[voiserPlayer]
O gün hiç unutulmayacak. O günü ben de hiç unutmadım.
O günün hangi gün olduğu veya o gün ne olduğu şimdilik önemli değil.
Konumuz Türkçe dil bilgisi de değil. Hele bu bir sınav hiç değil.
Fakat başlığı “Fiil, Fail, Faaliyet, Hafıza ve Demokrasi” olan bir yazıya bu iki cümleyle başlamam o kadar da sebepsiz değil. Hızlıca bir göz atıp geçelim.
Her iki cümlede de söz konusu eylem veya “fiil” belli; unut(ma)mak.
İlk cümlede “gramer özne” konumundaki “o gün” bir “nesne”. İkinci cümledeki “gramer özne”, aynı zamanda da birinci tekil şahıs olan benim: Yani hem özne, hem de bir “fail” veya aktör.
İlk cümlede bir gramer özne var, fakat bir fail yok. Yani o günün kimin, kimler, neler tarafından unutulmayacağı belirsiz; onlar. Ve hayvan severlerin pek seveceği gibi; “onlar” filler, kediler, köpekler veya balıklar da olabilir.
O halde, (1) Her gramer öznesinin (Türkçe’de “tekil veya çoğul şahıs” dense de) bir “şahıs, yani kişi veya kişiler” olması bile gerekmiyor. (2) Zaten her “insan özne” de bir “fail” veya “aktör” demek değil!
Açıkça “ben” diye vurgulamasaydım, yani sadece “unutmadım” deseydim eğer, “gizli özne” olurdu. Yine olurdu ama. Cümle gizemli olmazdı. “Faili meçhul” olmazdı. Unutmamak fiilini kimin yaptığı belli olurdu. Sondaki “m” harfi beni ele verirdi. “Ben”e; yani birinci tekil şahsa ait bir eylem. Fakat şahsen bana ait; benim malım, mülküm olan bir “şey” değil. Yani iyelik zamiri “m” ile işaret edilen gibi, benim tekelimde olan bir “nesne” değil.
Faaliyet, Hafıza ve Piaget
Eh, madem ki faaliyet ve hafıza da demişim, Piaget’yi anmamak olmaz şimdi. Zira,
Piaget’den söz ederek “meşrulaşmak” gereksinimi duyan “sözde bilimsel” psikoloji ve pedagoji yazını ondan genellikle “çocuk psikoloğu” diye söz eder.
Ana akım akademikler ise onun “ben-merkezci düşünce”, “somut ve soyut işlemler” gibi “bilişsel gelişim” kavramlarını filan bilirler elbette. Fakat onun “seküler ahlak gelişimi” üzerine çalışmalarını önemseyenler daha azdır.
Piaget’nin yaşamının son döneminde geliştirdiği “faaliyet kuramı” ve Vygotsky’ninki ile nerelerde benzeşip, ne yönlerden ayrıştığı ile ilgilenenler onlardan da azdır.
Hele kendisinin “hafıza ve kimlik gelişimi” üzerine yazdıklarının hak ettiği ilgiyi görmemesine ve aslında bir “zihin felsefecisi” ve “genetik epistemolog” olarak değil de, bir “gelişim psikoloğu” diye tanınmasına ne kadar hayıflandığını bilen ise neredeyse yoktur.
Burada elbette Piaget’nin bilişsel kuramsal veya “nesne devamlılığı” gibi eğlenceli ve meşhur görgül deneysel çalışmalarını filan anlatacak değilim. Onları zaten yıllar önce ders veya konferanslarda yeterince anlattım.
O bakımdan, şimdi bu Pazar gününden çıkıp, Piaget’nin yalnız veya bazı öğrencileriyle meşhur yürüyüşlerini yaptığı Cenevre’deki bir doğal parka gideyim. Öğrencilerimin senelerdir benden hep anekdot duymak isteyip de hiç bir zaman “müfredat” ve “zaman yokluğu” sebepleriyle kolay kolay sıra gelmeyen “Tea & talk” türünde anılardan birini yazayım. Zira onların bir kısmı da bugün Daktilo1984’ün okurları arasında.
