Geçtiğimiz yıl yazdığım değerlendirme yazısında Taraflar Konferansı’nın problem çözme kabiliyetini giderek kaybettiğini, uluslararası süreçlerde sıkça karşımıza çıkan çıkar çatışmaların ve diplomatik belirsizliklerin COP’un temel amacını gölgelediğini savunmuştum. Bu yıl ise Taraflar Konferansı yine büyük bir heyecanla Brezilya’da başladı; ancak bu kez, en azından Türkiye açısından, farklı bir heyecanla da son buldu. Zira önümüzdeki yıl, dünyanın en geniş katılımlı bu çevre organizasyonu Türkiye’de düzenlenecek.
İklim değişikliğinin aciliyetini, alınması gereken önlemlerin ne kadar kritik bir değişken olduğunu akılda tutarak, COP30’dan çıkarılması gereken dersleri ve Türkiye’nin COP31’e ev sahipliği yaparken başarabileceği üç temel başlığı tartışmak istiyorum: Birincisi, tüm paydaşlar ve aktörler arasında güçlü ve sürekli bir iletişim kurmak; ikincisi, hem kapsayıcı hem de çözüm odaklı adil bir yaklaşımı müzakere süreçlerinin merkezine yerleştirmek; üçüncüsü ise, sadece niyet beyanına sıkışmayan, somut adımlarla desteklenen ve yüksek ikna gücüne sahip bir yol haritası ortaya koymak. Bu üç alanı somut örnekler üzerinden açarak, Türkiye’nin gerçekten fark yaratabileceği bir çerçeve sunmaya çalışacağım.
Peki Türkiye buna hazır mı? Taraflar Konferansı’nı gerçekten işlevsel bir mekanizmaya dönüştürebilir mi? Kabul edilmeyeni, insanların ve karar alıcıların dinlemesini sağlayacak şekilde nasıl yeniden sunabiliriz? Neden kapsayıcı olmayı bu kadar önemsiyoruz ve aynı zamanda olmak zorundayız? Gelin, tüm bu sorulara Türkiye’nin ev sahipliğindeki gelecek Taraflar Konferansı bağlamında birlikte cevap arayalım.
Daha önce ısrarla yinelediğim Taraflar Konferansı’ndan bir devrim beklenmemesi ve bunun bir diplomasi süreci olduğu gerçeğini yeniden hatırlatıyorum. Her yıl bir araya gelen ülkeler, sivil inisiyatifler, uluslararası şirketler bu sürecin hem paydaşı hem de ayak direten, kendi politik çıkarlarını arayan aktörleri. Bu sebeple Taraflar Konferansı’nın bu yapısının kimi zaman unutulduğunu düşünüyorum. Bu tür küresel sorunların ele alındığı alanlar normatif ve normlar da mutabakat usulüyle belirleniyor. Paris Anlaşması’nda uluslararası normlar farklı bir şekilde tasarlanırken, aradan geçen 10 yılda bu normların değiştiği hatta günün koşullarının çok daha farklı olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Türkiye de bundan azade bir ülke değil ve dönem başkanlığı da çok farklılaşmayacak. Fakat, farkını ortaya koyabilecek bir potansiyeli taşıyor. Çünkü Türkiye Ek 1 ülkeler statüsünde – yani iklim değişikliğine finansman sağlaması bekleniyor hem de ekonomik anlamda gelişmekte olan bir ülke olarak finansman da bekliyor. Yani arabulucu rol oynayabilir. Bunun için çoğunlukta olan bu statüdeki ülkelerin koşullarını ortaya koymalı. Peki nasıl?
Öncelikle yüzleşip geride bırakmamız gereken bir alışkanlık var. Bu, yalnızca siyasetçiler, sivil toplum aktörleri ya da özel sektör temsilcilerinin üstesinden gelmesi gereken bir mesele de değil, hepimizin konfor alanıyla ilgili. İklim değişikliği ve bununla bağlantılı siyasal alanda entelektüel yaklaşımımızı, gerçekten itimat etmeden tasdik etme kültüründen kurtarmamız gerekiyor. Zira bu yalnızca bizim ülkemize özgü bir sorun değil ve böylesine çok değişkenli meseleler, sırf “yapmış olmak için yapmak” ya da genel kanının bir parçası olma dürtüsüyle yola çıkıldığında çözülemez.
İkinci olarak, kabul etmek gerekir ki herkes bu alanda ehil değil, üstelik olmak zorunda da değil. İklim değişikliği günün sonunda herkesi etkileyecek olsa da herkesin evreninde aynı ağırlıkta yer kaplamıyor. İnsanları bu fark üzerinden ötekileştirmek ve hatta ötekileştirmenin üstesinden ancak daha büyük bir ötekileştirmeyle gelinebileceğini sanmak, ilk bakışta tatmin edici görünse de nihayetinde çözüm üretmiyor. Tam da bu nedenle, adil ve kapsayıcı bir tartışma zemini kurabilmek için çok daha güçlü bir iletişime ihtiyacımız var. Mevcut durumumuzu anlamak ve dönüştürmek açısından bunun son derece belirleyici olduğunu düşünüyorum. Türkiye, dönem başkanlığı sürecinde bir “çapa noktası” belirlemek istiyorsa, tam da bu anlayışla adil bir paydaş alanı inşa etmek zorunda. Bu öyle bir fırsat ki COP30’da da gördüğümüz üzere birçok mesele çözümsüz kaldı ve sonraki senelere ötelendi. Uluslararası ilişkilerin doğası gereği devletler üzerlerinde bir otorite olmasını kabul etmiyor, ulusal çıkarlarını her şeyin önünde tutuyor. Bu sebeple Türkiye’nin COP31’de inşa etmek zorunda olduğu bir diplomasi alanı var. Bu alan ikna edici olması kadar kapsayıcı da olmak zorunda.
