[voiserPlayer]
2 Ağustos 1990 günü Irak Kuveyt’i işgal etti. 6-7 Ağustosta dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Savunma Bakanı Richard (Dick) Cheney, Suudi Arabistan’ı ziyaret etti ve Irak’ın askeri birliklerini Suudi sınırına yığdığını iddia etti. 8 Ağustos günü ABD Başkan George Bush ABD’nin Suudi Arabistan’a asker göndereceğini açıkladı. Ertesi gün Suudi Arabistan kralı Fahd, uluslararası askeri yardımın krallığı savunmak için gerekli olduğunu açıkladı. Kral Fahd’ın açıklamasından dört gün sonra, 13 Ağustos günü, Suudi Arabistan’ın en yüksek dini kurulu, Büyük Alimler Heyeti (Hey’et Kibar el-Ulema) toplandı ve kralın ülkeye yönelen tehdidi savuşturmak için aldığı tedbirleri desteklediğini açıkladı. Heyetin başkanı ve Suudi Arabistan’ın en saygın alimi kabul edilen Abdülaziz bin Baz, krala olan desteğini Suudi radyosunda yayınlanan bir mesajında da dile getirdi ve ateistlerin bile krallığı ve kutsal mekanları savunmaya geldikleri için tanrı tarafından mükafatlandırılacağını müjdeledi.
Suudi Arabistan ulemasının, özellikle dini hiyerarşinin en tepesindekilerinin krala ve onun dış politikasına desteği salt kariyerist kaygılarla veya fırsatçılıkla açıklanamaz. Bahsi geçen desteği açıkladığında bin Baz 81 yaşındaydı. Ulemanın en tepesindeki bu isimlerin elini kolunu bağlayan esas faktör, fetvalarını dayandırdıkları İslam hukukunun konu ile alakalı çok fazla bağlayıcı hüküm içermemesiydi.
Onuncu yüzyıl itibariyle büyük oranda olgunluğa erişen İslam hukuku en kapsamlı bir şekilde ibadetleri düzenler. Bu alandaki hükümler İslam hukukunun yaklaşık yüzde 30-40’ını oluşturur ve aslında bu alan modern hukukun alanı olarak nitelendirilemez. İslam hukukunun geri kalan hükümlerinin önemli bir kısmı modern hukukun dallarından aile hukuku ile ilgilidir ve bu alandaki hükümleri çok daha fazla bağlayıcı niteliktedir. Esasında bütün İslam hukuku alanları içinde modernleşme/sekülerleşmeye en güçlü şekilde direnen alan da bu alan olmuştur ve hukukun tekrar İslamileştirilmesi çabaları da daha çok bu alanı hedef alır. İslam hukukunun, ticaret hukuku ve ceza hukuku altında değerlendirebilecek hükümleri ise gerek pratik kaygılardan ötürü gerekse zamanla doğan yeni ihtiyaçlardan ötürü idareci sınıfın tanıttığı düzenlemelerle desteklenmiştir. Müslüman dünyada hukukun modernleşmesi/sekülerleşmesi sürecinde en az dini hassasiyet gösterilen alanlar da bu alanlarda olmuştur.
Müslüman devletlerin birbiri ile ilişkileri İslam hukukunun önemli bir konusu elbette olamazdı. Zira, onuncu yüzyıl itibariyle merkezi iktidar zayıf olsa da müslüman dünya halen daha tek bir siyasi çatı altındaydı ve müslümanların siyasi birliğini korumak, siyasi iktidarın en önemli dini vazifesi ve dini meşruiyetinin temeliydi. Öte yandan müslüman olmayan devletlerle olan ilişkilerle alakalı elbette İslam’ın ana kaynaklarından çıkarabilecek hükümler vardı. Nitekim Pakistanlı alim Muhammed Hamidullah, İslam hukukunun “Siyer” olarak isimlendirilen dalının esasında devletler hukuku ile örtüştüğünü iddia eder.
