKM’ye geçenlere bankalar, yüzde 17 faiz ödüyorlar. Kurdaki değişim TL’nin aleyhine olursa, aradaki fark faize ek olarak Hazine tarafından ödeniyor. Bu da bütçeye bir yük oluşturuyor. Döviz hesabını bozdurup KKM hesabı açanlara yine aynı sistemle ödeme yapılıyor. Ancak bu ödemeyi Hazine değil, Merkez Bankası yapıyor. 2022 başından Ağustos sonuna kadar Hazine’nin yaptığı ödemelerle ilgili güncel bir veri olmasa da rakamın 80 milyar TL’nin üzerinde olduğu düşünülüyor. Merkez Bankası’nın yaptığı KKM işlemleriyle ilgili kamuoyuna bilgi verilmiyor.
KKM hesabı döviz mevduatlarının TL mevduata çevrilmesi amacıyla yola çıksa da TL hesaplarının da kur korumalı mevduata dönüşmesine izin verilmesiyle farklı bir yapıya evrildi. Bu şekilde TL mevduatlar bir bakıma dövize endeksleniyor. Döviz mevduatlarını azaltma amacıyla sunulan KKM ürünü, aksine döviz mevduatlarını artırıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun yayımladığı verilerden yola çıkarak yapılan hesaba göre Türkiye’de dolarizasyonun (çift para düzeninin) yüzde 72’ye çıktığı görülüyor.
Türkiye’nin hâlihazırdaki ekonomi modeli, KKM üzerine inşa edilmiştir. Politika faizi, resmi enflasyonun bilinçli olarak çok altında tutuluyor. Negatif reel faiz kabaca yüzde eksi 67’dir. Yüksek enflasyondan korunmak isteyen yatırımcılar bu dönemde hisse senetlerine, gayrimenkullere ve otomobillere yöneldiler. Birçoğu çeşitli malları alıp stokladılar. Bu sebeple Türkiye’de mal ve hizmet fiyatları anormal seviyelere çıktı. Rekor seviyedeki negatif reel faizin döviz kurları üzerindeki etkisini hafifletmek için Merkez Bankasının rezerv satışları sürüyor. Kısaca, Ağustos 2018’de başlayan politika devam ediyor. İhracatçılar, Merkez Bankasından aldıkları reeskont kredilerinin geri ödemesini döviz cinsinden yapıyorlar. Yine ihracatçılar, ülkeye getirdikleri dövizin yüzde 40’ını Merkez Bankasına aktarıyorlar. Turizm gelirleri de rezervlere katkı veriyor. Bu şekilde artırılmaya çalışılan rezervler, döviz kurlarına müdahale etmek için kullanılıyor.
Yeni Sistemde Kurumların Bağımsızlığı
Günümüzde ‘‘Merkez Bankasının bağımsızlığı’’ ifadesi kullanıldığında, açık piyasa işlemleri (APİ), zorunlu karşılıklar gibi para politikası araçlarının kullanılması konusunda Merkez Bankasının siyasetten bağımsız karar verip bunu uygulaması anlaşılır. Bu araç bağımsızlığı, Merkez Bankasının yasayla belirtilen hedeflerine ulaşması için kullanacağı para politikası araçlarını, siyasi otoritenin müdahalesi olmadan özgürce seçip kullanmasıdır. Para politikası araçları arasında en önemlisi faizdir. Yeni sistemde Merkez Bankasının bir bağımsızlığı kalmadığı gibi son bir yıldır faiz de bir politika aracı olarak kullanılmıyor.