Kapsayıcı olmak zorunda mıyız? Tek cevap: Evet. Zira iklim değişikliği, sınır tanımayan ve aklınıza gelebilecek her aktörün kendi koşulları çerçevesinde önlem almak zorunda olduğu – ya da onlar adına önlemler alınmasını gerektiren – bir kriz. Sorumluluklar eşit biçimde paylaşılamayabilir; fakat sürecin adil yürütülmesi şart. Brezilya’da bir kez daha tanık olduğumuz üzere, bugün yaşadığımız ve gelecekte maliyeti katlanarak artacak iklim değişikliği etkilerinin asıl sorumluları olan, emisyonlarda en yüksek paya sahip gelişmiş ülkeler ile bu süreçten en fazla zarar gören kesimler arasında hâlâ gerçek bir uzlaşıdan çok uzağız. Bu uzlaşı zemini kurulmadıkça çözüme ulaşılabileceğini şahsen çok zor görüyorum. Bahsettiğim kapsayıcılık tam da bu nedenle, bu gerçekliği kabul eden ve tüm taraflara adil bir müzakere alanı açan yeni bir yaklaşımı ifade ediyor. Türkiye’nin başkanlığının şiarı da bu olmalı. Siyasetin kendisi, karar alıcılar bu süreci bir fırsata çevirmeli. Taraflar Konferansı öncesinde geniş kapsamlı bir katılıma yer açmalı. Sivil toplum kuruluşları, iş dünyası, kamu entelektüelleri bu sürece katkı vermeli. Uluslararası paydaşlarla işbirliği ve iletişim güçlendirilmeli. Bunlar yapılmadığı sürece bugün eleştirdiğimiz diğer konferanslardan bir farkımız kalmayacaktır.
Son olarak, yazının başında da vurguladığım somut adımlar meselesi, Taraflar Konferansı’nı sahici bir platforma dönüştürecek kilit unsur. Neden “sahici” diyorum? Çünkü kabul etmek gerekir ki Taraflar Konferansı, günün sonunda birçok ülkeyi bir araya getiren, medyayı ve konuyla ilgili bizleri bir süre meşgul eden, organizasyon için ciddi bütçeler harcanan bir “gönül eyleme” konferansına dönüşmek üzere. Dönüşmüş durumda olduğunu söylemiyorum; zira hâlâ varlığını önemsiyorum. En azından Türkiye özelinde, gerekli bürokratik adımların atıldığını, sanayinin sürece dahil olmaya çalıştığını, bu alanda uzmanların yetiştiğini ve tüm bu aktörlerin yavaş da olsa reaksiyon verdiğini görüyorum. Yani buradaki ilgiyi okuyabiliyorum; ondan devrim beklemiyorum ama diplomasi görevini yerine getirmesini bekliyorum.
Somut adımlar atıldığı ve gerçek bir politik irade gösterildiği takdirde bunun bir domino etkisi yaratacağını biliyorum. İklim değişikliğini bir güvenlik tehdidi olarak algılayan karar alıcıların, buradan pozitif bir ilişki ve işbirliği ağı kurabileceğini düşünüyorum. Burada, Uluslararası İlişkiler literatüründe sıkça kullanılan ofansif realizm teorisine kısmi ve kısıtlı bir benzetme yapmaya çalışacağım: Devletler, diğer devletlerin niyetlerinden asla tam emin olamadıkları için, mümkün olan en fazla güce ulaşmaya çalışır ve bunu yaparken sürekli bir fayda–maliyet hesabı yürütürler. Realistler bu yüzden uluslararası bir otoritenin varlığını ve etkinliğini de sürekli sorgular.
Fakat güvenlik odağını, ortak bir düşman olan iklim değişikliğine kaydırdığımızda, ulusal aktörlerin ittifak kurma ve yük paylaşımı konusunda daha istekli hale gelmeleri rasyonel bir tercihe dönüşebilir. İşte bu tür bir güvenlik ve ittifak anlayışının, zamanla bir norm haline gelmesi, Taraflar Konferansı’nı gerçekten meşru bir ittifak platformuna dönüştürebilir. Türkiye, COP31’de bu anlayışı güçlendirebilecek etki kapasitesine ve potansiyeline sahip bir ülke.
Kral Lear’a atıfla, Türkiye’nin ev sahipliğindeki COP31’i romantize etmeden bir yön sunmak istiyorum: “Beterin beteri olduğu sürece umut etmek gerekir.” İnsanoğlunun karşısında büyük bir bela var ve iklim değişikliği her geçen gün daha da ağır bir tabloya dönüşüyor. Fakat insanlık bugüne kadar karşılaştığı sorunları çözme kapasitesini yeniden ve yeniden üretmeyi başardı. Umut burada önemli bir itici güç, ancak dirayetli bir irade olmadan tek başına anlam ifade etmiyor.