Ancak, bu alt alanın elbette ibadetler veya aile hukuku bir tarafa, ticaret hukuku ve ceza hukuku ile örtüşen alanlar kadar geliştiğini iddia etmek de güçtür. Nitekim, tarihi süreç içerisinde gerek müslüman gerekse müslüman olmayan devletlerle ilişkilerde müslüman idareciler neredeyse mutlak takdir hakkı kazandılar ve bu hak ulema tarafından da tanındı. Suudi Arabistan’da da Vahhabi ulema ile yönetici el-Suud ailesi hemen hemen benzer bir uzlaşmaya 1920’li yılların sonunda İhvan hareketinin bastırılması sırasında hayata geçirdi. Bu uzlaşmaya göre, tekrar etmek gerekirse, dış politikanın belirlenmesi tamamen kralın takdir hakkıydı.
Bu hakkın tanınması karşısında el-Suud ailesi, dini hizmetleri ve yargıyı tamamen ulemanın tekelinde bırakırken, gittikçe büyüyecek eğitim alanında da önemli yetkiler verdi. 1990’lı yıllara gelinceye kadar Suudi Arabistan tartışmasız dünyanın en dindar devleti oldu. Öyle ki, Suudi Arabistan bütün müslüman ülkelerden farklı olarak Kuran ve hadisleri ülkenin anayasası olarak belirleyen tek ülkeydi ve halen daha öyledir. Diğer müslüman ülkelerden bazıları Şeriatı hukukun kaynaklarından birisi olarak kabul ederken, Suudi Arabistan’da Şeriat hukukun kendisiydi ve halen öyledir.
Devletin bütün bu diniliğine veya dinilik çabalarına rağmen, Suudi rejimi din motivasyonlu muhalefetle karşı karşıya kaldı. Bahsi geçen İhvan hareketi krallığın kurucusu Abdülaziz el-Suud’u farz olan cihadı durdurmakla suçlayarak isyan etti. 1979 yılında Kabe baskınını gerçekleştiren Cuheyman el-Uteybi de devletin diniliğinin yetersizliğinden şikayetçiydi. Mesela bankların faiz almasını, el-Suud ailesinin Kureyş’ten olmamasını ve yolsuz eğitim sistemini eleştiriyordu.
Kral Fahd’ın ülkesini savunmak için ABD’yi davet etmesi ve takip eden aylarda yarım milyona yakın ABD askerinin Suudi Arabistan topraklarında konuşlanması yeni bir dini muhalefete sebep oldu. Bu sefer muhalefeti aslen Mısır’da neşet eden, ancak, 1950’li yıllarda Suudi Arabistan’ın başlattığı modernleşme süreci ile birlikte krallığa gelip özellikle yeni eğitim kurumlarında kendilerine yer bulan Müslüman Kardeşler hareketinin ideolojisinden etkilenen yeni nesil Suudiler; Selman el-Avda, Sefer el-Havali, Ayd el-Karni gibi isimler yürüttü. Bu isimler de aslında Vahhabi din hiyerarşisinin zirvesindeki isimler gibi alim olarak tanınıyorlardı. Nitekim ulema için kullanılan “şeyh” ünvanı bu isimler için de kullanılıyordu ki, halen daha kullanılıyor.
İşte bu isimler Suudi Arabistan’ın ABD ve diğer müslüman olmayan ülkelerden askeri yardım talep etmesini, Büyük Alimler Heyeti’nin fetvasına rağmen, eleştirmeye başladı. Mesela, el-Havali yazdığı bir kitapta, ABD’nin krallığa konuşlanmasını Arap yarımadasının haçlılar tarafından işgali olarak tanımladı. El-Avda ise krallığın tanrıdan daha çok George Bush’a güven duyduğunu iddia etti. Gerek el-Havali’nin gerekse el-Avda’nın yazıları ve vaazları çoğaltıldı ve Suudi Arabistan’ın her köşesine dağıtıldı.