Aslında yeni sistemde TCMB’ye ‘‘kalkınmayı destekleyen Merkez Bankası’’ rolü uygun görüldü. Hükümetin; büyüme, istihdam, yatırımları artırma gibi önceliklerine Merkez Bankasının destek vermesi isteniyor. TCMB’nin internet sitesinde ‘‘Merkez Bankasının temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır’’ yazıyor. Ancak Türkiye’deki mevcut yüksek enflasyonla mücadele, en kritik araç olan faiz üzerinden yürütülmüyor. Zaten TCMB de açık açık ‘‘Biz faizi politika aracı olarak kullanmıyoruz’’ diyor. Enflasyonla mücadele makro ihtiyati tedbirler üzerinden yürütülüyor. Mikro yönetim de yapılıyor. Ancak bu düzenlemeler enflasyonu düşürmeye yetmiyor.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra çokça tartışılan kurumlardan birisi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) oldu. TÜİK’in yayımladığı veriler her ortamda eleştiriliyor. TCMB gibi bu kurumun da bağımsız karar alabilme kapasitesi sorgulanıyor. İşi sadece veri açıklamak olan bir kurumun yöneticilerinin, dünyada bu kadar tartışıldığı başka bir ülke yoktur. TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya, yeni sistemdeki altıncı başkandır. Enflasyonun yüzde 19’dan yüzde 80’e yükseldiği son bir yılda, TÜİK’te üç kez başkan değişti. Bu kurumun yönetim kademesinde sık yaşanan değişiklikler, doğal olarak veri güvenliğinin sorgulanmasına yol açıyor.
Değerli kamu işletmelerinin ve kamu mallarının devredildiği Türkiye Varlık Fonu 26 Aralık 2016’da kuruldu. Bu şekilde kamu işletmeleri tek bir çatı altında toplandı. Türkiye Varlık Fonu’nun portföyü, yedi sektörde faaliyet gösteren 28 şirket, 2 lisans ve 46 gayrimenkulden oluşuyor. Dünyada ulusal varlık fonları, risk getiri dengesini gözeterek çeşitli finansal varlıklara yatırım yaparlar. Emtia zengini ülkeler, en büyük ulusal varlık fonlarına sahiptir. Bu fonların gelirleri bütçe fazlasından oluşur. Türkiye, ne bütçe fazlası veren, ne de emtia zengini bir ülkedir. Türkiye Varlık Fonu konusunda kritik noktalardan birisi, fonun harcamalarının Sayıştay denetimine tabi olmamasıdır. Fon yönetimi bu duruma cevap olarak, ‘‘Üç aşamalı bir denetim süreci var, bu aşamalar; bağımsız denetim süreci, Devlet Denetleme Kurulu denetimi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu denetim sürecidir’’ diyor. Kasım 2021’de TBMM’de sunulan Türkiye Varlık Fonu’na ilişkin son denetleme raporunda, fonun borçlarının katlandığı ve şirketlerin denetlenemediği ifadeleri yer almıştır.
Yabancı Yatırımcıların Türkiye’den Çıkışı
Yukarıda da bahsettiğimiz Ağustos 2018’de yaşanan kur krizinden sonra hane halkının bankalardaki döviz mevduatlarına el konulabileceği ve bankalardaki döviz mevduatlarının belli bir kur seviyesinden Türk Lirası’na çevrilebileceği spekülasyonları yapıldı. Hatta, dalgalı kur rejiminden sabit kur rejimine geçileceği tartışması, yeni sisteme geçildikten sonra sıkça konuşuldu. Sabit kur rejiminde yerli paranın dış değeri, Merkez Bankası tarafından belirlenen bir kurla yabancı paralara karşı eşitlenir. Kur bir kez belirlendikten sonra Merkez Bankası değiştirinceye kadar aynı kalır. Sabit kur rejimi, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir sistemde uygulanamaz. Bu sisteme geçebilmek için öncelikle sermaye giriş çıkışlarını denetim altına almak gerekir. Yani gerçek ve tüzel kişiler, istedikleri zaman ellerindeki veya banka hesaplarındaki TL’leri verip yabancı paraları alamazlar. Kimin ne zaman, ne kadar yabancı para alacağına devlet karar verir.
Türkiye’nin dış borcu kabaca 450 milyar dolardır. Cari açık yani döviz açığı da hesaba katılırsa Türkiye ekonomisinin hemen her yıl bulması, çevirmesi gereken döviz miktarı 150-200 milyar dolardır. Hâl böyleyken, sabit kur rejimine geçmek içeriye döviz girişini durdurur. Ekonominin döviz ihtiyacı yüksek olduğundan, döviz piyasasının işleyişi sekteye uğrar. Döviz fiyatlarında karaborsa oluşur.
