Siyasal söylemlerde giderek sıklaşan “nükleer caydırıcılık” vurgusu, İran’a yönelik saldırının ardından hız kazanan askeri yığınağın tesadüfi bir yan ürünü değil. Zira son on yılda sürekli artarak 2024’te 2,7 trilyon dolara ulaşan küresel askeri harcamalar, büyük güçlerin nükleer silahlanmada açık biçimde el yükselttiğini gösteriyor. Bu tabloya, ömrü dolan nükleer silahsızlanma anlaşmalarının yenilenmemiş olması eşlik ediyor. Rusya’nın 2023’te, üç yıl sonra sona erecek New START anlaşmasına katılımını askıya alan yasayı onaylaması (anlaşma 2026 yılının Şubat ayında nihayetleniyor) da nükleer testlere dönüş için gerekli hukuki kapıyı aralamış durumda.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2025 raporu[1] ise, dünyayı nükleer savaş ihtimalinin hissedilir biçimde yükseldiği bir döneme sürükleyen kırılmanın 2022’de Rusya’nın Ukrayna işgaliyle başladığını teyit ediyor. Bu işgalin arka planında NATO’nun Ukrayna dahil doğuya genişleme ihtimalinin Moskova’yı rahatsız eden etkisi olduğu artık sır değil. Aynı bağlamda İngiltere ve Almanya’nın Kuzey Denizi’ni ortak savunma söylemiyle konumlaması; Fransa ve İspanya’yı kapsayacak yeni askeri işbirliği arayışları ise bloklaşmanın giderek sertleştiğine işaret ediyor.
Tam da böyle bir eşikte, Türkiye dahil dünya genelinde 40 yıldır kanser ve ilişkili hastalıklar ile doğum anomalileri gözlemlenirken, sivil toplumun ısrarına rağmen resmi araştırmalardan kaçınılan Çernobil nükleer felaketinin Karadeniz’de yarattığı radyoaktif kirliliğe dair devlet kaynaklı bulgular, Ulusal Denizlerde İzleme ve Değerlendirme Sempozyumundan basına yansıdı. Karadeniz’de Çernobil kaynaklı radyoaktif kirliliğin Akdeniz’e kıyasla daha yüksek olduğunu ortaya koyan bulguların kaynağını ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 2011’den itibaren yürütülen “Denizlerde Bütünleşik Kirlilik İzleme Programı (DEN-İZ)” kapsamında, TÜBİTAK-MAM işbirliğiyle Türkiye denizlerinin tamamını kapsayan proje[2] teşkil ediyor.
Yukarıdaki gelişmeye dair dikkate değer bir nokta, bugüne dek resmi makamlarca küçümsenmiş veya görmezden gelinmiş Çernobil kirliliğe dair araştırmanın 2014’ten beri sürmesi[3] ve 2015–2023 yılları arasında kıyı sedimanlarında yapılan analizlerde yüksek düzeyde Sezyum-137 ve Stronsiyum-90 tespit edildiği belirtilmiş olmasıdır. Üstelik 2023 öncesi özet raporlarında radyoaktif kirlilik başlığı görülmediği gibi araştırma da kamuoyuna daha önce hiç yansımamıştır.
Dikkate değer bir diğer nokta da, Çernobil kirliliğine dair bulguların Türkiye’deki kamuoyuna, doğrudan basın açıklamasıyla değil, Ulusal Denizlerde İzleme ve Değerlendirme Sempozyumu’nun 2025 yılında gerçekleştirilen dördüncüsünde, Bakanlığa bağlı mühendis personel tarafından Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK) adına yapılan sunum üzerinden duyurulmuş olmasıdır. Dolayısıyla bu yazıda devletin toplumsal algıyı yönlendirmek suretiyle çevresel sorumluluktan kaçışı sağlamak ve/veya gelecekte oluşabilecek nükleer kirliliği örtbas etme motivasyonu göz önüne alınarak, Türkiye’de 40 yıldır kanayan bir yara olan Çernobil kirliliği bulgularının kritik bir eşikte paylaşılmasının arkasındaki temel amaç tartışılacaktır.
