[voiserPlayer]
Bu hafta pazar röportajında Arın Demir, Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya bölümünden İsmail Hakkı Polat ile sosyal medya mecralarının temel hak ve özgürlüklerle bağlantısından yeni medya mecralarındaki kuşak çatışmasına kadar birçok konuda konuştu.
Sosyal medya kuruluşu We Are Social Digital 2020 raporuna göre ülkemizde 37 milyon Facebook, 11,8 milyon Twitter kullanıcısı olduğu belirtiliyor. Sizce sosyal medya şirketleri, bireylerden oluşan katılımcı yapıları itibarıyla artık kamusal alan olarak değerlendirilebilir mi?
Sosyal medyanın kamusal alan olup olmadığını değerlendirmenin belli başlı kriterleri var. Biz yeni medya teorilerinde kamusallığı kavramsallaştırırken kamusal nitelik taşıyan hesapların, kamuya açıklığı, gündemin belirlenmesine etkisi ve herkese erişimi gibi çeşitli parametreleri kullanıyoruz. Bir anlamda sosyal medya ortamının ne derecede dijital bir agoraya dönüşebildiğine bakıyoruz. Böyle baktığımızda yapıları itibarıyla Facebook ve Instagram platformlarının tam manasıyla kamusal alan olarak tanımlayamayız. Şu an kamusal alana en uygun platform Twitter. Twitter’ın yaratabildiği gündem, içerisindeki hashtag ve trending topic olgularıyla kamusal alan oluşturmaya uygun bir yapısı var ve kamusal alana benzer biçimde üyeleri de çok çeşitli. Kitlesel yayıncılık yapan bireylerin, sivil toplum kuruluşlarının, kanaat önderlerinin, itibar yönetimi yapan kuruluşların, kamu-özel kurumların, geleneksel medya organlarının ya da tamamen ilgisiz kişilerin bir araya gelerek yarattıkları dünyadakine benzer bir kamusal alanı gözlüyoruz. Twitter’daki kişilerin varlığı, yorumları ve tartışmaları, aynı gerçek hayattaki gibi gelişmelere etki eder hale gelmiştir. Son dönemde Tik-Tok uygulamasının ve Instagram’ın story olgusunun da bir dereceye kadar kamusal alan vasfı yarattığını söyleyebiliriz. Özet olarak kamusal alanda, dijital-sanal bir toplaşma alanının belirmesi gerekiyor. Oluşan bu alandan çıkan fikir ve argümanların kamuyu etkileme, gündem değiştirme, bölgesel hatta küresel nitelikteki meselelere etki etme kapasitesi kamusallığın yaygınlık seviyesini belirlemektedir.
Hukuki olarak kamusal alanda sağlanması gereken temel özgürlüklerin, Twitter ve Youtube gibi sosyal mecralarda da sağlanması gerekmez mi?