Yeni sisteme geçildikten sonra faiz her fırsatta indirildi. Sadece Eylül 2018’de yaşanan kur krizinin ardından, mecburi bir faiz artışı yapıldı. Bir de TCMB’deki dört aylık Naci Ağbal döneminde faizler yükseltildi. Ekonomi politikası, ‘‘Faiz neden, enflasyon sonuçtur’’ argümanı çevresinde şekillendi. Tabii suni olarak düşük tutulan faiz, daha fazla enflasyon yarattı. Enflasyondan arındırıldıktan sonraki reel faiz negatif olduğu için tasarruf sahipleri yabancı paralarda kalmayı tercih ettiler.
Türkiye’de döviz alımlarının hız kazanması hükümeti rahatsız etti. Yanı sıra yabancı yatırımcıların yani kurumsal yatırımcıların Türk Lirası’nda satış pozisyonu alarak döviz kurlarını yükselttikleri düşünüldü. Bunu engellemek için Bankacılık ve Düzenleme Kurumu (BDDK), Türk bankalarının yabancı finans kuruluşlarıyla yaptıkları swap (döviz-TL takası) işlemlerine sınırlama getirdi. BDDK’nın bankalar için belirlediği swap işlem sınırı, bankaların öz kaynaklarının yüzde 50’si kadardı. Ağustos 2018’de yaşanan kur krizinden sonra, Eylül 2018’de swap sınırı yüzde 25’e, Şubat 2020’de yüzde 10’a, Nisan 2020’de yüzde 1’e düşürüldü.
Yabancılar swap işlemlerinden sağladıkları Türk Lirası’nı; dolar, hisse senedi, tahvil-bono almak için kullanabiliyorlar. Bu kısıtlamalar yabancıları ürküttü. Son üç yıldır Türkiye piyasalarından çıkıyorlar. Hisse senedi ve tahvil-bono piyasalarındaki yabancı sahipliği düştü. Devlet iç borçlanma senedi tarafında (DİBS), yani tahvilde ve bonoda yabancı ağırlığı yüzde 2’ye indi. Yeni sisteme geçmeden önce tahvil-bono tarafındaki yabancı ağırlığı yüzde 40 civarındaydı. Hisse senetlerindeki yabancı sahipliği 2018 öncesinde yüzde 72’ye kadar yükselmişti. Bu oran 2019 senesinde yüzde 66 idi. Yabancı sahipliği şu an yüzde 30’un altında bulunuyor.
Türkiye ekonomisinin dış finansman ihtiyacı bu kadar yüksekken yabancı yatırımcıların TL cinsi varlıkları satıp Türkiye’den çıkmaları makro dengesizlikler yarattı. Türkiye enerji ürünlerini ithal ediyor. Bu şekilde oluşan dış ticaret açığı, döviz açığını tetikliyor. Bu açığın da finanse edilmesi gerekiyor. Portföy girişi zaten olmuyor. Yatırımcının yerleşik olduğu ekonomiler dışındaki bir ekonomide, bir işletmenin yönetimini denetlediği ya da işletmenin yönetiminde söz sahibi olduğu uzun vadeli bir yatırım şekli olan doğrudan yabancı sermaye yatırımları, 2013’den sonra düşüşe geçti. 2018’den sonra neredeyse kurudu.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla sağlanan kaynaklar, ileride gelir getirecek alanlarda kullanıldığında kalkınmaya katkıda bulunurlar. Türkiye’nin iç tasarrufları yetersiz olduğundan, büyümenin temelini oluşturan yatırımları yapabilmesi için yabancı kaynaklara ihtiyacı vardır. 2018’den itibaren risklerin artmasıyla döviz kurları yükseldi. Kurlardaki artış maliyet kanalından enflasyonu besledi. Türkiye, tüketim malı, ham madde, doğal gaz, petrol, ara malı ve sermaye malı ithal ettiği için kur arttıkça daha fazla TL ödüyor. Sonuç olarak maliyetler artıyor. İşletmeler zarar etmemek için, doğal olarak, ithal ederek ürettikleri malların satış fiyatlarını artırıyorlar. Bu da enflasyon yaratıyor. Yüksek enflasyon ortamında faizin artması gerekirken faiz indirilince, riskler artıyor. Aslında bu fasit bir dairedir.
