Çeviri: Mert Söyler
Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.
Beklenen ortalama ömür süreleri uzuyor ama emeklilik sistemleri buna dayanabilecek mi?
Refah devletinin kuruluşundan bu yana eleştirel isimler, bu sistemin siyasi güç sahibi koalisyonlarca ele geçirilip çıkarları doğrultusunda kullanılacağı konusunda uyarıyordu. Milton Friedman 1977’de, “her şeye kadir bir orta sınıfın” hem en zenginlerin hem de en yoksulların pahasına kendine avantaj sağlayacağını öne sürmüştü. Fakat yanılmıştı.
Yaşlanan nüfus, devlet harcamalarının dengesini tamamen değiştirdi (bkz. grafik 1). Refah devletleri hâlâ yoksulları destekliyor. En liberal ülke olan Amerika bile, en alt gelir grubuna vergiden önceki gelirlerinin %90’ına denk gelen yardımlar yapıyor. Ancak 1980’den bu yana yaşlılara yapılan transferler ve esas olarak onları hedefleyen sağlık harcamaları, OECD ülkelerinde GSYİH’nın yaklaşık %5’i kadar arttı. Bu oran, diğer sosyal harcamalardaki artışın iki katı. IMF’ye göre G20 ülkeleri mevcut gidişatı sürdürürse, 2030’a gelindiğinde emeklilik ve sağlık harcamalarına 2023’e kıyasla her yıl GSYİH’nın %2,4’ü kadar daha fazla kaynak ayrılacak.

Eski Dertlere Yeni Çözümler
Kimi yorumcular bu kaynak aktarımının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Onlara göre devlet sadece bir araç; emekli sayısı arttıkça yaşlıların bir şekilde desteklenmesi kaçınılmaz. Ama ekonomistler artık farklı düşünmeye başlıyor. Yaşlanan toplumların ekonomiye o kadar da ağır bir yük getirmeyebileceği fikri güç kazanıyor. Çünkü yaşlılar artık daha uzun yaşıyor, daha verimli çalışıyor ve geçmişe göre çok daha fazla servet biriktiriyor.
Goldman Sachs ekonomistlerinin bu yıl yayımladığı bir araştırmaya göre, toplumlar yaşlanmasına rağmen gelişmiş ülkelerde istihdam oranı 2000’den bu yana toplam nüfus içinde hafifçe artmış durumda. Doğuşta beklenen yaşam süresi 78 yıldan 82 yıla çıkarken, ortalama çalışma ömrü de 34 yıldan 38 yıla yükseldi. Yani, yaşlanan toplumlarda her bir bağımlıya düşen çalışan sayısı azalmadı, aksine son yıllarda arttı.
Üstelik yaşlılar artık çok daha üretken. IMF verilerine göre 2022’de 70 yaşında olan birinin bilişsel kapasitesi, 2000 yılındaki 53 yaşındaki birine eşit. 50 yaş üzeri gruplardaki bu gelişme o kadar büyük ki, zihinsel beceri ile gelir arasındaki ilişki hesaba katıldığında, çalışan kesimin ortalama kazançlarının %30 arttığı anlamına geliyor. “Sağlıklı yaşlanma” eğilimi, 2025–2050 arasındaki küresel büyüme tahminlerine yıllık 0,4 puan ekleyerek yaşlanmanın olumsuz ekonomik etkisini yaklaşık üçte bir oranında azaltıyor. Varlık yönetim şirketi Vanguard’dan Joseph Davis, 1890’dan bu yana yaşlanmanın Amerikan ekonomisi üzerindeki etkisini modelleyerek “Demografi kader değildir,” diyor.
Uzun ve sağlıklı yaşam süresinin artması, küresel doğurganlık düşüşüne dair endişeleri de hafifletiyor. Nüfusun kendini yenileyebilmesi için gereken doğurganlık oranı genellikle kadın başına 2,1 çocuk olarak kabul edilir. Ancak yaşam süresi yılda ortalama 0,25 yıl artarsa, ki bu oran zengin ülkelerdeki tarihsel ortalamadır, nüfusun sabit kalması için gereken oran yalnızca 1,6–1,7’ye düşer. Bu da, Goldman Sachs ekonomistlerine göre, son on yıllarda birçok zengin ülkenin göç olmasa bile nüfus artışı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bir başka olumlu gelişme ise yaşlı nüfusun artmasının reel faiz oranlarını düşürme eğiliminde olması. Yaşlılar, çalışma hayatlarında biriktirdikleri serveti yavaş yavaş tükettikleri için piyasada bol miktarda sermaye birikiyor. Stanford Üniversitesi’nden Adrien Auclert ve ekibinin yaptığı bir araştırma, yaşlanan nüfusun küresel reel faiz oranlarını 2100 yılına kadar, diğer tüm koşullar sabit kaldığında bir puandan fazla düşüreceğini öngörüyor. Aynı araştırma grubunun başka bir çalışması ise bu düşüşün yarattığı mali rahatlamanın, ABD’nin borç/GSYİH oranının 2100’e kadar sürdürülebilir biçimde %250’ye kadar çıkmasına olanak tanıyabileceğini ortaya koyuyor.
Peki, o hâlde yaşlanma neden hâlâ ekonomik bir sorun olarak görülüyor? Yanıt, Friedman’ın yıllar önce söylediklerine benziyor: Yaşlılar güçlü bir seçmen kitlesi. Refah devletinin yapısını değiştirebilecek reformlara direnebiliyorlar. Böylece, yaşam süresinin kısa olduğu dönemlerde belirlenmiş haklarını koruyarak, bugünün çok daha uzun ömürlü dünyasında bu ayrıcalıklardan yararlanmaya devam ediyorlar. Refah sistemleri ilk kurulduğunda, Britanya ve Almanya’da kamu emeklilik maaşları sadece 70 yaş üzerindekiler için sınırlı bir destek sağlıyordu; o dönemde ortalama yaşam süresi 45–50 yıl arasındaydı. Ancak ömürler uzadıkça emeklilik yaşı aynı hızda artmadı. 1972 ile 2000 arasında OECD ülkelerinde ortalama bir erkeğin yaşamının emeklilikte geçen bölümü altıda birden dörtte bire çıktı. Son yıllarda hükümetler emeklilik yaşını ömür beklentisine göre yükseltmeye çalışsa da, bu çabalar yılların biriktirdiği dengesizliği telafi etmeye yetmiyor. Üstelik bugün hem emekli maaşı alan hem de bu hakları savunmak için oy kullanan çok daha fazla insan var.
OECD’ye göre ortalama bir erkek emekliliğinde yaklaşık 18 yıl geçiriyor ve bu sürenin önümüzdeki yıllarda daha da uzaması bekleniyor. Finlandiya, Hollanda, Portekiz ve İsveç gibi bazı ülkeler, yaşam süresi artsa bile emeklilik yaşını bire bir oranında yükseltmiyor; çünkü emeklilikte geçirilen zamanın kısalmasını istemiyorlar. John Maynard Keynes 1930’da, insanların yüzyıl sonra haftada sadece 15 saat çalışacağını öngörmüştü. Bugün çoğumuz hâlâ tam zamanlı çalışıyoruz; buna karşılık emeklilik süresi o kadar uzadı ki, insanlar artık hayatlarının çalışmadan geçen kısmında Keynes’in tahmininden bile daha fazla zaman harcıyor.
Ne var ki, emeklilik haklarına yönelik en ufak değişiklik bile büyük tepki doğuruyor. 2023’te Fransa’da emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılmasını öngören düzenlemeye karşı 1 milyondan fazla kişi sokaklara döküldü; reform ancak özel anayasal yetkiler kullanılarak yasalaşabildi. İtalya, 2011’de çıkardığı emeklilik reformlarını zamanla yumuşattı. Britanya’da İşçi Partisi hükümeti 2024’te, artık çoğu kişi için ısınmayla ilgisi kalmamış olan yıllık 300 sterlinlik “kış yakıtı desteği”ni gelir testine bağlamak istedi; fakat gelen yoğun tepkiler üzerine neredeyse tamamen geri adım attı.
Toplumlar yaşlandıkça siyaset giderek bir açık artırmaya dönüşüyor. IMF araştırmacıları, 65 ülkedeki parti programlarını inceleyerek hem solun hem sağın 1990’lardan bu yana vaatlerinde belirgin biçimde daha cömert hale geldiğini ortaya koydu (bkz. grafik 2). Bu cömert siyasi söylem genellikle artan bütçe açıklarının da habercisi oluyor.