Ayrıca ne de olsa örnek olarak yola çıktığımız “fiil” unutmamak veya hatırlamak idi. “Fail” de bendim.
Bireysel ve Kolektif Hafıza
Yukarıdaki akademik ve kuram-pratik konularını, 1993 yılında Jean Piaget Arşivleri’nde konuk araştırmacıyken ayrıntılı biçimde incelemiştim. O çalışmalarımı eleştiriler düşüncelerimle birlikte oldukça geniş, önemli ve muhafazakar sayılabilecek disiplinlerarası ve uluslararası bir akademik topluluğa da bir kolokyumda sunmuştum. Hem onların, hem de ertesi gün içlerinden daha küçük bir JPA grubuna evde vereceğim yemek davetine katılacaklar arasında, Piaget’nin yaşam boyu en yakın mesleki ve özel dostu olan Bärbel Inhelder de vardı.
Yine bir Pazar günüydü. O parkı gören dairemin mutfağında İsviçreli, Fransız, Alman, İngiliz ve Avustralyalı meslektaş konuklarıma söz verdiğim gibi, hünkar beğendi yapıyordum. Telefonum çaldı. Birisi iptal edecek veya adres tarifi soracak falan sandım. Beğendi, topak topak olmasın diye de hemen koşmak istemedim doğrusu; ‘arayan biraz sonra yine arar’ dedim.
Fakat telefon hiç susmadı. Ocağı da ayarlayıp, gidip telefonu açtım. Arayan arkadaşım Uğur Mumcu’nun o sabah feci katledişinin bazı ayrıntılarını, Ankara’nın ne halde olduğunu ve dostlarımızın derin üzüntülerini uzun uzun anlattı. Benim derin üzüntüm ise bende dondu kaldı.
Tabii o günü de hiç unutmadım. Uğur Mumcu’nun özgünlüğünü, hele “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” deyişini sıklıkla alıntıladım.
Herkesin bireysel hafızasının, neleri unutup, neleri seçerek hatırladıklarının farklılık göstermesi çok olağan. Yine de, 11 Eylül, Uğur Mumcu’nun veya bir kaç gün önce andığımız Hrant Dink’in katledilişi gibi küyerel travmatik olayları geniş kitleler kolay kolay unutmaz.
Hatta tıpkı bu örnekteki gibi, insanlar genellikle böyle haberleri ilk aldıklarında ne yapmakta olduklarını da oldukça net hatırlarlar.
Hele yaşanmış o olay kişi için özel ve travmatik türdense, elbette çok daha derin izler bırakır. Bilişsel bazı kısımları hatırlansa bile, duygusal hasarlar veya bazı kısımları ile farklı biçimlerde baş edilir. Örneğin; unutulur, bilinçli biçimde bastırılır, farklı kaydedilir, inkar edilir, kendiliğinden benliği korumak adına bilincin dışına süpürülür veya türlü türlü başka psişik mekanizmalar devreye girer.
Ankara’dan arayan telefondaki arkadaşım Emin Mahir Balcıoğlu idi. Yani katledilen büyükelçilerimizden Beşir Balcıoğlu’nun sevgili oğlu. O feci katliamın “faili belli”; ASALA, yani bir uluslararası terör örgütü. Uğur Mumcu’nun feci katliamının hala “faili meçhul”!
Bu hafta Uğur Mumcu, düşünceleri, veciz sözleri, titiz çalışmaları, fikir takipçisi gazeteciliği gibi onu “markalaştırmış” özellikleri ile yine saygıyla anılacak. Güldal Mumcu’nun betimlediği gibi “kapsayıcı, kollayıcı ve koruyucu” sevgi ve güven veren yüce kişiliği ile hatırlanacak.
Belki de bazı insanlar “tam da işte Türkiye’nin gereksinim duyduğu cumhurbaşkanında görmek istediği özellikler” diyecek. Bilmem Twitter anketçilerinin aklına bir sonraki yoklamalarında Güldal Mumcu’yu adaylar arasına almak gelecek mi?