Faizi İndirerek Enflasyonu Düşürmeye Çalışmak
Türkiye, enflasyonu düşürmek için faizi indirmeyi ilk kez 1994 krizinin hemen öncesinde denedi. Çiller hükümetinin bu politikası enflasyonu daha da yükseltti. Ekonomik kriz çıktı. İkinci deneme Eylül 2021’de gerçekleşti. O ay 19,6 olan enflasyon, Ağustos 2022’de, yani yaklaşık 1 yıl sonra yüzde 80,2 oldu. Politika faizinin yüzde 12’ye indirildiği, enflasyonun yüzde 80’e gittiği, bankaların mevduat faizinin ortalama yüzde 20 olduğu bir ekonomik iklimde, tasarruf sahipleri yerel paradan kaçtılar. Gayrimenkul, otomobil ve fiziki mal aldılar. Kredi kullananlar, aldıkları kredilerle döviz aldılar. Döviz fiyatları yükseldi. Ekonomi yönetimi bu alımların önüne geçmek için belli başlı sınırlamalar getirdi. Özellikle şirketlere yönelik tedbirler açıklandı. Bankacılık sektörü üzerinde de büyük bir baskı var. Bankaların verdikleri kredilerin dövize gitmesi istenmiyor. Buna yönelik çok sayıda düzenleme açıklandı.
Bireysel yatırımcıların döviz talebini kırmak için dolaylı önlemler geldi. Ancak bireysel yatırımcılar, ‘‘Her an doğrudan bir hamle gelebilir, döviz alımı kısıtlanabilir’’ düşüncesiyle döviz kurlarındaki geri çekilmelerde alım yapmayı sürdürüyorlar. Dolaylı ve dolaysız düzenlemeler, Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin tartışılmasına yol açıyor.
Enflasyon Muhasebesi Zorunlu Hâle Geldi
Yüksek enflasyon, yerel paranın satın alma gücünü, yani hane halkının alım gücünü düşürürken şirket kârlılıklarını da eritiyor. Örneğin, Türk bankalarının açıkladığı yüksek öz kaynak kârlılıklarını, enflasyondan arındırdıktan sonra geriye pek bir şey kalmıyor. Aynı durumu Türkiye’deki fiziki yatırımlarını son yıllarda sonlandıran yabancı şirketler de yaşadı. Yıllık enflasyonun yüksek olması ve değeri sürekli eriyen TL, Türkiye’deki yatırımları cazip olmaktan çıkardı. Tabii elde edilen kaynakları, inşaat gibi sektörlerde kullanmak yerine, teknoloji, araştırma-geliştirme, eğitim gibi alanlarda kullanmak gerekiyor.
Türkiye’de üç haneli rakama giden enflasyon ortamında, enflasyon muhasebesi de zorunlu hâle geldi. Enflasyonun son üç yılda yüzde 100’ü, son bir yılda yüzde 10’u aşması durumunda mali tablolarda enflasyon düzeltmesi yapılması zorunludur. TÜİK tarafından açıklanan verilere göre 2021 yıl sonu itibarıyla Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yüzde 79,9, son üç yıl için ise yüzde 141,70’dir. Bu nedenle, enflasyon muhasebesi için teknik şartlar oluştu.
Enflasyon muhasebesi 2004 yılında büyük bir toplumsal uzlaşıyla devreye girmesine rağmen 17 yıldır uygulanmıyor. Enflasyon muhasebesi, işletmelerin aktiflerindeki parasal olmayan değerlerin, enflasyon düzeltmesinde dikkate alınacak tutarlarının düzeltme katsayısı ile çarpılmasıyla, finansal tablonun ait olduğu tarihteki satın alma gücü cinsinden hesaplanmasıdır.
Şirketlerin enflasyon muhasebesine adaptasyonunun zor olacağı söylenebilir. Bu süreçte işletme kârları belirgin şekilde düşecek. Örneğin, Garanti Bankası hiperenflasyon muhasebesine geçeceğini Haziran 2022’de açıkladı. Bankanın bu uygulaması, ilk çeyrek net kârını 324 milyon euro azalttı. Şirketlerin hâlihazırdaki mali tabloları, yüksek enflasyon nedeniyle gerçeği yansıtmıyor. Enflasyon muhasebesine geçilmediği için şirketlerin öz kaynakları vergilenir hâle geliyor.
