[voiserPlayer]
Türkiye geçtiğimiz 70 yılda büyük bir demografik dönüşüm yaşadı ve bu dönüşüm siyasetten popüler kültüre her alanda ifadesini buldu. 1950’lerde tarımda yaşanan makineleşme ve kentlerdeki işçi talebinin artışı nedeniyle kırsal nüfus kentlere göç etmeye başladı. Fiziksel emeğe olan ihtiyacın azalmasının yanında 1980’lerden itibaren uygulanan tarım politikalarıyla tarımsal üretim ve tarım istihdamı zarar gördü. Önceleri kentlere yığılan köylü kitleler kent yaşamının dinamikleri tarafından emilip zamanla kentlileştirilebilirken 80’lere ve 90’lara geldiğimizde kentler aldığı göç miktarını artık taşıyamayacak noktaya geldi ve bir kentsel çöküş yaşandı. Kentsel çöküş ifadesinden kastım, Türk modernleşmesinin ürünü olan kent kültürünün artık modern bireyler yetiştirebilme kapasitesinin sona ermesidir.
Esasında bu çöküşün emareleri kendini 1970’lerden itibaren göstermeye başlamıştı. Fakat 80’lere kadar köyden kente yığılan güvencesiz, işsiz kalabalıklar sınıf atlama olasılığının varlığı, ücretsiz nitelikli eğitime ulaşabilme gibi etkenler sayesinde belli ölçüde kentlileşebildiler. Elbette bu kentlileşme süreci de sancısız değildi. Türkiye’nin sanayileşme ihtiyacına yanıt verebilen bir planlı kentleşme politikası olmadığı gibi kentleri doldurmaya başlayan bu ucuz ve güvencesiz işgücü sanayici tarafından memnuniyetle karşılandı. Kentlerin çeperine yığılan, gecekondularda yaşayan güvencesiz nüfus, yaşadığı adaletsizlikler karşısında yer yer solun da tabanını oluşturmaya başladı. Siyasi iktidarlar gecekondu bölgelerini yavaş yavaş bir oy fırsatı olarak görüp imar afları ve altyapı yatırımlarıyla sisteme entegre etmeye çalıştı.
İyiden iyiye kente alternatif bir nicel büyüklüğe ulaşan gecekondu nüfusu kendi kültürünü oluşturmaya başladı. Kırdan kente gelenler kendi gelenek ve ahlâklarını kente taşımak istedi ama ne köylü kalabildi ne de kentli olabildi. Kentlerin bu nüfusu soğurabilmesi için çözüm üreten bir devlet aklı da yoktu. Kır kültürüyle kent arasında yaşanan uyumsuzluk, adaletsizlik duygusu ve yoksullaşma kendini arabeskle dışa vurmaya başladı. Türkiye’de arabesk müziğin doğuşu ve yükselişi 1940’larda esen Mısır sineması rüzgârlarına kadar geriye götürülebilir. 1948’de yasaklanana kadar Kahire sinema endüstrisi Türk izleyicisinin zevklerini biçimlendirdi. Kendi ulusal müziğini yaratmaya çalışan Arap dünyasının, “Türk müziği” diyerek reddettiği Osmanlı müziğine karşı geliştirmeye başladığı modern Arap müziğinin bu filmler aracılığıyla Türk dinleyicisine ulaştığını söyleyebiliriz.
O dönemde Türkiye, halk müziğini Batılı formlarla sistemli hale getirmeye çalışıyordu. Sisteme entegre olamayan kalabalıklar açısındansa arabesk müzik daha çizgi dışı, serbest ve kuralsız bir icra alanı sağlıyordu. Kent ve köy yaşamı arasında sıkışan kitleler, arabeski kendi özgün konumlarının kültürel “ethos”u olarak benimsemeye başladılar. Keder, umutsuzluk ve kadercilik temaları etrafında şekillenen arabesk müzik yavaş yavaş bütün olarak bir alt-kültürün ifadesi haline geldi. Telif haklarındaki belirsizliğin de yardımıyla bu türde müzikler yaygın biçimde dolaşıma girebildi. Önceleri burun kıvrılan ve dışlanan arabesk, 12 Eylül darbesini takip eden depolitizasyon ve sağ popülizmin de yardımıyla giderek güçlendi ve alt sınıflar arasında baskın kültür halini aldı.
Bu dönemde Turgut Özal’ın da arabesk müziğe ilgi duyduğu biliniyordu. Hatta Anavatan Partisi’nin seçim şarkılarında arabesk ezgiler tercih edilmeye başlanmıştı. Bundan sonra arabesk giderek anaakımlaştı, 90’larda ve 2000’lerde artık Türk pop müziğinin de önemli bir unsuru haline geldi. Arabeskin 80’lerde başlayan imparatorluğunu ve dönemin ruhunu en iyi anlatan film şüphesiz Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’idir. Arabesk yıldızı olan Ali Nazik’in filmin sonuna doğru karısı Sevda’ya şiddet uyguladığı sahne de aslında geleceği nasıl bir kültürün biçimlendireceğinin bir habercisidir. Kentlerin çöküşünü takip eden kültürel dönüşüm siyasetteki dönüşümle paralellik arz etti. Hatta kendi siyasetini, kendi modernliğini ve kendi iktidarını yarattı. Bazı yaklaşımlar bu dönüşümü çevrenin merkezi ele geçirmesi olarak yorumladı. 80’lerde başlayan bu sosyolojik eğilim 2002’de iktidara gelen AKP ile mutlak ifadesine kavuşmuş oldu.
