[voiserPlayer]
Türkiye bir şiddet ve belirsizlik sarmalına girdi. Toplum siyasetten türeyen çok yıkıcı bir psikolojik şiddete maruz kalırken, şiddetin fiziksel görünümlerinin de yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Halil Falyalı suikasti de şiddet sarmalında gelişi önceden sezilen bir dönüm noktası oldu. Falyalı’nın ölümü, kara para cenneti haline gelen Kıbrıs’ta sahip olduğu güç ve hükmettiği servet nedeniyle Ömer Lütfü Topal’ın ölümünü hatırlattı. Hem tekil olaylar olarak iki suikastin benzerliği hem de içinden geçilen sürecin siyasi, hukuki ve ekonomik olarak 90’lara benzemesi nedeniyle zaten sıkça sorulan bir soru tekrar gündeme geldi: 1990’lar geri mi döndü? Bu soruya evet veya hayır demek yerine şöyle bir yanıt vermeyi daha uygun buluyorum: 1990’lar aslında hiç gitmedi!
AKP’nin iktidara gelmesiyle 2000’lerin başında yaşanan bolluk ve demokratikleşme illüzyonunun ardında birkaç etkenin bir araya gelmesiyle oluşan özel bir durum vardı: a. Dünyada sıcak para bolluğu, b. Bu bolluğu Türkiye’ye akıtmaya hevesli güçlü bir Batı desteği, c. Kemal Derviş liderliğinde hazırlanıp AKP’nin devam ettirdiği yapısal-mali reform paketi. Türkiye’de kurallı bir neoliberal sistem yaratmak için gerekli dış siyasi desteğin yanı sıra içerde de AKP iktidarı projesini destekleyen liberaller, bazı sol gruplar, merkez sağ aktörler, sermaye çevreleri, İslamcılar, dini gruplar ve tabii ki Fethullahçılardan oluşan geniş bir siyasi ve ideolojik hegemonya ittifakı oluşmuştu. Yani AKP toplum rızasını devşirmek için de geniş olanaklar ve araçlara sahipti.
Kaynak bolluğu ve siyasi konjonktürün uyumuyla borçlanma esasına dayalı bir göreli refah süreci yaşandıktan sonra 2000’lerin ikinci on yılına geldiğimizde birçok parçanın hassas uyumundan oluşan hegemonya makinesi dağılmaya başladı. Kaynaklar katma değer üretimine yönlendirilmediği için refah sürdürülebilir olmadı. Başta AKP’nin devlet içindeki kolu, aklı ve gözü olan Fethullahçılar olmak üzere müttefikleri Erdoğan’ı terk etmeye başladı. 2013’teki Gezi Ayaklanması’yla hegemonyasının dağıldığı ve rıza üretme kapasitesinin zayıfladığı tescillenen AKP iktidarı yeni arayışlara girdi. Batıyla ilişkileri ters yüz olmaya başladı. İktidarını tahkim etmek için gerekli otoriterleşme adımlarını daha agresif biçimde ve artık hukuk kılıfına gizlemeden atmaya başladı. Kamu kaynakları, ihaleler, vergi indirimleri ve teşviklerle, seçilmiş bir sermaye kliğine transfer edildi. Bu sermaye kliğinin edindiği servet iktidarın devamlılığı için seferber edildi. Ekonomik bunalım giderek derinleşen bir süreklilik arz etmeye başladı ve milli servet, zenginleri daha zengin yapmak için üst sınıflara doğru yığıldı. Bu sırada orta sınıf denen olgu giderek ortadan kalktı, yoksulluk tabana yayıldı ve gelir adaletsizliğindeki uçurum dayanılmaz boyutlara ulaştı. Süreklilik arz eden ekonomik bunalımın yanı sıra 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yükselen terör, operasyonlar, darbe girişimi, olağanüstü hâl ve korku iklimi süreciyle birlikte malum soru sık sık sorulur oldu: “90’lar yeniden mi?” Doğru soru şu olmalıydı: “90’lar defteri kapatılabildi mi?”