Makro Ekonomik ve Finansal Göstergelerdeki Değişimler
Yeni sistemde Türkiye’nin ekonomik ve finansal göstergelerindeki değişiklikleri detaylı şekilde irdeleyelim. Yeni yönetim biçimi 2018’in ortasında başladığından, yılın ilk yarısı eski rejimle, ikinci yarısı ise yeni rejimle geçti. Bu nedenle, 2018 yılının göstergeleri değerlendirme dışında tutuldu. Aşağıdaki tablo; Türkiye’nin 2015, 2016 ve 2017 yıllarının makro ve finansal göstergeleriyle 2019, 2020 ve 2021 yıllarının rakamlarını gösteriyor.
Göstergeler | 2015 | 2016 | 2017 | 2019 | 2020 | 2021 |
Büyüme | 5,9 | 3,2 | 7,4 | 0,9 | 1,8 | 11 |
Enflasyon | 8,8 | 8,5 | 11,9 | 11,8 | 14,6 | 36,8 |
İşsizlik | 10,3 | 10,9 | 10,9 | 13,7 | 13 | 12 |
GSYH (USD) | 855 | 861 | 851 | 761 | 717 | 803 |
Kişi Başına Gelir (USD) | 11.010 | 10.883 | 10.597 | 9.213 | 8.599 | 9.528 |
Bütçe Dengesi/GSYH (%) | -1,0 | -1,1 | -1,5 | -2,9 | -3,4 | -2,7 |
Cari Denge/GSYH(%) | -3,8 | -3,8 | -5,5 | 0,9 | -5,0 | -1,8 |
Dış Borç Yükü(%) | 49,7 | 47,4 | 53,3 | 54,7 | 60,4 | 54,9 |
Gösterge Faiz (%) | 11 | 8 | 8 | 12 | 17 | 21 |
USD/TL | 2,92 | 3,6 | 3,8 | 6,0 | 7,4 | 13,32 |
Ülke Risk Primi (CDS) | 268 | 267 | 158 | 283 | 310 | 560 |
Kredi Notu (Fitch Ratings) | BBB- | BBB- | BB+ | BB- | BB- | BB- |
AKP’nin iktidara geldiği 2003’te, Türkiye 315 milyar dolarlık GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) ile dünyada 21’inci sıradaydı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmeden önce, 2017’de, 851 milyar dolarlık GSYİH ile 17’nci sıraya çıktı. Türkiye 2021’de 807 milyar dolarlık GSYİH ile dünya sıralamasında 21’inci sıraya geriledi. 2003 senesinde Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 10,1 idi. Yeni sisteme geçilmeden önceki yıl işsizlik oranı yüzde 10,9 idi. 2021 sonunda işsizlik oranı yüzde 12 oldu.
2003 yılında bütçe açığı GSYİH’nın yüzde 8,6’sıydı. 2017 yılında bütçe açığı/GSYİH oranı yüzde 1,5’e geriledi. 2021 sonunda bütçe açığı, GSYİH’nin yüzde 2,7’si oldu. Bütçe açığının, yeni sistemle birlikte arttığı gözleniyor. Yeni sistemden önce Türkiye ekonomisinin güçlü olduğu alanlardan birisi mali disiplindi. Başka bir ifadeyle bütçe açığının düşük olmasıydı. 2023’deki seçim öncesinde bütçe açığının daha da artacağı görülüyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Haziran 2022’de ek bütçe açıkladı. Bu bütçede, 2022 yıl sonu bütçe açığı 278 milyar TL idi. 4 Eylül 2022’de açıklanan Orta Vadeli Program’a (OVP) göre, 2022 için bütçe açığı 461 milyar TL’ye yükseltildi. OVP’de 2023 bütçe açığı 659 milyar TL olarak öngörüldü. Buna göre, 2022 ve 2023’de bütçe açıklarının GSYİH’ye oranları yüzde 4 dolayında olabilir. Bütçe açığının artacak olmasının en önemli nedeni KKM hesaplarının hazineye getireceği yüktür. Ek olarak, seçim öncesinde personel giderlerinde yüzde 53’lük bir artış görülüyor. Bu da memurlara, emeklilere yönelik harcamaların artışına işaret ediyor.