Sahva (uyanış) şeyhleri olarak isimlendirilen bu isimlerin Vahhabi din adamları hiyerarşisinin zirvesindeki hocalarından ayıran temel fark esasında İslam dinine bakışlarıydı. Vahhabi din adamları için İslam ancak İslam hukuk kitaplarında düzenlendiği kadarıyla hayatı düzenlerken, Sahva şeyhlerine göre İslam, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’dan ilhamla, hayatın her alanı için hükümleri olan kapsamlı bir dindi. Bu yüzden Vahhabi din adamlarına göre, yukarıda da tartışıldığı gibi, yöneticilerin dış politikayı belirlemede takdir hakkı son derece genişken, Sahva şeyhlerine göre yöneticiler dış politikayı İslamın hüküm ve değerlerden bağımsız bir şekilde yürütemezdi.
Sahva şeyhlerinin dini muhalefeti aylar boyunca devam etti ve 1992 yılının mayıs ayında krala sundukları Talepler Mektubu (Hitap el-Matalib) ile zirve yaptı. Mektupta dile getirilen 12 talepten bazıları şunlardı: iç ve dış politika konularında danışmanlık yapacak bir heyetin kurulması, varolan kanun ve düzenlemelerin tamamının Şeriata uygunluğunun gözden geçirilmesi ve Şeriata zıt olanların iptal edilmesi, medyanın tekrar yapılandırılarak İslam’a ve toplumun ahlakına hizmet edecek hale getirilmesi, ümmetin menfaatlerini koruyan bir dış politika takip edilmesi, dini ve dini yayma kurumlarının geliştirilmesi.
Sahva şeyhlerinin dini muhalefeti neticede başarısız oldu. 1993 yılının temmuz ayında el-Avda ve el-Havali işlerinden kovuldu, 1994 yılının eylül ayında tutuklandı. İkili 1999 yılında rejim tarafından affedilinceye kadar hapiste kaldı. İkili ile birlikte hareket eden diğer Sahva şeyhleri ve onların destekçileri de benzer kaderleri paylaştı.*
Yaşanan dramadan çıkarabilecek sonuç şu olsa gerek: Suudi Arabistan gibi tartışmasız dünyanın en dini devleti-rejimi bile yeterli derecede dini olmamakla suçlanabiliyor. Bunun temel sebebi elbette İslamda devletin diniliğinin ölçütünün objektif olduğu kadar, son derece subjektif de olması. Katolik Hristiyanlıkta veya Şii İslam’da olduğu gibi teoloji kaynaklı ve destekli dini hiyerarşinin olmaması ve modern zamanlarda Müslüman Kardeşler gibi dini hareketler tarafından temsil edilen İslamcılığın İslam dinine yönelik bütün hayatı kapsayan kurallar ve değerler içerdiği iddiası, bu subjektiflik sorununu daha da derinleştiriyor. Nihayetinde İslamcılığın hedefi sadece devletin değil, hayatın en ince ayrıntısına kadar dinileştirilmesi gibi imkansız bir hedef haline geliyor.
Suudi Arabistan örneği aynı zamanda gösteriyor ki, daha fazla dinileşme muhtemel din motivasyonlu muhalefeti engellemek için etkin bir çözüm değil. Bilakis fazla dinileşme dini devletin meşruiyetinin zemini yaparak dini muhalefeti sürekli canlı tutmaktadır. Belki de paradoksal bir şekilde devletin bütün dini mükellefiyetlerinden kendini azade kılıp, kendini tam seküler ilan etmesi (bu din düşmanlığına dönüşmemeli elbette) kısa vadede olmasa da, uzun vadede daha etkin bir çözüm olabilir. Umulur ki o uzun vadede devletin dindar vatandaşları ve dini grupları da seküler devlet fikrini içselleştirsin ve dini kendi subjektif veya dinin objektif ölçütleri doğrultusunda dinileştirmeye çalışmasınlar.
Fotoğraf: Milada Vigerova
* Sahva şeyhlerinin muhalefetine ilişkin en kapsamlı ve detaylı kaynak, Stephane Lacroix, Awakening İslam, Harvard UP, 2011’dir. Talepler Mektubu da bu kitapta tartışılmaktadır.