Arabesk kültürü bir isyan kültürü olarak yorumlayanlar da olmasına karşın yaşanan sınıfsal ve kültürel gerilimi mevcudu yıkıp yeniyi inşa edebilme potansiyeline sahip olmadı. Arabesk karamsardı. Modernliğin görünümlerine, kentli orta ve üst sınıfların yaşam tarzına ve sahip olduğu imkânlara öykünen ama aynı zamanda içinde yaşadığı ekonomik ve sosyal koşullar tarafından bu nimetlere ulaşması engellendiği için modernlikten nefret eden bireyin umutsuz bir avuntusuydu. Hiçbir yere ait olamamışlığın, sisteme dâhil olamamışlığın bizatihi kendisinin bir kimliğe dönüştürülmesiydi.
Köyde organik bir toplumsal bütünlük içinde, herkesin birbirini denetlemesine dayalı bir ahlâk sistemiyle yaşamını sürdüren kitleler, kentsel mekânın anonimliği içinde kaybolmanın getirdiği sarhoş edici bir yalnızlık ve serbestliği de tatmaya başladı. Ahlâkın karşılıklı sıkı denetim üzerine kurulu olduğu kır yaşamının aksine kentlerde denetimsiz, kırsal ahlâk normları ve davranış biçimlerinin büyük ölçüde geçersiz olduğu uçsuz bucaksız bir dünyayla karşılaştılar. Kentsel anonimlik içinde davranışlarını köydeki gibi yakından izleyen, denetleyen gözler yoktu. Sınıfsal çelişmeler ile modernliğe yönelik imrenme ve nefret karışımı duygular da üstüne eklenince kentlerde şiddet, madde bağımlılığı ve cinsel suçlar arttı. Arabesk böylesi bir mekânsal dönüşümün kültürel ifadesiydi. Dolayısıyla arabeskin isyanı devrimci bir isyan değil, modern öncesinin moderne karşı tutucu bir reaksiyonuydu.
Kentlilik karşısında arabeskte ifadesini bulan kültürel gerilim başka bir şeyi daha besledi: dinselleşme. Arabeskle dışa vurulan kronik umutsuzluğun pençesindeki kitleleri özellikle 12 Eylül sonrası iktidarların da teşvikiyle yeni tarikatlar ele geçirmeye başladı. “Yeni” diyorum çünkü günümüz tarikatları ve siyasal İslam, modern fenomenlerdir. Bu hareketler terminolojik anlamda Selefist olmasalar da ortaya çıktıkları tarihsel koşullar itibarıyla modernliğe bir tepki ve “bozulmamış öze dönüş” arayışıdır diyebiliriz. 12 Eylül öncesinde başlayan ama 12 Eylül sonrasında iyice kurumsallaşan toplumu dinselleştirme siyaseti kentlere yığılıp kentli olmayı başaramamış, kentin çevresinde hapsolmuş kitleler üzerinde etkili oldu. Bir yanıyla kent kültürü üzerinden cumhuriyetin modernleşme projesine tepki duyan kitle, öte yandan dinselleşmenin sağladığı yeni toplumsal ilişkiler, aidiyet olanakları ve ekonomik motivasyonlar sayesinde kendine yeni bir kimlik edinmeye başladı.
Bu kimliğin bir ayağında arabesk ve kaba milliyetçi refleksler varken diğer ayağında da İslamcılık filizlendi. Arabeskin doğup yaygınlaştığı kentsel mekânlar ile İslami siyasi hareketlere kaynaklık eden kentsel mekânlar birbiriyle örtüşür. İki akım da büyük şehirleri kuşatan gecekondu ve işçi mahallelerinde gelişti. 90’lardan itibaren de giderek anaakımlaştı: Refah Partisi’yle başlayıp Adalet ve Kalkınma Partisi’yle zirvesine ulaşan siyasi hareket. Türkiye’de siyasal İslamcı hareketin kökleri daha eskilere dayansa da ülkeyi dönüştürecek potansiyele ulaşması bu dönemde oldu. Arabesk ve siyasal İslam’ın filizlendiği demografik yatağın iktidara gelişi, geleneksel kurumları ve sistemi tasfiyesi, sosyolojiyi dönüştürme çabaları ve bu çabaların büyük ölçüde başarısız olması bir sonraki yazının konusu olacak. İkinci yazıda AKP-Erdoğan siyasi projesinin neden sosyolojik olarak yolun sonuna geldiğini anlatmayı deneyeceğim.
Fotoğraf: Hussein Himmati