Yeni sistemdeki en yakıcı ekonomik konu olan enflasyon 2003’de yüzde 18,3 idi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmeden önceki yıl olan 2017’de enflasyon yüzde 11,9 idi. 2021 sonunda enflasyon yüzde 36,8 oldu. Ağustos 2022’de Türkiye’de enflasyon yüzde 80,2’ye yükseldi. OVP’deki bütçe açığı tahminine, kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) zararlarına, TCMB’nin politika faiziyle enflasyon arasındaki büyük farka (yüzde -67), insanların ‘‘mal ve ürün fiyatları gelecekte daha yüksek olacak’’ beklentisiyle taleplerini öne çekmelerine bakınca, önümüzdeki dönemde enflasyonu düşürebilecek tek faktörün baz etkisi olacağı söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, Aralık 2021’de aylık enflasyon yüzde 13,58 idi. Aralık 2022’deki aylık enflasyon yüzde 4,58 olsa, baz etkisi nedeniyle enflasyonda 9 puanlık bir gerileme olur.
AKP’nin iktidara geldiği yıl cari açık yani döviz açığı, GSYİH’nın yüzde 2,5’i idi. Yeni sistemden önce cari açık/GSYİH oranı yüzde 5,5 idi. 2021 sonunda cari açığın GSYİH’ye oranı yüzde 1,8 oldu.
2003 yılında Türkiye’de kişi başına gelir ortalaması 5.960 dolardı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmeden önce, 2017 yılında, Türkiye’de kişi başına düşen gelir 10.540 dolardı. 2021’de kişi başına gelir 9.528 dolar oldu.
Ülke risk primi tamamıyla piyasada belirlenir. Yeni sisteme geçilmeden önce, 2017’de gösterge olarak nitelendirilen 5 yıllık risk primi 158 baz puan idi. 2021 sonunda Türkiye’nin risk primi 560 baz puan oldu. Böyle yüksek bir risk primi, finansal açıdan Türkiye’yi dünyanın en riskli ülkelerinden birisi hâline getirdi.
Dış borç stoku dolarla ölçülüyor. Bu stok, dolarla hesaplanan GSYİH’ye oranlanıyor. Bu şekilde, Türkiye’nin dış borç yükü hesaplanıyor. Başkanlık sistemine geçildikten sonra burada da artış gözleniyor.
Yatırımcıların en fazla takip ettiği finansal göstergeler, USD/TL paritesi ve faiz oranıdır. Faiz oranı için gösterge niteliğindeki 2 yıllık hazine tahvilinin faizini alıyoruz. USD/TL paritesi 2017’yi 3,8’den kapattı. 2021 sonunda dolar kuru 13,32 oldu. Gösterge faiz, 2017’yi yüzde 8’den kapattı. Bu faiz 2021 sonunda yüzde 21 oldu.
Bir ülkenin kredi notu, yabancı yatırımcıların yatırım kararlarında belirleyici rol oynar. Burada kastedilen kurumsal yatırımcılardır. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings nezdinde Türkiye’nin 2021 sonundaki kredi notu, başkanlık sistemi öncesindeki kredi notunun iki kademe altındadır.
Sonuç ve Analiz
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra cari açık dışındaki makro ve finansal göstergelerin zayıfladığı görülüyor. Enerji fiyatlarındaki artışın 2022’de hız kazanmasıyla enerji ithalatçısı Türkiye’nin cari açığının arttığını belirtelim. Ödemeler dengesi beklenti anketinde, 2022 sonunda cari açığın 50 milyar dolara yaklaşacağı öngörülüyor. Buna göre cari açığın GSYİH’ye oranı 2022 sonunda yüzde 6 civarında olabilir. Hızla artan dış borç yükünü düşürmenin yolu Türk Lirası’ndaki (TL) değer kayıplarını önlemekten geçiyor. Bunun için de riskleri düşürüp belirsizliği azaltmak şart.
On beş ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsizlik oranı, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtikten sonra artış eğilimindedir. 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı 2017’de yüzde 20,8 iken; 2019’da yüzde 25,4; 2020’de yüzde 25,3 ve 2021’de yüzde 22,6 oldu.