Evet sağlanması gerekmektedir. Twitter ve Youtube gibi platformların kamusal alan vasıfları daha fazla olduğundan bunlar devletlerin radarına daha fazla takılıyor. Özel hesaplardan ya da özel mesajlaşma hizmetlerinden ziyade kamuya açık paylaşımların olduğu yerler daha çok sansür veya doğrudan yasaklanma ile gündeme geliyor. Öte yandan siz müdahale etseniz dahi sosyal medyanın kendisinin özgürlük yaratan bir gücü var. Devlet olarak dijital bir kamusal alanı gözünüze kestirip, yasaklamanız bugün artık çok zor. İnternet ve medya öyle bir dünya ki VPN’lerle veya başka teknolojilerle yasakları elemine etmenin tonlarca yolu bulunuyor. İkincil olarak, devlet otoritelerinin yasakları sonrası yeni medya kendi içinde hızlıca alternatif platformlarını yaratıyor. Buna örnek olarak artık aracısız çalışan, peer to peer (eşler arası) uygulamaların, platformların, merkezsiz, bağımsız bir formata evrilerek regülasyonları bertaraf edebildiğini gözlemliyoruz. Bu nedenle tekil olarak Twitter ve Youtube gibi platformların üzerine gelseler dahi yeni medya dünyasındaki gelişmeleri engelleyebileceklerini veya buradan ayrılabileceklerini düşünmüyorum. Diyelim ki Twitter ve Youtube kalktı. Bu kullanıcılar hemen peer to peer formatında başka platformlara kayacaklar. Hatırlayın Napster vardı, kaldırıldı yerini hızlıca Torrent’e bıraktı. Tüm film, müzik, oyun, eğlence, yazılım sektörü yeni medyadaki bu değişikliğe uyum sağlamak zorunda kaldı. Bu anlamda dünyadaki kapitalist işleyiş değişti. Büyük şirketler tüm telif, yapım, üretim haklarının ticari modellerini yenilemek durumunda kaldılar. Günümüzde Trump’ın sosyal medya ile ilişkisine bakıyorsunuz hem oradan propaganda yapıyor hem de sosyal medyayı eleştiriyor. Türkiye’de de benzer bir sürecin işlediğini görüyoruz. Sosyal medya tartışmalarında haklı ve haksız oldukları yönler var, biliyorsunuz vergi meseleleri bulunuyor. Sosyal medya platformları haklı ya da haksız editoryal anlayışlarını sansüre yol açacak şekilde kullanmak gibi demagojik eleştirilere de maruz kalıyorlar. Tüm bu tartışmalarda bir kıvamın yakalanması gerekiyor.
Bahsettiğiniz merkezsiz peer to peer (eşler arası) uygulamaların çalışma mekanizmaları Twitter veya Whatsapp gibi uygulamalara göre nasıl farklılaşıyor? Kısaca açıklar mısınız?
Blockchain teknolojilerinin bizi getireceği nokta buraya doğru gidiyor. Buna örnek olarak Unstoppable Domains diye bir sosyal medya platformu ortaya çıktı geçtiğimiz günlerde. Bu platform aynı Whatsapp, Telegram gibi özel mesaj sistemlerindeki kişiler arası iletişimi sağlıyor ama bunlardan farklı olarak herhangi belirli bir merkezi bulunmuyor. Buna benzer modelleri merkezi olmayan eşler arası özel mesajlaşma sistemleri olarak tanımlayabiliriz. Siz programı indiriyorsunuz, şifreleyerek sadece iletişim kuracağınız kişilerle sınırlı tutuyorsunuz. Bilgiler sadece paylaştıklarınızla sınırlı kalıyor ve onun dışında kimse bilmiyor, dışarıdan ulaşamıyor. İstediğiniz zaman da yok edebiliyorsunuz. Okuyanlar dışında hiç kimse bunlara erişemiyor. Dolayısıyla bugün teknolojinin ve yeni medyanın gelişimi, sansür veya panoptikon gibi kavramların gözetim etkilerini tamamıyla ortadan kaldırır seviyelere geldi ve daha da gelecek. Bu açıdan dijitalleşmeye, doğru stratejilerle uyum sağlayan sosyal medya platformları ve şirketler her koşulda yayınlarını sürdürebilir hale gelecekler.
Düşüncelerin değişimi ve yeni gelişmelerden haberdar olmak politika yapım sürecinin önemli bir parçası. Bugün ABD Kongresi’nde, TBMM’de tüm yasa yapıcıların sosyal medya hesabı bulunuyor. Sosyal medya ortamının bütünlüğüne bozulacak biçimde müdahale edilmesi sonucunda karar vericilerin küresel anlık bilgi akışından mahrum kalmasının politika yapım süreçlerine etkisi ne olur?