Çernobil’den Gaziemir’e Devam Eden Kayıtsızlık
1986 yılında gerçekleşen Çernobil nükleer felaketi, radyasyonun dağılımı açısından en ağır etkilerin Avrupa ülkelerinde yoğunlaştığını göstermektedir: yayılan radyasyonun %53’ü Avrupa’ya, %36’sı Eski Sovyetler Birliği topraklarına, %8’i Asya’ya, %2’si Afrika’ya ve %0,3’ü Amerika’ya ulaşmıştır.
Felaketin etkilerinin hükümetlerce görmezden gelinmesi veya küçümsenmesi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından üye ülkelerde yürütülen araştırmaların, sivil toplum çalışmalarıyla kıyaslandığında mevcut tehlikeyi düşük göstermesine yol açmıştır. Nitekim Nükleer Savaşa ve Silahlara Karşı Uluslararası Hekimler (IPPNW) tarafından 2011 yılında yayımlanan rapor, Çernobil’in Avrupa genelinde yaklaşık 5 bin bebek ölümüne ve 10 bin doğum anomalisine yol açtığını ortaya koymaktadır. Buna karşın Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve IAEA, felaketin başlangıcında ölü sayısını en fazla 4 bin olarak tahmin etmiştir. WHO’nun sonraki raporunda gerçek ölüm sayısı 8 bin 930 olarak verilmişken raporu inceleyen IPPNW tarafından kanser ve lösemi kaynaklı ek 10–25 bin ölüm olduğu belirtilerek bu bulguların, IAEA ve WHO’nun resmi açıklamalarıyla çeliştiği ortaya konulmuştur.[4]
Benzer biçimde, bugünkü Ukrayna topraklarında 1987–1992 döneminde endokrin sistem hastalıklarında 25 kat, sinir sistemi hastalıklarında 6 kat, dolaşım sistemi hastalıklarında 44 kat, sindirim organı hastalıklarında 60 kat, cilt ve ciltaltı hastalıklarında 50 kat, kas-iskelet ve fizyolojik disfonksiyonlarda 53 kat artış kaydedilmiştir; bu bilgiler IAEA kayıtlarında yer almamaktadır. 2016 yılında IPPNW tarafından gerçekleştirilen araştırma, Çernobil’in 2050 yılına kadar 40 bin yeni kanser vakasına neden olabileceğini öngörmektedir.
IAEA’nın ilk üyelerinden olan Türkiye’de, Çernobil nükleer felaketinin sağlık etkilerini araştırma gerekliliği en açık biçimde 2006 yılında Türkiye Tabipler Birliği (TTB) tarafından gerçekleştirilen Çernobil Kazası Sonrası Çernobil ve Kanser Araştırması[5] ile ortaya konmuştur; çalışmada kanser vakalarındaki artış belgelenmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de risk yalnızca Çernobil’den yayılan radyasyonla sınırlı değildir. Devletin nükleer tehlikeyi yok sayan, toplumu korumayan ve doğrudan radyasyona maruz bırakan tutumu, ölüm ve sağlıklı yaşam hakkının gaspında belirleyici bir faktör olmuştur.
Örnek olarak, Türkiye’de radyasyonlu yeni mahsul çayın eski mahsulle karıştırılarak piyasaya sürülmesi, radyasyon tespit edilip gümrükten geri dönen ürünlerin ise iç piyasada bedava dağıtılması verilebilir. Bu dönemde Cumhurbaşkanı konumunda olan Kenan Evren’in, “Biraz radyasyon kemiklere iyi gelir” ve Ticaret ve Sanayi Bakanı’nın “Çayda radyasyon var diyen dinsizdir” ifadeleri de sürecin toplumsal hafızadaki sembolik göstergeleridir. Ancak benzer uygulamalar yalnızca Türkiye’ye özgü değildir; Avrupa genelinde de gözlemlenmiştir. Tarihçi ve bilim insanı Kate Brown, Hayatta Kalma Kılavuzu: Gelecek için Çernobil Rehberi (Manual for Survival: A Chernobyl Guide to the Future) eserinde, Çernobil felaketi sonrası Avrupa’da süt, et, böğürtlen, yumurta, un, pancar, ıspanak, patates, mantar ve çayın raf ömrünün uzatılmasına yönelik uygulamalara gidildiğini kaydetmektedir.[6]
Çernobil sonrası sık rastlanan bir uygulama, radyasyonlu ürünlerin tespit edilmesi halinde ithal edilen ülkeye iadesi olmuştur. Örneğin, İtalya’nın Yunanistan’dan ithal ettiği 300 bin ton buğday, radyasyon kontrolü sonrasında reddedilmiş; Yunanistan tarafından geri alınmayan ürün, Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından teslim alınarak temiz buğdayla karıştırılmış ve gemilerle Afrika ile Doğu Almanya’ya gönderilmiştir. Türkiye’de ise radyasyonlu mahsuller gümrükten geri dönmesine rağmen iç piyasada bedava dağıtılmış, Karadeniz’de satılmayan balık ise uzun yıllar boyunca İstanbul pazarlarına yönlendirilmiş ve tüketiciye sunulmuştur. Bu durum, Türkiye’de devletin halk sağlığını koruma yükümlülüğünü göz ardı ettiğini ve radyasyon riskini kamusal alanda yaygınlaştırdığını göstermektedir.