Yeni sisteme geçildikten sonraki dönemde, ülke risk primi, dolar kuru, gösterge faiz gibi finansal indikatörlerdeki yükselişler çarpıcıdır. Makro göstergeler arasında en büyük hasarın enflasyonda olduğu gözleniyor. Bu analizde son tarih 31 Aralık 2021’dir. Ancak 2022’nin ilk yarısında finansal göstergelerdeki kötüleşme sürdü. Ağustos 2022’de Türkiye’de enflasyon yüzde 80,2’ye yükseldi. Ağustos 2022’de üretici enflasyonu yüzde 144 oldu.
Fitch Ratings, Türkiye’nin kredi notunu 2022’de iki kademe daha düşürdü. 14 Temmuz 2022’de Türkiye’nin ülke risk primi 900 baz puanın üzerine çıktı. Dış finansman ihtiyacı fazla olan Türkiye’nin finansman maliyetleri yüksek seyrediyor. Hazine’nin ve şirketlerin döviz cinsinden borçlanma maliyetleri çift hanelerde dolaşıyor. USD/TL paritesi 26 Ağustos 2022’de 18,20 ile tüm zamanların kapanış rekorunu kırdı.
Türkiye’nin mevcut ekonomi modelindeki yaklaşım, büyümenin enflasyona tercih edilmesidir. Bu politikanın 2023 seçimine kadar bu şekilde devam edeceği görülüyor. Türkiye ekonomisi pandemiden sonra hızla büyüdü. 2022’nin ikinci çeyreğinde yüzde 7,6 büyüme ile OECD ülkeleri arasında Slovenya’dan sonra en hızlı büyüyen ikinci ekonomi oldu. Yüksek enflasyon, dolarizasyon, alım gücündeki düşüş, ücretlilerin büyümeden aldığı pay, tarihin en kötü seviyelerine geldi. 2022’nin ikinci çeyreğinde iş gücü ödemelerinin milli gelirden aldığı pay yüzde 23,9’a düştü. 2021’in aynı döneminde bu oran yüzde 32,6 idi. Bu oranın 2020’nin ikinci çeyreğinde yüzde 36 olduğu görülüyor. İşletmelerin bu zaman diliminde milli gelirden aldığı payın aynı oranda artması, Türkiye’de gelir dağılımı konusunu öne çıkarıyor. Ücretlilerin alım gücünün düşmesi, gerçekleşen büyümenin kapsayıcı olmadığını gösteriyor. Çok yüksek enflasyon ortamında gerçekleşen büyüme, ekonomide bir refah artışı sağlamıyor. Türkiye’de fakirleştiren bir büyümenin olduğu söylenebilir. Riskleri artırarak büyümek sürdürülebilir değildir.
İktisatçı Arthur Okun tarafından oluşturulan, daha sonra Barro ve Hanke tarafından geliştirilen sefalet endeksi tüm ülkeler için yayımlanıyor. Bu endeks Türkiye için 2015’te 23,5 ve 2018 sonunda 47,3 idi. Endeks 2021 sonunda 60,7’ye yükseldi. Güncel rakam 99,5’dir. Bu kadar yüksek bir rakamın oluşmasındaki temel etken enflasyondur. Türkiye’nin bu durumdan kurtulmasının tek yolu enflasyonu düşürmektir. Enflasyon sorununu çözmeden hiçbir makro ekonomik gösterge yerli yerine oturmaz. Enflasyonu düşürmenin yolu ise faizi yükseltmekten, harcamaları azaltmaktan, ekonomik büyümeden ödün vermekten geçiyor. Tabii faizleri bir noktada artırmak ve harcamaları azaltmak, mevcut ekonomik modelin amacı olan büyümeyi ister istemez törpüleyecektir.
Türkiye’de çift haneli enflasyon ilk kez 1971’de görüldü. Çift haneli, üç haneli enflasyonlar 1980’lerde ve 1990’larda yaşandı. Böylesine yüksek enflasyon rakamlarını düşürmenin kolay olmadığını, Türkiye yaşayarak öğrendi. Başkanlık sistemi döneminde ortaya çıkan yüksek enflasyonu düşürmek, önümüzdeki seçimlerde muhalefetin kazanması ve parlamenter sisteme geçilebilmesi mümkün olsa bile gerçekten uzun ve meşakkatli bir yoldan geçilerek başarılabilir.
Fotoğraf: m.