Bu kişilerin sosyal medya vasıtasıyla yeni medyada temsilleri olsa da sosyal medyayı genç kuşak gibi kullanmıyorlar. Onların sosyal medya kullanım biçimleri bildikleri geleneksel anlayışın bir tezahürü. Gençler gibi sosyal medyayı bir yaşam alanı olarak kabul etmedikleri için sadece propaganda mekanizmasından ibaret görüyorlar. Bu orta yaş üstü kuşak için geleneksel medya ve yeni medya aynı şey. Bu kişilerin sosyal medyayı kullanım biçimlerini aklınıza getirin aynı geleneksel medyadaki steril ortamı aradıklarını görürsünüz. Sevmediği kişiyi bloklar ve eleştirilere kulak tıkarlar. Ne yaparsınız yapın, yeni bir şey yapmazlar ve bildiklerini okumaya devam ederler. Dolayısıyla bunu anlamak, içselleştirmek ve gerçekten nasıl fayda sağlanır üzerinde çalışmaya devam etmek gerekiyor. Bu kişilerin, kamusal alan vasfı çerçevesinde insanlık için evrensel bir agora nasıl oluşturulur, buradaki bilgi paylaşımı nasıl olur; buranın fırsatları, gerçek tehditleri nedir üzerine düşünmeleri lazım. Bu gerçek tehditler etrafında dünya toplumları için nasıl barış, huzur ve refah sağlanır bunlara kafa yorulmalıdır. Ancak günümüzde Dünya ve Türkiye siyasetinde böyle bir sorunun tartışma önceliği bulunmuyor. Hatta böyle bir görüşün idraki bile yok. Böyle bir görüş idraki olmadığı için de bizim baktığımız gibi ya da soruda belirtildiği gibi ülke yöneticileri açısından bu meselenin bir temeli yok. Bu nedenle rahatlıkla politika yapım süreçlerinin hiçbir şekilde etkilenmeyeceğini söyleyebilirim. Fakat, önümüzdeki yıllarda eminim bunlar değişecektir. Kuşakların farklılaşmasıyla ve karar vericilerdeki zihniyet dünyasının değişimiyle birlikte yeni tartışma alanları da zorunlu olarak beraberinde gelecektir. Bir süre aynı davranışlar devam edecek ama yarın bu siyaset sürdürülemez hale gelecek, bugün genel nüfus içinde yer alan genç nüfusun toplumda belirleyici konuma gelmesi de buna neden olacaktır.
X-Y-Z kuşağı dediğimiz jenerasyonların çalışma hayatında, ülke yönetimlerinde, sivil toplumda ve akademide bir arada çalıştığını biliyoruz. Sizce X-Y-Z kuşakları arasındaki bilgi akış tüketimi, jenerasyonlar arası bilgi uçurumunu ve algılama farklılığını arttırıyor mu?
Evet, bunu çok net arttığını görüyoruz. Politikacıların sosyal medyada yaptığı propaganda biçimine karşı, genç kuşakların bu yöntemlerin artık ne kadar geride kaldığına ilişkin ürettikleri espri, içeriklerle verdikleri tepkiler bize bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Siyasetçilerin propaganda gayretlerini nasıl boşa çıkarttıklarını ve onları nasıl tiye aldıklarını hepimiz görüyoruz. Zaytung dediğimiz oluşumun ironik paylaşımları ve uzun uzun yazılmış siyasi metinlere karşılık tek cümlelik esprili tweetler ile cevap verilmesi buna örnektir. Onedio’da çeşitli olayların ironik liste ve başlıklar halinde çerçevelenmesinin aldığı etkileşimler, bazen olayların kendisinden daha yüksek etkileşim alabiliyor. Bizim kuşak ile genç kuşaklar arasındaki büyük farklılık politikacıların ürettikleri içeriklere de yansıyor. Aslında temel sorun şu; gençler kendi dertlerini çok güzel anlatıyorlar fakat şu andaki ticari, sosyal, siyasi, kamusal yönetim erklerini ellerinde bulunduranlar bunu idrak edemiyorlar, hatta edemediklerinin de farkında değiller. Genç kuşaklardan kendilerine yöneltilen bu ironik tutumları ya da ‘‘sakil duruyorsun’’ eleştirilerini bugünün yöneticileri görmüyor, anlayamıyor ve hatta ne görmek ne de anlamak istiyor. Şu sıralar bir sürü Z kuşağı analiz ve araştırma raporları yayınlanıyor ama bu Z kuşağı araştırmalarını yapanlar bile analizlerini kendi anlayış kalıpları ve algılamaları üzerinden yaptıkları için yanlış çıkarımlarda bulunuyorlar. Bir önceki kuşak, kendinden bir sonraki kuşağı bu şekilde yorumlamaya kalkınca da doğal olarak “lost in translation” dediğimiz tercümede kaybolma olayı gerçekleşiyor.
