Daktilo1984 olarak 2021 yılından bu yana iklim politikaları üzerine çalışmalar yürütüyoruz. Türkiye’nin iklim değişikliğine yönelik siyasi bir irade ortaya koymasını ve bu meselenin politik alanda tartışılmasını bir gereklilik olarak görüyoruz. Bunun nedeni yalnızca küresel eğilimlere uyum sağlamak değil, aynı zamanda Türkiye’nin uzun vadeli ulusal çıkarlarının da bu yönde olduğu kanaatimizdendir. Zira, iklim değişikliği inkâr edilemez bir gerçek olduğu kadar, ona karşı alınan önlemler de uluslararası sistemde yeni bir düzeni çağırıyor.
Bu “yeni düzen” söylemi, çoğu zaman abartılı bir Batı mizansenine indirgenerek tartışılıyor. Eleştirilerin haklı olduğu yönler elbette var. Örneğin, tarihsel sorumluluk bu tartışmaların en öne çıkan maddelerinden biri. Ancak, ortada bir mesele var ve bu meselenin mesele edilmesi lazım! Aksi takdirde, Amin Maalouf’a atıfla evrensel değerlerle bütünleşmediğimiz sürece ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideceğiz. Fakat, ülke olarak biz bu meseleyi enine boyuna, uzmanıyla siyasetçisiyle, genciyle yaşlısıyla ya da farklı toplumsal kesimlerin arasında tartışamıyoruz.
Uluslararası uzlaşı bir yana Türkiye’de iklim politikalarının sahih bir gündeme alınmamasını üç temel nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Türkiye’deki baskıcı ve yıkıcı siyasi ortam. İkincisi, politika yapıcıların güvenlik anlayışının geleneksel bağlama takılı kalması ve iklim değişikliğini doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak algılamaması. Üçüncüsü ise yetersiz devlet kapasitesi. Bunlar tabii ki de birbirleriyle ilişkilendirilebilir ve bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde günün sonunda Türkiye’de neden iklim politikaları konuşamıyoruz sorusunun yanıtını verebilir. Fakat, bu yazıda bunları biraz detaylandırmak istiyorum.
Türkiye’de mevcut siyasi ortamın rasyonel ve yapıcı tartışmayı nasıl engellediği, hatta imkânsız hale getirdiği üzerine durmak gerekiyor. Aslında bu yazıyı daha önce kaleme almayı düşünmüştüm, ancak içinde bulunduğumuz politik koşullar bunu sürekli ertelememe neden oldu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Son dönemde yaşadıklarımız da bunun açık bir göstergesi oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun önce diplomasının iptal edilmesi, ardından tutuklanması, siyasi aktörlerin birbirlerini sürekli olarak “yeniden betimleme” (redescription) stratejileriyle itibarsızlaştırdığı bir politik girdabı daha da derinleştirdi. Bu süreçte siyasi tartışma, karşılıklı diyaloğun imkânsızlaştığı, katılımcıların sürekli olarak kendilerini savunmak ve başkaları tarafından kendilerine biçilen olumsuz kimliklerden kaçınmak zorunda bırakıldığı bir çatışma alanına dönüştü. Bu tür yeniden betimleme taktikleri, karşı tarafın argümanlara makul yanıtlar verme imkânını ortadan kaldırarak, karşılıklı anlayışın zeminini yok etmekte, kutuplaşmayı artırarak demokratik süreci derinden yaralamakta.
Bu politik atmosferde ekonomik kriz daha da derinleşirken, geleceğe yönelik planlar yapmak neredeyse imkânsız hâle geldi. Sanayideki üretimin daralması, KOBİ’lerin artan borç yükü altında ezilmesi ve orta sınıfın yüksek enflasyonla baş edemez hale gelmesi, toplumun siyasetin içine sıkıştırıldığı bu sürekli kriz ve kutuplaşma hâlinin sonuçları oldu. Tüm bunlar, geçen ay TBMM’ye sunulan iklim kanununun kapsamlı bir tartışmaya açılmasını imkânsız kıldı. Böylece, sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik somut hedeflerden, fosil yakıtlardan çıkış stratejilerinden ve etkili denetim ve finansman mekanizmalarından yoksun bir yasa tasarısının kabul edilmesi büyük ölçüde kaçınılmaz hale geldi. Bu şartlar altında çoğu siyasetçinin gözünde tali bir alan olarak görülen iklim politikaları yine geri planda kaldı. Bu durum bize, kamusal alandaki diyaloğun ne kadar kısır olduğunu yeniden gösterdi.