Ekonomik krizin derinleşmesi, Batı desteğinin kaybedilmesiyle birleşince kara paraya çok daha bağımlı yeni bir iktidar yapısı belirdi: Saray rejimi. Kafası 2020’lerde olsa da bedeni ve ayakları 90’ların ilişkiler ağına, zihniyetine ve siyasetlerine basıyor. Kara para ekonomisini besleyebilmek için o ekonomiyi işletecek aktörlere, ilişkilere ve siyasetlere ihtiyaç var. Tam da bu nedenle akıllara sürekli 90’lar geliyor. Sanki Ankara’daki sarayın kapısında beliren bir solucan deliğinden geçerek zamanda yolculuk yaptık. Doğrusu biz bir yere gitmedik. Uzun süre kimsenin yaşamadığı evlerde eşyaların üzerine örtülen beyaz örtüler gibi, iktidar ülkenin dekoru üzerine serdiği “ak” örtüyü sıyırdığında karşımıza çıkan manzara, dehşetle karışık bir zamanda yolculuk hissi yarattı. Dehşetle karışık, çünkü öldüğünden emin olduğumuz bir tanıdığı etiyle kemiğiyle karşımızda gördük; üstelik çürümüş, kokuşmuş, eskisinden çok daha kötü bir halde. 90’lar kötüydü (haksızlık etmemek gerek, hukuk ve kaynak dağılımı adaleti bakımından bugüne kıyasla daha iyiydi), Saray rejiminin 2000’lerde geçen 90’ları çok daha kötü. Bu sonuca varmamızı sağlayan birçok veri ve olgu mevcut. Sedat Peker’in ifşa ve iddiaları, bir tümör haline gelen iktidar ağına neşter atmış oldu ve açılan yarıktan irin taşmaya başladı. Tabiri caizse Pandora’nın kutusu açıldı. Bu sürecin artık geri dönüşü olmadığı öngörüsü her geçen gün tekrar pekişiyor. Suikast, temizlik ve tasfiye operasyonları beklentisi doğrulanıyor. Falyalı suikastinin de aslında bu sürecin doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Bu denli kirli ilişkilere batmış güçlü bir aktörün deşifre edilmesi, kamuoyu önüne atılması bir yerde onun için sonun başlangıcıydı. Artık sistem açısından külfet haline gelmeye başlayınca tasfiye edildi veya koruma kalkanı kaldırılarak tasfiye edilmesinin önü açılmış oldu.
Halil Falyalı’nın cenaze töreninin Kıbrıs’ta başbakan ve bakanların katıldığı bir tür devlet törenine dönüşmesi, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın taziye yayınlaması, Türkiye’de iktidara yakın medyanın suikasti zar zor haberleştirirken Falyalı hakkındaki iddia ve ayrıntıları dile getirmekten kaçınması, hatta Sabah gazetesinin Falyalı’dan herhangi bir iş insanı gibi bahsetmesi… Tüm bunlar ısrarla dile getirilmeyen, söylenmeyen şeye daha fazla dikkati çekiyor; neyin örtbas edilmek istendiğine dair merakı kamçılıyor.
8 Şubat 2022 akşamı Girne’de öldürülen Halil Falyalı’nın KKTC’de kumarhane ve otel işletmeciliğinin yanı sıra 100 milyar liraya ulaşan bir yasadışı bahis pazarına hükmettiği düşünülüyordu. Hakkında açılan soruşturmalardan polislere rüşvet vererek kurtulduğu, Türkiye’de tutuklanan bir başka bahis pazarı yöneticisi ve Falyalı’nın ortağı olan Veysel Şahin’in ifadelerinde yer aldı. Falyalı, Amerikan Uyuşturucuyla Mücadele Ajansı’nın (DEA) takibindeydi ve uyuşturucu ticareti yaptığı DEA belgelerinde kayıt altına alınmıştı. 2016 yılında ABD’de hakkında uyuşturucu ticaretinin de dâhil olduğu faaliyetlerle kara para aklama suçundan iddianame düzenlendi ve yakalama kararı çıkarıldı. Bu nedenle KKTC’den ayrılamıyordu. Ayrıca Sedat Peker’in 9 Mayıs 2021’de yayınladığı videoda ortaya attığı iddiaya göre Falyalı, Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım ve Mehmet Ağar ile uyuşturucu ticareti yapıyordu. Yine bu bağlamda Erkam Yıldırım ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yakın arkadaş olduklarını iddia etti. Peker’in iddiaları sonrasında Erkam Yıldırım’ın Aralık 2020’de Venezuela’ya gerçekleştirdiği seyahat tartışma konusu oldu. Peker bu seyahatin Venezuela’dan Türkiye’ye yeni bir uyuşturucu hattı açılması için düzenlendiğini iddia etti. Binali Yıldırım oğlunun Venezuela’ya hayır için gittiğini, salgınla mücadele amacıyla maske ve test kiti götürdüğünü açıkladı ancak gümrük kayıtlarında böyle bir sevkiyat olmadığı ortaya çıktı. Hürriyet gazetesinden Abdülkadir Selvi ise Erkam Yıldırım’ın maske ve test kitlerini bavuluna atıp götürdüğünü iddia etti.