Sonuç olarak kuşaklar arasında ciddi bir anlaşmazlık doğuyor ve kendilerini bu anlaşmazlıkların içinde bulan gençler kendi özel alanlarını yaratmaya başlıyorlar. Gençler ‘‘bu insanlar beni anlamayacaklarsa, ilişkiler belli bir evrim ve uzlaşma içinde gitmeyecekse biz de kendi dijital sınırlarımızı çizer ve o sınırlar içinde sürdürürüz hayatlarımızı’’ diyorlar. İşte bu sınırlar yeni medyadaki yeni yaşam alanları olarak ortaya çıkıyor. Gençler adeta bir önceki kuşaklara yarattıkları dil ve içeriklerle ‘‘senin burada işin yok.’’ diyorlar. Hatırlayın geçmişte Facebook’ta kullanım yaşıyla ilgili yavaş yavaş bir propaganda başlamıştı ve devamında gençler hızlıca Instagram ve Snapchat’e geçtiler. Genç kuşak yeni medyada, kendi anonim veya gerçek kimlikleri ile kendilerini temsil ediyorlar, ortak kimlikle oluşan gruplara dahil oluyorlar. Bunun temelinde, kendi sınırlarının dışındaki anlayışsızlığa bir tepkisellik ve güvenli alan yaratma amacı bulunuyor. Kendi dilleriyle, jargonlarıyla, toplaşacakları konular etrafında çok yüksek duvarlı dijital kaleler inşa ediyorlar. X ya da Y kuşağı, Z kuşağının bu yükseklikteki alanlarına istese dahi sızamıyor. Kuşaklar arasında deneyim farkı hemen ortaya çıkıyor. Bugün Snapchat’te lokasyon üzerinden buluşan liseli gençleri, üniversitedeki gençler bile anlayamamaya başladı. Ben önümüzdeki dönem bu trendi hem bir risk hem de bir fırsat olarak görüyorum. Facebook’un kurucusu Marc Zuckerberg’in bu senenin başında bir yazısı vardı. Orada özellikle 2020’li yılların bu anlamda bir bayrak değişimi getireceğinden bahsediyordu. Ben de Z kuşağı olarak tanımladığımız grubun, ticaretten şehirlere ve kamusal alanlara, otuzlu yaşların ortasını geçtiğinde, yavaş yavaş hakimiyet kuracağını ve bu sorunların aşılacağını görüyorum.
Yeni medya kapsamında sosyal medyanın, kullanıcılarının içerik üretimine açık olması ve etki alanlarının artması, geleneksel medyaya olan talebi azaltarak medyakrasi ve medyatokrasi gibi kavramların yeniden tanımlanması ya da sorgulanmasına yol açabilir mi?
