İzmir’de planlı su kesintilerinin 12 Eylül’e kadar uzatılması… SASKİ Genel Müdürü’nün Sapanca Gölü’nde düşen su seviyeleri nedeniyle kriz yönetimine geçildiğini açıklaması… Bursa’da orman yangınları, sanayinin aşırı su tüketimi ve yanlış tarım politikaları sonucu yaşanan çevre sorunları… İznik Gölü’nün kuruma tehlikesi… Kuraklığın ve aşırı hava olaylarının tarımsal üretim ve gıda fiyatlarını daha da kırılgan hale getirmesi…
Bunlar yalnızca 2025 yazında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı ve çözüm üretmekte zorlandığı iklim krizi manşetlerinden bazıları. Ancak günümüzün “siyasetsiz siyaseti” içinde, bu sorunlara kalıcı çözümler geliştirmek mümkün mü? Türkiye siyasetinin kısır tartışmalara hapsolduğu bir ortamda, iklim krizine karşı bütünlüklü bir strateji üretmek neredeyse imkânsız hale geliyor.
Geçtiğimiz hafta Daktilo1984’ün “Genç Kamu Entelektüelleri” Programı’na konuşmacı olarak katıldım. Sunumumda, iklim değişikliğinin yalnızca bilimsel bir gerçek değil, aynı zamanda siyasi tercihlerle şekillenen bir “belirsizliği yönetme” meselesi olduğunu vurguladım. Ulrich Beck’e atıfla içinde yaşadığımız çağın bir “Risk Toplumu” olduğunu, güvenlikleştirme ve küresel yönetişim gibi kavramların iklim politikalarını nasıl açıkladığını veya etkilediğini tartışmaya açtım. Ayrıca, Wallerstein’ın dünya-sistemleri teorisiyle ilişkilendirmeye çalıştığım tarihsel sorumluluk tartışması dinleyicilerden yoğun ilgi gördü. Uluslararası katılımcıların yer aldığı toplantıda farklı ülkelerden örnekler sunuldu, küresel yönetişim ile ulusal planlamalar arasındaki bağlar tartışıldı. Bu vakalar benzerlikler ve farklılıklar gösterse de Türkiye’nin kendine özgü yapısını anlatmak bana düştü ve bu da oldukça dikkat çekti. Türkiye örneğini üç temel sorun ve bunlara karşılık üç temel çözüm üzerinden değerlendirmeyi faydalı buluyorum. Gelin bunlara değinelim.
İlk sorun, Türkiye’nin yalnızca iklim değişikliğiyle mücadelesinde değil, bugün yaşadığı birçok siyasi çıkmazın arkasında da kutuplaşma sorununun yatması. Bu kutuplaşma, toplumsal mutabakatın temeline adeta patlamaya hazır dinamitler yerleştiriyor; kimi konularda bu dinamitler çoktan infilak etmiş durumda. Demokratik erozyonun ötesinde, bugün siyaset bilimciler Türkiye’nin rekabetçi otoriterlikten hegemonik otoriterliğe geçişini tartışıyor. Toplum ise bu sürecin öznesi olmaktan çok, nesnesi haline gelerek keskin biçimde kutuplara ayrıştırılıyor.
İstanbul Ekonomi Araştırma’nın verilerine göre 2009’da 0,273 olan kutuplaşma endeksi 2015 seçimlerinde %22 artışla 0,334’e yükseldi. Bugün ise toplumun %39,4’ü kutuplaşmanın özellikle laik–dindar ekseninde gerçekleştiğini düşünüyor. Böyle bir ortamda iklim değişikliğinin toplumsal kabulü ya kayboluyor ya da rasyonellikten uzak kamusal tartışmalar içinde buharlaşıyor.