İkinci olarak, Türkiye’de iklim değişikliği hâlâ ulusal güvenlik tehdidi olarak görülmüyor. Bilimsel açıdan iklim krizinin varlığı tartışmaya açık değil, fakat siyasi alanda konu hâlâ kutuplaştırıcı ve araçsallaştırılan bir mesele olmaya devam ediyor. Bu durumun doğal sonucu olarak da iklim değişikliği Türkiye’nin güvenlik politikalarında neredeyse hiç yer bulamıyor. Trine Marielle Wik ve Andrew W. Neal’ın 94 ülkeyi kapsayan içerik analizinde Türkiye’nin ulusal güvenlik belgelerinde iklime ayrılan pay sadece %1 civarında, yani oldukça ihmal edilebilir düzeyde. Oysa, iklim kırılganlığı yüksek birçok ülke, güvenlik anlayışlarını genişletip, derinleştirerek iklim değişikliğini ulusal güvenlik ajandalarına çoktan dahil etmiş durumda. Geleneksel olarak devlet merkezli ve askerî tehditlere odaklanan güvenlik politikaları artık iklim gibi doğrudan bireylerin hayatını etkileyen tehditleri de kapsıyor. Türkiye’nin bu dönüşüm karşısındaki isteksizliği, kapsamlı iklim politikaları üretme ve toplumda gerekli bilinçlenmeyi sağlama kapasitesini de zayıflatıyor.
Son olarak, iklim politikalarının etkin bir şekilde uygulanmasında devlet kapasitesinin kritik rolüne dikkat çekmek gerekiyor. Devlet kapasitesi yalnızca bürokratik ve teknik bir mesele olmayıp, aynı zamanda çıkar gruplarının direncini aşarak kamu yararına uygun politikaları uygulayabilme becerisiyle de ilişkili. Meckling ve Nahm’ın vurguladığı gibi, güçlü bürokratik kapasite tek başına yeterli değildir; stratejik devlet kapasitesi olarak adlandırılan, çıkar gruplarını yönetme ve gerektiğinde bu grupların direncini aşma yeteneğini de içerir. Türkiye bağlamında, devletin bu stratejik kapasiteyi yeterince geliştiremediği ve iklim değişikliğini hâlâ güvenlik gündeminde çok düşük bir öncelikle ele aldığı görülüyor.
Tam da bu noktada Süleyman Demirel’in “Devleti itibarsızlaştırırsak kimden, ne umacağız?” sözleri aklıma geliyor: Devleti zayıflatmak ya da işlevsiz kılmak yerine, devletin kapasitesini toplumun genel çıkarlarına hizmet edecek biçimde güçlendirmek ve kullanmak esas olmalı. Devlet, gücünü dar zümrelerin değil, geniş toplumsal kesimlerin faydasına kullanarak, iklim krizine karşı etkin önlemler almalı, ulusal düzeyde gerekli düzenlemeleri yaparak uluslararası işbirliğinde meşru ve etkin bir temsiliyete sahip olmalı. Böylece devlet, toplumsal sözleşmenin asli görevini yerine getirerek sürdürülebilir bir refah ekonomisi ve sağlıklı bir toplumun inşasına katkıda bulunabilir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin siyasi ortamındaki kutuplaşma, iklim değişikliğinin güvenlik tehdidi olarak algılanmaması ve devlet kapasitesinin zayıflığı gibi faktörler, iklim politikalarını sağlıklı biçimde tartışmamızı ve etkin politikalar üretmemizi engelliyor. Bu engelleri aşmak için daha demokratik bir tartışma ortamına, iklim konusunun güvenlik politikalarına dahil edilmesine ve devlet kapasitesinin stratejik olarak güçlendirilmesine ihtiyacımız var.