Kesinlikle yol açtı bile. Şu anda bağımsız gazetecilere, internet veya sosyal medya fenomenlerine ciddi bir talep olduğunu görüyoruz. Yalan, yanlış veya doğruluğu bilinmeyen içeriklere bile bu kadar fazla talep olmasının başka bir açıklaması yok. Eskiden medyatokrasi veya medyakrasi gibi kavramları tanımlarken gazeteciliğe ve medya merkezlerine atfettiğimiz idealize edilmiş bir güven vardı. Bu idealize güven duygusu, bizim o mesleğe ve kurumlara adadığımız ütopik tanımlamalarımızdan kaynaklanıyordu. Toplumlarda medyanın güvenilirliğine ilişkin genel bir inanış ve uzlaşma vardı. 1990’lı yıllar itibarıyla ülkemizde ve dünyada geleneksel medyanın giderek siyasi ve ticari yönlendirmelere açık hale gelmesiyle birlikte meslekte yozlaşmalar meydana geldi. Yozlaşmayla beraber medyakrasi ve medyatokrasi kavramlarının temeli daha sorgulanır ve kuşku duyulur hale geldi. Günümüzde de geleneksel medyanın, yeni medyada olan temsillerinin de birkaç istisna hariç iyi olduğuna inanmıyorum. Aynı manipülatif anlayış içinde daha çok Post-Truth dediğimiz hakikat sonrası döneme çanak tutar biçimde davranıyorlar. Ben geleneksel medyadan bu Post-Truth’u kendilerine bir avantaj olarak görüp, ona göre daha güvenilir, rafine ve hakikati arayan bir yönde ilerlemelerini ve çaba göstermelerini beklerdim. Ticari iş modellerini bunun üzerine kurmaları gerekirdi. Maalesef bunu geleneksel medya yapmadı, teyit.org, doğrulukpayı.com, malumatfuruş gibi çevrim-içi doğrulama (online fact-checking) kuruluşları yaptı. Bu, geleneksel medya için çok ciddi bir utanç kaynağıdır. Geleneksel medya organlarının bu açığı görüp, o doğrultuda kendini yeni medya üzerinden yeniden konumlandırması gerekirdi. Geleneksel medya yeni temsilini bunun üzerinden yapabilirdi ama bugün bu konularda aciz duruma düşmeleri 20. Yüzyıl’dan, 21. Yüzyıl’a geçiş sürecinin bir utanç vesikasıdır.
Fact-checking kuruluşlarının birçok yanlış haberi düzelttiğini gözlemliyoruz. Öte yandan henüz yeni oluşan bir sektör olmanın verdiği finansal engeller mevcut. Fact-checking kuruluşlarının etki kapasitelerinin, haberlerin yeteri kadar yanlış biçimde yayılmasını önleyip, etki yaratmadan önleyebilecek güce ulaşabileceğine inanıyor musunuz?
Başlangıçta, fact-checking kuruluşları işe her ne kadar iyi niyetle başladılarsa da devamında siyasi ve ticari nedenlerden dolayı aşınmalar yaşandı. Fact-checking meselesinin kurumsallaşması, yeni medya üzerindeki etkisi itibarıyla yeterli bir düzeye ulaşamadı. Mevcut yapı ve iş modelleriyle de ulaşabileceklerini düşünmüyorum. Bunun temelinde, bu kuruluşların belirli bir düzeye geldikleri anda ticari veya siyasi etkilere kapılarak bağımsızlıklarının ellerinden alınmaları riski bulunuyor. Öte yandan her haberi ve gelişmeyi de doğrulayabilecek ölçekte bir organizasyonları da yok. Zaten bugün fact-checking oluşumları biraz daha sivil toplum kuruluşu ya da sosyal girişimciler tarafından başlatılmış durumda. Fact-checking kuruluşlarının iş modelleri yenilenmediği sürece etkileri sınırlı kalacaktır.