IAEA-WHO Anlaşması: Nükleer Sağlık Risklerinin Kurumsal Manipülasyonu
Çernobil felaketinin yol açtığı ekolojik kirliliğin boyutlarının örtbas edilmesinde rol oynayan ve üye devletlerin halklarını nükleer maddelere maruz bırakmasına imkân tanıyan uygulamaların merkezi IAEA’dır. 1956 yılında kurulan bu kurumun ilk üyelerinden biri Türkiye’dir. Ancak üyelikten daha önemlisi, IAEA’nın nükleer tehlikenin toplumsal sağlık boyutunu kontrol etmeye dönük uygulamalarının temelinde, 1959 yılında WHO ile yaptığı WHA 12-40 numaralı gizli anlaşma vardır. Anlaşmada, “her iki kuruluş da, diğer kuruluşun önemli bir menfaati olan veya olabilecek bir konuda bir program veya faaliyet başlatmayı önerdiğinde, ilk taraf, konuyu karşılıklı anlaşma ile düzenlemek amacıyla diğer tarafa danışacaktır” ifadesi yer alır. Bu mekanizma, kuruluşun dünya çapında nükleer santrallerin büyümesini teşvik etme amacını üye devletlere de telkin edebilecek biçimde güçlendirir ve santrallerin oluşturduğu potansiyel sağlık risklerinin açıklanmasını kontrol altına almasını sağlar. IAEA’nın bu yaklaşımı, Fukuşima felaketinde biriktirilen radyoaktif suyun denize boşaltılması sürecinde Tokyo Elektrik Şirketi’ne (TEPCO) verdiği tam destekle somutlaşmıştır.
Öte yandan, WHO’nun radyoaktif tehlikenin sağlık etkilerini denetleme konusunda IAEA’yı otorite olarak kabul etmesi, kurum içi çatışmalara yol açmıştır. 7 Ekim 1986 tarihinde, WHO’da görevli bazı nükleer uzmanlar istifa ederek Bağımsız Dünya Sağlık Örgütü (Independent WHO) adlı bir yapı kurmuştur. Bu uzmanların bir kısmı günümüzde nükleer enerji ve silahlanma karşıtı sivil toplum çalışmalarında faaliyet göstermektedir.
Gaziemir Vakası
Türkiye’de nükleer risklerin yönetimindeki yapısal sorunlar yalnızca Çernobil ile sınırlı değildir. AKP iktidarlarının en uzun süreli uygulamalarından biri, Akkuyu NGS’nin şeffaflık dışı inşasıdır; buna karşın Gaziemir vakası, nükleer santral henüz operasyona başlamadan devletin radyoaktif tehlike karşısındaki kayıtsızlığını ortaya koymaktadır. 2007 yılında İzmir’in Gaziemir ilçesindeki kurşun fabrikası arazisinde, nükleer yakıt çubuklarında kullanılan EU-152 maddesi TAEK tarafından tespit edilmiştir. Sivil toplumun ısrarlı takibi sonucunda başlatılan hukuki süreçlerde, AKP hükümeti şirket lehine yargı tarafsızlığına aykırı bir tutum sergilemiştir.