İkinci sorun ise kurumsal kapasite eksikliği. Daha önce de sıkça dile getirdiğim gibi, Türkiye’de iklim değişikliği çok sınırlı faaliyet alanlarına hapsedilmiş durumda. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın yürüttüğü bürokratik süreçler olsa da kapsam oldukça dar. Uzun yıllardır beklenen iklim kanunu nihayet meclisten geçti; ancak kabul edilen hali bu dar kapsamı adeta teyit etti. Kanun, Emisyon Ticaret Sistemi için bir altyapı hazırlığı içeriyor ve bu yönüyle Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na uyum sağlama çabası taşıyor. Buna karşın, yerel yönetimlere karar alma yetkisi tanınmadı; sadece veri sağlama ve raporlama görevi verildi. Ayrıca STK’lar ve bilim çevreleri sürece dahil edilmedi. Konda’nın yaptığı bir araştırmaya göre toplumun %71’i iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu bilmesine rağmen, %70’i bu kanundan habersiz. Bu tablo, kurumsal kapasite eksikliğinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
Üçüncü sorun ise kalkınma–çevre ikileminin hâlâ hâkim retorik olması. Mevcut ekonomik koşullarda her şeye rağmen kalkınma anlayışından uzaklaşmak pek mümkün görünmüyor. Üzülerek belirtmeliyim ki bu yalnızca iktidarın siyasi ajandası değil; muhtemel bir hükümet değişikliğinde dahi Türkiye’nin hızlı bir şekilde sürdürülebilir kalkınma modeline geçmesi pek olası değil. Bunun için uygun ekonomik koşulların sağlanması ve uyumlu bir bürokratik sistemin inşası zaman alacaktır.
Toplum ise bu konuda çelişkili bir noktada duruyor. Bir yandan %87’si aşırı hava olaylarının arttığını gözlemliyor, diğer yandan kalkınmayı çevre politikalarının önüne koyan siyasi söylemler geniş kabul görüyor. Yine de toplumun %65’inin temiz enerji yatırımlarını, %51’inin ise bilimsel yöntemlere dayalı iklim politikalarını talep etmesi, bu ikilemin aşılması için önemli bir potansiyel barındırıyor. (İklim Haber ve Konda’nın yürüttüğü Türkiye’nin İklim Değişikliği Algısı araştırması için bkz: https://www.iklimhaber.org/wp-content/uploads/2025/01/Konda-Iklim-Degilikligi-Algisi-rapor-2024.pdf)
Gerçeklerle yüzleşmek bazen en ağır yükü taşımak gibidir. Ama gözlerimizi kapatınca ışıklar sönmüyor, aksine daha keskinleşiyor. Benim bu şartlar altında sunduğum reçete, birçok iklim krizi çalışanı ya da “şimdi ya da asla” diyerek daha radikal adımlar bekleyenler tarafından şiddetle reddedilebilir. Eleştirilerinin epey de haklı nedenleri olabilir. Fakat ben, iklim krizinin aciliyetinin farkında olsam da reel politikanın gerçekleriyle de yüzleşmekten kaçınmıyorum.
Türkiye’nin yaşadığı iklim krizine çözüm üretmesi için önce bu siyasal gerçeklerle hesaplaşması şart. Otoriterleşmenin derinleştiği, yolsuzlukların sıradanlaştığı, adalet mekanizmalarına güvenin zayıfladığı ve gündelik siyasetin siyasi hırslarla tasarlandığı bir ortamda, klasik çözüm önerileri havada kalıyor. Bu koşullarda yapılabilecek en gerçekçi adımlar, asgari müştereklere dayalı bir iklim mutabakatı ile en azından, karbon yoğun sektörlerin dönüşümü, su yönetimi, afet risklerinin azaltılması ve enerji verimliliği gibi konularda kısa vadeli ve somut uzlaşılar sağlamak; yolsuzluk düzeninde etkili olabilecek tek araç olan şeffaflık ve hesap verebilirliği güçlendirerek iklim fonlarını bağımsız kurumların ve sivil toplumun denetimine açmak; son olarak da merkezi siyasetin baskılayıcı doğasına karşı toplum temelli yerelleşmeye alan açmak, yani belediyelerin, kooperatiflerin ve yurttaş girişimlerinin su, enerji ve tarım politikalarını sahiplenmesini teşvik etmektir. Bu üç adım, “siyasetsiz siyaset”in hüküm sürdüğü Türkiye’de iklim krizine karşı gerçekçi bir mücadele hattı kurabilir.