İkincisi, fact-checking kuruluşlarının güvenilirliğini denetleyen çatı kurum ve kuruluşların oluşması gerekmektedir. Fact-checking kuruluşlarının bugün üye olduğu BM benzeri küresel yapılar mevcut ama bunların güvenirliğe ilişkin problemleri sadece bir dereceye kadar çözebileceğine inanıyorum. Hakikat sonrası dönemde, gazetecilik, akademisyenlik, uzmanlık gibi mesleklerin sırtına yüklediğimiz hakikati arama ve yayınlama sorumluluğunu artık 20. Yüzyıl’ın konforuyla yapamıyoruz. 21. Yüzyıl’da yeni medya üzerinden çok ciddi bir bilgi bombardımanı altındayız. Dolayısıyla hakikati aramak istiyorsak bizim birey ve toplum olarak da gelişmemiz lazım. Bugün devletlerin ya da toplumların gelmesi gereken bir yeni medya okuryazarlığı ve bilinç düzeyi var. Bu okuryazarlığı ya da bilinç düzeyini sağlamadan bütün yükü doğrulama kuruluşları üzerine yüklemek de sağlıklı bir yaklaşım değil. Eğer vatandaşlar dünyadaki her bilgiye erişebilme konforunda ve bombardımanı altında kalmak istiyorlarsa, kendilerini mutlaka yeni medya okuryazarlığı konusunda geliştirmeliler. Toplumlarda da bu konuda genel bir bilinç düzeyinin oluşması şart.
Toplumdaki kutuplaşma, okuyucuları veri gazeteciliğinden uzak ideolojik duyguları besleyen yayınlara yönlendiriyor mu?
Bu durum, tam da yeni medya okuryazarlığı bilincinin yeterince gelişmemesinden kaynaklanıyor. Bilgi bombardımanı altında kalanlar bilgileri sorgulama ve bilimsel kuşkuculukla okumak yerine inançlara, dogmaya ve tabuya verdikleri önem ile okuyor, kendi kutuplaşma odalarını, fanuslarını yaratıyor. İnsanların olguları yeni medya okur yazarlığı yaklaşımlarıyla değerlendirmemesi, kutuplaşma ve yankı odalarını yaratıyor. Veri yeteri kadar sorgulanmadığından, aynı düşünceden olan insanlar, karşıt düşünceden olan insanlara karşı gruplaşıyor. Bu gruplaşma, her iki kutup arasında kalan tarafsız insanları bile zorla taraf olmaya yönlendiriyor. Örneklersek, pandemi sürecinde bir arkadaşınız sosyal medyada yalan-yanlış bir bilgiyi veya manipülatif bir haberi paylaşıyor, arkadaşınıza haberin yanlışlığını kanıtlıyorsunuz ama sonrasında o size kızıyor ve hatta küsüyor. Bu kişinin ve kişilerin haberini yanlışlamanız sonucunda size küsme sebebi onun kutuplaşma kaosu içinde kalmasından kaynaklanmakta. Eğer siz bu kişileri kutuplaşma kaosundan ve yankı fanusunun içinden kurtarmak istiyorsanız, ona yeni medya okuryazarlığında belli bir bilinç düzeyini aşılamanız gerekiyor.
Kutuplaşmanın yüksek olduğu toplumlarda, yalan ve yanlış içeriklerin yayılımı toplumsal diyaloğun sürdürülebildiği toplumlara göre nasıl farklılıklar taşıyor?
Uzlaşması yüksek toplumlar belli bir bilinç ve eğitim üzerinde şekillenerek yükselirler. Karşı taraf veya kendi görüşünün dışında kişiler onlar için öteki değildir. Öteki tarafın görüşünün açık bir bilinç ile dinlenmesi, tartışılması ve dikkate alınması gerekir. Her iki taraftan farklı düşüncelerden kişiler uzlaşma kültürü etrafında birbirlerini belli bir bilinç ve sabır ile dinlerler. Kutuplaşmış toplumlarda ise tartışma futbol fanatikliği ve taraftarlığı çerçevesinde yürütülür. Karşı tarafı dinleme veya zıt görüşe değer verme yoktur. Uzlaşmanın, birbirini dinlemenin olmadığı bir ortamda, dezenformatif bilgilerin yayılması çok kolay ve tehlikelidir. Türkiye’yi düşünelim, kutuplaşmanın bu kadar yüksek olduğu tarafların birbirlerini dinlemediği bir ortamda yanlış bilginin yayılımını nasıl önleyeceğiz? Benim en büyük korkum, ülkemizde veya bizim gibi kutuplaşma oranı yüksek ülkelerde herhangi bir şekilde yanlış bilgilenme sonucunda toplumda bir infialin oluşmasıdır. İnfial şu an sadece sosyal linçte kalıyor bununla beraber fiziksel olarak toplumsal harekete sebep olması riskini de görüyorum. Bu risk sosyal medya ile birlikte hiç de azımsanmayacak derecede yükselmiştir. Kutuplaşmaya destek vermenin kolaylaştığı veya önüne geçmenin zorlaştığı bir ortamda duygusal önyargıların maliyeti yüksek olabilir. Bizim gibi kutuplaşmış toplumlarda, aklıselim ile hareket etmemizde, yeni medya okuryazarlığındaki bilinç seviyemizin yükseltilmesinin önemini bir kez daha belirtmek istiyorum.