2018 yılında lağvedilip Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK) bünyesine dahil edilen Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ise radyoaktif kirliliğe karşı halk sağlığını koruyacak herhangi bir önlem almamıştır. 2025’te, arazi içindeki nükleer atıkların başka bir yere taşınmasına hazırlık olarak, radyoaktif bulaşıklı cürufun kırılması işlemine izin verilmiş ve mahalle sakinleri radyoaktif toza maruz bırakılmıştır. Ayrıca, Gaziemir’deki nükleer atıkların “bertaraf” adı altında nereye götürüldüğü konusunda ne kamuoyuna ne de yerel halka bilgilendirme yapılmıştır.
Yeni Nükleer Kirliliği Örtbas ve/veya Çevresel Sorumluluktan Kaçış Stratejisi mi?
Yukarıdaki açıklamalar ışığında, Karadeniz’deki Çernobil kirliliğine ilişkin bulguların, ilk yıllarda dahi tespit edilebilir olmasına rağmen ancak 12 yıl sonra ve nükleer testlerin yeniden gündeme geldiği kritik bir dönemde, kamuoyuna doğrudan değil, bir sempozyum sunumuyla duyurulması tesadüfî görünmemektedir. Bu zamanlama, yakın gelecekte Karadeniz’de ortaya çıkabilecek radyoaktif kirliliklere ilişkin kamuoyu algısının, şimdiden Çernobil’e yönlendirilmesine dönük bir hazırlık izlenimi vermektedir.
Araştırmada yarılanma ömürleri yüzlerce yıla uzanan Sezyum-137 ve Stronsiyum-90’ın yanı sıra, 24 bin yıllık Plütonyum izotoplarının tespit edilmesi özellikle dikkat çekicidir; zira bu izotoplar nükleer silah bileşenlerinde de kullanılan maddelerdir. Dolayısıyla bu bulgular, Karadeniz’de gerçekleştirilebilecek muhtemel nükleer testlerin ardından oluşacak yeni radyoaktif kirliliklerin, 39 yıl önceki Çernobil felaketine atfedilerek failin korunması ihtimalini gündeme getirmektedir.
Bu noktada “fail” sorusu önem kazanmaktadır. Bölgedeki mevcut askeri faaliyetler ve Ukrayna işgali nedeniyle Karadeniz’i hâlihazırda nükleer dahil çok sayıda toksik kirleticiye maruz bırakan Rusya ilk olası aktör olarak öne çıkmaktadır. Alternatif bir senaryo, nükleer silah teknolojisine sahip üçüncü aktörlerin desteğiyle Türkiye’nin nükleer kapasite geliştirme girişimleri olabilir. Ne var ki Türkiye’nin 1979 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalayıp onaylamış olması bu olasılığı uluslararası hukuka aykırı hâle getirmektedir.
Sonuç itibarıyla, Bakanlık eliyle gerçekleştirilen bu “zamanlaması manidar” olan açıklama, yurttaşların tazminat ve hak arayışlarını sınırlamak suretiyle çevresel sorumluluktan kaçış mekanizması üretmesine ek olarak, yalnızca Rusya için değil; bölgedeki olası nükleer silahlanma senaryolarında, yeni kirliliği 40 yıllık Çernobil mirasına yıkmak isteyen herhangi bir devlet için tehlikeli bir emsal niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla bu bulguların paylaşımının bir tesadüf olmadığı; geçmişin kirini gelecekteki nükleer faaliyetleri perdelemek için yeniden araçsallaştıran stratejik bir siyasal tercihin parçası olduğu görülmelidir.
[1] StockholmInternational Peace ResearchInstitute. SIPRI yearbook 2025: armaments, disarmament, andinternational security. 2025. https://www.sipri.org/sites/default/files/2025-06/yb25_summary_en.pdf
[2] https://www.den-iz.org/tr-TR/ulusal-denizlerde-i-zleme-sempozyumlari
[3] https://lab.csb.gov.tr/denizlerde-butunlesik-kirlilik-izleme-i-5886
[4] Pflugbeil,S.,vd (2011). Health effects of Chernobyl: 25 years after the reactor catastrophe. IPPNW.(9)
[5] Saraçoğlu, G. V., Türkan, A., & Pala, K. (2006). Çernobil Nükleer Kazası Sonrası Türkiye’de Kanser.
[6] Brown, K. (2019). Manual for survival: A Chernobyl guide to the future. Penguin UK.