Her halükarda ne o gün, ne Uğur Mumcu unutulacak. Kimlerin neyi ve neden hatırladıkları ise başka konu. Ne duyup, ne bilip, ne fikir sahibi oldukları ise bambaşka. Zira, böyle kitlesel travmatik ve toplumda tekrarlanan olayların türlü ellerde ve yönlerde araçsallaştırılması işten bile değil. Hele şu mevcut popülist siyaset ortamında.
Öte yandan, bunların hangi benzer veya görünürde benzemez başka faili belirsiz veya belli olaylarla tetikleneceği öngörülemez. Fakat bilincin dışına gömülmüş veya silinmiş olsalar bile başka ve yeni sıkıntılara yol açması kaçınılmaz. Dolayısıyla yaraların iyileşmesi gerekir. O da bilinçli çabaları gerektirir.
Hafıza da nitekim, yapay zekacıların kafalara belletmeyi başardığı gibi, sert donanımlı veya yedek bellekli bir depo değil. Hele lazım oldukça “indirilip kullanılabilecek” yumuşak bir arşiv yazılımı hiç değil.
Zaten ister bireysel, ister kolektif olsun, hafıza statik bir “şey” veya “nesne” ismi de değil. Bilinçli ve dinamik bir “faaliyet”.
Bireysel ve kolektif hafıza arasında bazı kuramsal ve yaşantısal benzerlikler olsa da, farklılıkları çok daha önemli. Bunların bir kaçına da nitekim yukarıdaki fiili olup da faili olan ve olmayan cümlelerden ve Piaget’den söz ederken değindim.
Ve Demokrasi
Tabii ki bireysel veya kolektif bedensel, simgesel, imgesel ve düşünsel faaliyetler de birbirlerinden farklı. Bireysel öznenin ve kolektif öznenin oluşmasında aynı ilkeler ve mekanizmalar çalışsa da, farklı süreçler.
Kısacası, nasıl ki toplum bireyler toplamından ibaret değilse; kolektif hafıza da salt kişisel hatıralar toplanarak, müzeler veya retrospektif sergiler açarak oluşmaz. Kapatılarak, yasaklanarak, “Sakıncalı Piyade” gibi kitaplar toplatılarak veya Freud’un hafıza ve travma kitapları yakılarak filan da silinmez.
O halde, ana konumuz ahlaken gelişmiş, sorumlu, amaçlı ve özgür istençli bir özne olan faili belli hafızayı geliştirmek ve kullanmak faaliyeti ile ilgili olduğuna göre, birlikte soralım, düşünelim ve yapalım. Bir faili meçhuller, travmalar ve dertler ülkesi olan cennet Türkiye’de;
Öncelikle medya reytingci ve kışkırtıcı motivasyonunu, yandaş yorumlarını, muhteşem tahminlerini ve kişisel projeksiyonlarını kendine saklayıp, toplumun bilgi ve belgelere erişimini sağlayacak mı?
Uğur Mumcu’yu örnek alan gazeteciler böyle dönüştürücü önemdeki küyerel konuların havadislerini vermekle kalmayıp “fikri takip” izlerini sürecekler mi?
Siyasiler onun kadar erdemli, ilkeli, ahlaklı ve nitelikli siyaset yapacaklar mı?
Akademisyenler onun kadar titiz, liyakatli, etik bilgi ve toplumcu fikir üretecekler mi?
Sonuç olarak ve bir kez daha, kanımca bugün Türkiye’nin önündeki en önemli bireysel ve kolektif fiili ödevi belli. Hem tıpkı hafıza gibi çeşitli aktörleri gerektiren ve hem de karşılıklı olarak onları da yaparak geliştirecek olan bir kolektif faaliyet: Kendi travmatik ve diğer meseleleri ile yüzleşerek toplumlaşma ve bu gelişimsel süreçte kurumsal sorunlarını da çözerek demokratikleşme.
Peki fail var mı ve belli mi?