Dünyada ve ülkemizde de son yıllarda sıkça karşılaştığımız bilgiye dayanmayan, nefreti körükleyen komplo teorilerinin yayınlandığı görüyoruz. Toplumsal anksiyete ile Post- Truth arasında bir ilişki bulunuyor mu?
Kesinlikle var, çünkü insanlar anlamlandıramadıkları olgulardan korkarlar. Korkular, insanların anksiyetelerini ve kaygılarını beslerken aynı zamanda onları bilinmeyeni açıklamak için bir arayış içerisine sürükler. Bu anlam arayışında konuya ilişkin bilimsel altyapı ve bilinç eksiklikleri fazla olduğundan, çok daha basit açıklanabilen hikayelere yönelirler. Bir bilim insanı olguyu çok karmaşık olarak açıkladığında karşıdaki kişi bunu anlayamazsa, kolay olan komplo teorisyenlerine inanmayı seçebilir. Komplo teorisyenlerinin en büyük konforu herhangi bir ispata ve akademik referansa gerek duymamalarıdır. Sadece olaylar arasındaki ilgili, ilgisiz ilişkileri basit ve yalın anlatabildikleri için okunurlar. Yazdıkları şeyler gerçekliğe dayanmamasına rağmen etraflarında dogmatik taraftarlar toplarlar. Destekçilerinde sorgulama olayını bir kere kaldırabildikten sonrası tam bir felaket başlar. “Şeyh uçmaz, müritler uçurur” aşamasına geçilir. Komplo teorisyenin destekçileri arttıkça doğru şeyler söylendiğine dair inanışı artar. Teorisyene çevresinden olan destek arttıkça, komplocu iyice uçuk hikayeler yazmaya başlar. Komplo teorisyenleri, kendilerini bilimsellik içeren tartışmalara davet edenleri dinlemezler. Zaten teorisyenin müritleri bu rasyonel tartışmaları hemen ortadan hemen kaldırmak isterler ya da amiyane tabirle tepelerler. Komplo teorilerine olan desteğin artması için alakasız referans noktaları oluşturmaya çalışırlar. Referans noktalarını oturup derinlemesine araştırınca ne kadar mantıksız, alakasız olduğu ortaya çıkar. Yalanlar ortaya çıkınca, müritler sizi bilmemekle ve ukalalıkla suçlar. Bu noktadan sonra zaten söylenecek çok bir şey kalmıyor. Fakat sonuçları itibarıyla toplumda ciddi zarara yol açıyorlar. Mesela aslında COVID19 diye bir virüs veya salgın olmadığına inanan ve bu nedenle maske takmayanlar buna örnektir. Her olayı Amerika veya Çin’in oyunu olarak görenler problemin kendisini hiçbir zaman göremezler.
Komplo teorilerinin bu düzeyde etkili olması kaygı verici değil mi?
