Türkiye’de dayılar, batmalarıyla ve kendilerine kıyamayan kız kardeşlerine gelip ağlamalarıyla bilinir. Batan dayı denildiği zaman birçoğumuzu yakalayan bir kavramdan bahsediyoruz aslında. Bu durum bize özgü müdür bilmiyorum. Boomer kuşağı, yani benim kuşağımın ebeveynleri, çok kardeşli evlerde büyüdüler. Hem erkek hem de kız kardeşleri olabildi. Bürokratik ve ticari sisteme entegre olmak bu kuşak için oldukça kolaydı ve bir şekilde refahlarını arttırabildiler.
Bu ailelerin büyük çocukları, ülkenin yokluk zamanlarına tanıklık ettikleri için aşırı tutumlu bir davranış biçimi geliştirdi ve sürekli olarak tasarruflara yöneldi. Kooperatiflere girdi, yastık altında altın biriktirdi ve tüketim disiplininden hiç taviz vermedi. Ailenin küçük çocukları ise ağabey ve ablalarının yavaş yavaş hayata atılmasıyla birlikte hem daha müreffeh yaşama imkanı buldu, hem de 1980 sonrasına denk gelen gençliklerinde daha fazla tüketim kültürüne maruz kaldılar. Hayata atılma vakti gelince de bütçelerini bir türlü dengeye oturtamadılar ve batan dayı kavramı bu şekilde ortaya çıktı. Pek veriye dayanmasa da, kendi kişisel gözlemlerimle, batan dayıları bu şekilde açıklayabileceğimi düşünüyorum.
Ama muhtemelen yanlış düşünüyorum, çünkü çocuk yaştaki yeğenlerin uzaktan izlediği aylak ve uçarı dayı figürü hayatımıza yeni girmedi. Bedii Faik, Yalancı isimli romanını 1954 yılında yazdı ve bu romandan esinlenen iki film çekildi. 1977 tarihli Sevgili Dayım filmi, Tarık Akan ile Hale Soygazi’nin oynadığı, Perran Kutman’ın büyük renk kattığı son derece eğlenceli bir hikayedir. Tarik Akan, hiçbir işte dikiş tutturamayan ama ailenin yaşça ileri kadınlarının şefkati sayesinde varlıklı ve sinirli enişteye karşı sürekli korunan çapkın bir delikanlı rolündedir. Etrafındakilerin hayatı yaşarken takındığı ciddiyeti bir türlü anlamlandıramaz ve anarşist bir tutum ile içine girdiği sistemleri mutlaka bozmaya çalışır.
1993 yılında ise Osman Sınav, dayı rolünü Mehmet Aslantuğ’un oynadığı ve Bedii Faik’in romanıyla aynı adı taşıyan Yalancı filmini çekti. Dayı daha derinlikli bir karaktere sahipti ve yanlış hatırlamıyorsam film cumhuriyetin ilk yıllarının İzmir’inde geçiyordu, o dönemin ruhuna dair daha çok sahneye yer veriyordu.
Dayı üzerinden kurgulanan sistem eleştirisinin bize özgü olmadığını da Fransız yönetmen Jacques Tati’nin 1958 yılında yönettiği Mon Oncle filminde gördüm. İlginç şekilde, aylak dayının başarılı eniştenin himayesinde iş bulması ve aslında yeğeni ile kurduğu yakınlığın onu ablasının ve eniştesinin modernist, baskıcı ve sistemli aile hayatından kurtaran, nefes aldıran bir ilişki olması bizdeki dayı karakterine çok benziyordu. Batan, batıran, elinden iş gelmeyen ve fakat buna rağmen kimsenin kıyamadığı, hep koruyup kolladığı dayı fenomeninin evrenselliği üzerine düşündürdü bu film beni.