Yine aynı videoda Peker, Halil Falyalı’nın elinde, otelinde ağırladığı bazı siyasilerin şantaj kasetleri olduğunu iddia ediyordu. İddiaya göre Erkam Yıldırım da Falyalı tarafından bu kasetlerle kendisine şantaj yapılan isimlerden biriydi. Bu kaset arşivinin tamamı veya bir kısmı daha sonra Peker’in eline geçti. Peker, Twitter’da kullanıcı adı farklı olan bir hesaptan KKTC Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı Tözün Tunalı’nın müstehcen görüntülerinin paylaşıldığını duyurdu. Yine KKTC Başbakanı Ersan Saner’in benzer görüntülerinin Falyalı tarafından kendisine ulaştırıldığını açıkladı ve video kısa bir süre sonra dolaşıma girdi. Her iki siyasi de istifa etti. Peker, Türkiye’deki bazı siyasilerin kasetlerinin de bu arşivde olduğunu iddia etti.
Ekim 2021’de tutuklanıp Aralık 2021’de serbest bırakılan ve serbest bırakılması için aracıların Ankara ile Kıbrıs arasında mekik dokuduğu iddia edilen Halil Falyalı, öyle anlaşılıyor ki siyasetten suç örgütlerine uzanan bir ilişkiler ağının ve uyuşturucu ticaretinin en karanlık düğüm noktalarından biriydi. Sedat Peker’in yaptığı yayınlar sonrasında gündeme gelen ilişkiler ağı ve iddialar, Türkiye’nin Susurluk’tan çok daha derin bir suç bataklığının içine saplandığı konusunda ciddi emareler taşıyor. 90’ların ünlü aktörleri Mehmet Ağar ve Alaattin Çakıcı gibi isimlerin iktidarla yakın ilişki içinde bugün yeniden nüfuz sahibi oldukları anlaşılıyor. Çakıcı, yakın zamanda Kemal Kılıçdaroğlu’na yazdığı tehdit mektuplarıyla gündeme gelmişti. Gazeteci Tolga Şardan, Peker’in açıklamaları sonrası Alaattin Çakıcı’ya ortalık sakinleşene kadar Kıbrıs’a gitmesinin söylendiğini yazmıştı. Youtube’dan yayın yapan gazeteci Sabahattin Önkibar ise Çakıcı’nın Kıbrıs’a uyuşturucu parasını yönetmek için gönderildiğini iddia etmiş, Çakıcı ise bu iddiaları yalanlamıştı.
Falyalı’nın ölümüne ilişkin bu yazının kapsamını aşacak çok daha fazla ayrıntı ve soru işareti mevcut. Ancak bu kadarı bile 90’larla anılan mafya-siyaset ilişkilerinin, görünmeyen yönetim ve manipülasyon mekanizmalarının, rant ağlarının hem biçimiyle hem de aktörleriyle varlığını sürdürdüğüne işaret ediyor. Üstelik bu kez çok daha fütursuzca ortalığa saçılan kirliliği soruşturacak ne bir meclis iradesi ne de yargı gücü kalmış durumda. Çeteler artık enstrüman olmaktan çıkıp devletin aslına nüfuz etti. Dolayısıyla bu kirliliği artık yalnızca köklü bir siyasi hesaplaşma ve kopuş, geniş toplumsal desteğe sahip bir kurucu irade temizleyebilir. Tarihin bu sayfasını tüm siyasi, iktisadi, kültürel ve hukuki boyutlarıyla kapatabilmek Türkiye’nin bağımsız, demokratik ve müreffeh bir ülke olarak varlığını sürdürebilmesi için tartışmasız bir ön koşul.