Bu sadece ülkeler için değil, tüm insanlık adına ciddi bir tehlikeye yol açıyor. Komplocular toplumu bilimsellikten, akılcılıktan, rasyonellikten koparır ve dogmatik etki altında akıllara egemen olmaya çalışırlar. Destekçilerini robotlara, kölelere dönüştürürler. Adeta bu insanların zihin tutulmasına neden olacak davranışlar sergilediklerini görürüz. Dogmatik etkiler önce bölgesel düzeyde yayılır. Sonra ulusallaşır ve toplumsallaşmaya başlar. Toplumlar dogmatik inanışları davranış biçimi haline getirdikçe, ülke içi ve küresel kutuplaşmalar her alanı etkiler. Sosyal medyada yeni medya üzerinden bir Dijital Ortaçağ dönemine giriyoruz. Dijital Ortaçağ maalesef yaşanması kaçınılmaz dönemdir. Ancak her Ortaçağ’ın sonunda mutlaka bir rönesansın ve aydınlanma çağının gelmesi, sosyolojik döngülerin doğasında vardır. Ortaçağ’ın sonucunda insanlık çok büyük zarar gördü ama büyük değişimler yaşandı. Toplumlar da felaket tellallarına ya da bu kahinlere kulak verilmemesi gerektiğini bir şekilde anlayacaklar ve kendi kurtuluş senaryolarını yazmaya başlayacaklar. Ortaçağ bin yıl sürmüştü. Dijital Ortaçağ ise biraz daha hızlandırılmış versiyonu olacaktır diye düşünüyorum. Gelecekte biz Dijital Aydınlanma ya da Dijital Rönesans dönemine mutlaka geçeceğiz. Tabii bunun için aklın ve rasyonalitenin de egemen olması gerekiyor ki insanlık da egemen olsun. Fakat komplo teorisyenlerinin etkilerinin elimine edilmesi bir hayli uzun bir süre alacak.
Bugün biz yeni medyanın kurumsallaşmasını kurumsal şirketlerin, devlet kurumlarının ve siyasi partilerin sosyal medya aracılığıyla ürünlerini ve kampanyalarını ucuz bir şekilde duyurabildiği ortamdan görebiliyoruz. Yeni medyayla oluşan yeni sosyal habitat liberal ekonomi ve demokrasinin birbirlerini destekleyen bir modelde düzenlenmesi nasıl sağlanabilir?
Sorunun politikacılar kısmına çok katılamayacağım. Politikacılar içerik üretiyor ama değer üretmiyorlar. Politika, yeni medyanın değer üreten bir ortam olduğunu kabul edip ona göre kendini yenilemeli. Bu çerçevede kullanıcıları yeni medya hakkında bilinçlendirmenin, yeni medya okuryazarlığını artırmanın değer üreteceklerini idrak etselerdi, bu yolda politikalarını önceden belirleyebilirlerdi. Bu bağlamda ne muhalefet ne de iktidar tarafında herhangi bir rasyonalite göremiyorum. Yeni medyanın ruhunu ve dinamiklerini anlamadan kendi gelenekselinizden burada bir temsilinizi yaratıyorsunuz. Yeni kuşak sizin geleneksel anlayışınıza oradan cevap verdiği zaman da sosyal medyayı olumsuz bir ortam olarak görmeye başlıyorsunuz. Böyle gelişmeler bizi, yeni medyada politika üretimine ket vuran bir sarmala götürüyor. Ket vuran anlayış ise uzun yıllar boyunca belli bir idraki sağlayamadı ve bir süre daha idrak edeceğine inanmıyorum. Bu sadece Türkiye’de de böyle değil, çoğu gelişmiş ülkede de aynı anlayışı görüyoruz. Ancak bütün dünyada yeni medyaya ilişkin bu zihniyet biçimi artık son demlerini yaşıyorlar. Gelecekte yeni kuşakların yavaş yavaş popülasyon olarak da egemen olmaya başladığı zaman kendi bilinçli tercihleriyle oy vererek, sivil topluma katkı sağlayarak ve kamu ile özel sektörde iş yapma şekillerini değiştirerek bu zihniyeti dönüştüreceğini düşünüyorum.