Ne var ki, edebiyatçıların ve sinemacıların çizdiği bu anarşist dayı tiplemesi bütün dayıları açıklamıyor. Hatta bu batan dayı karakteri o kadar ilgi çekiyor ve o kadar aşina ki, bize diğer dayı tiplerini unutturuyor. Mesela, herkesin mutlaka Hollywood sinemasının önemli aksiyon filmlerini televizyonda tesadüfen rastlayıp birlikte izlediği bir dayısı olduğunu düşünüyorum. Elbette ki karasal yayın şebekelerinin tek seçeneğimiz olduğu zamanlarda oluyordu bu. Yani kanallar arası geziyor, eğer şanslıysak gece 10 civarı başlayan kaliteli bir aksiyon filmine rastlayabiliyorduk. Bu tip filmler özellikle genç erkekler için önemlidir çünkü içinde komploculuk, alfalık, gizemli diyaloglar, kovalamaca sahneleri ve patlayıcı düzenekler bulundurur. Yani, oğlan çocuklarının neredeyse sevdiği her şey…
Geçtiğimiz günlerde Robert Redford’un ölüm haberi üzerine, Spy Game filmini hatırladım tabii ki hemen. Bu filme kardeşimle rastlamıştık. Bir şekilde dayım da bizdeydi ve odaya girdiğinde hemen oturmuş, “Bu adamın filmleri çok kalite” gibi sıfat desek sıfat olmayan, yüklem desek yüklem olmayan, isim desek isim olmayan bir kelime ile cümleyi bitirmişti. Sinema da izlemiş filmi, çok karmaşık bulmuş ama sonu çok şaşırtıcı bitiyormuş. Bilenler bilir, ışıkların kapatıldığı ve sadece televizyon ışığıyla odanın aydınlandığı Cuma geceleri vardır. Dışarıdan bakıldığında bu televizyon ışığı ile aydınlatılan evlerin perdelerinin arasında çok hoş bir ışık sızar. İnsan merak eder, bu evde bir sıcaklık olduğunu düşünür. Biz de, dayım gelir gelmez, hemen ışıkları kapatmış tamamen filmin içinde kaybolmak için elimizden geleni yapmıştık.
Böyle dayılar da var evet. Ne zaman bir aksiyon filmi başlasa, ne zaman kanlı bir mafya hesaplaşması olsa orada biterler. Bu tip dayılarla dram filmi izlememişsinizdir. Mesela İhtiras Rüzgarları, Aşkın 500 günü, Notting Hill gibi filmler bu dayılarla izlenmez. Daha pahalı, bombaların patladığı, tırların devrildiği, ikon olmuş aktörlerin oynadığı filmlerin dayılarıdır onlar. İsimlerini bilmedikleri, bildiklerini de doğru telafuz edemedikleri aktörlerin diğer filmlerinden bahsederler, şaşırırsınız. Film izlerken yaptıkları yorumlarla filmi adeta üç boyutlu bir sinema kıvamında izletirler yeğenlerine.
Redford’un ölümü bana önce batmayan, çıkmayan ve hayatımın bazı anlarında beliren dayımı hatırlattı ve özellikle aksiyon filmlerini onunla birlikteyken çok keyif alarak izlediğimi fark ettim. Yönetmenin bir şey anlatmak isterken Tarkovsky’e gönderme yaptığı sembollerle dolu filmler yerine, bir şeyi doğrudan anlatan yönetmenlerin çektiği ve geçtiğimiz yüzyılın erkeklerinin kendilerine yakın hissettiği jönlerin oynadığı, bu dünyanın her türlü puştluğuna karşı doğru dürüst insanların, sert erkeklerin mücadele edip galip geldiği, göreceliliği reddeden, yönetmenin iç çelişkilerini anlatmak için telaş ve bunalım içinde izleyiciyi darlamadığı filmlerdi bunlar. Robert Redford ve onun kuşağıyla birlikte yitip giden dayı modeli buydu işte. Onlar gitti, hepsi gitti ama sıkça batan, eğlenceli dayılar hâlâ ayakta.