Refah devletinin gidişatı, iki önemli noktayı öne çıkarıyor. Birincisi, emeklilik maaşları sadece yaşlıların değil, gençlerin de desteğini alıyor. Pew Araştırma Merkezi’nin 2024’te yaptığı ankete göre Amerikalıların beşte dördü, sosyal güvenlik ödemelerinin hiçbir şekilde azaltılmaması gerektiğini düşünüyor. Bu görüş hemen her yaş grubunda ortak. Britanya’da da 25–49 yaş arasındaki çoğunluk, devlet emeklilik maaşlarının “üçlü güvence” kapsamında korunmasından yana; yani maaşların her yıl ücret artışı, enflasyon ya da %2,5’tan hangisi yüksekse ona göre artırılmasından. Kısacası çalışan orta sınıflar, sadece büyükannesinin iyi yaşamasını değil, bir gün kendisinin de rahat bir emekliliğe sahip olmasını istiyor. Yaşlılar, refah devletinde söz sahibi olmayı sadece kalabalık bir seçmen kitlesi oldukları için değil, aynı zamanda toplumun geneli tarafından “hak eden” bir grup olarak görülmeleri sayesinde sürdürüyor.
İkincisi, çalışan orta sınıftan alınan vergiler, yaşlı nüfusun mali yükünü karşılamaya yetmiyor. Bu yüzden birçok hükümet giderek artan borçlarla idare ediyor. Avrupa ve Amerika’da, bir çalışanın eline geçen maaş ile işverene maliyeti arasındaki farkı gösteren toplam vergi yükü, 2000 yılına göre bugün ortalama olarak daha düşük. Fransa ve Britanya’da bile artış 2 puanı geçmiyor.
Yine de çalışan orta sınıfın işi zor. Eğer hükümetler bütçelerini dengeleyip mali krizi önlemeye kalkarsa, faturayı ödeyecek ilk grup muhtemelen onlar olacak. Ekonomik veriler, kemer sıkma politikalarının vergileri artırmaktan çok harcamaları kısmaya dayandığında daha az zararlı olduğunu gösteriyor. Fakat yaşlanan toplumlarda bu, siyasal açıdan neredeyse imkânsız. Devletin diğer alanları zaten emeklilik maaşları ve sağlık giderleri yüzünden sıkışmış durumda. İtalya’daki yerel yönetim reformlarından Britanya’daki bakımsız yolların durumuna kadar, kamu hizmetlerindeki bozulmanın sağ popülist partilere desteği artırdığı sık sık dile getiriliyor. İktidarlar bu eğilimi frenlemeye çalışırken, vergilerin özellikle yüksek gelirli kesimler için artması neredeyse kaçınılmaz hale geliyor.
Fotoğraf: Matt Bennett

 
		
