BUPAR Araştırma olarak yaptığımız Gündem Türkiye’de önemli bulgulara rastladık. Bilindiği üzere, Suriye iç savaşı başladığı günden beri Ak Parti’nin ısrarla sürdürdüğü ve kendi içinde tutarlı bir çizgide ilerleyen Suriye politikası, Türkiye’ye pek çok açıdan ağır bedeller ödetti. Bu uzun ve maliyetli süreç, sonunda “fetih” söylemleri ve sembollerle bezeli bir rejim değişikliği stratejisine evrildi. Bu yaklaşım, en azından iktidarın kendi seçmen kitlesi nezdinde, iktidarın yükünü hafifletmiş gibi görünüyor.
“Ak Parti’nin Suriye politikasını doğru buluyor musunuz?” sorusuna Ak Parti seçmeninin %74,2’si, MHP seçmeninin ise %63,2’si olumlu yanıt verirken, CHP, HDP ve İYİP seçmeninin de yaklaşık onda biri bu soruya evet yanıtını vermiştir. Bütün seçmenlerin %37,6’sı iktidarın Suriye politikasını doğru bulurken, %47,7’si ise bu politikanın yanlış olduğunu belirtmiştir.
Buna karşın CHP’nin Suriye politikasını bütün seçmenlerin içinde doğru bulanların oranı %37,8 iken yanlış bulanların oranı ise %44,7’dir. Her ne kadar toplumun yaklaşık %35’i Suriye’de yaşananların Erdoğan’ı haklı çıkardığını ifade etse de toplumun büyük çoğunluğu Suriyelilerin dönüşüyle ilgili Erdoğan’ın değil, Özgür Özel’in söylemlerini benimsemekte ve desteklemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriyeliler için söylediği “İsteyen Suriyeli kardeşlerimiz kalabilir, başımızın üstünde yeri var” açıklamasını doğru bulanların oranı %27,3’te kalırken, CHP lideri Özel’in “O senin başının üstünde oturmuyor, bizim açlarımızın aşının üstünde oturuyor” açıklamasını doğru bulanların oranı ise %55,9 olmuştur.
İktidar, Suriye konusunda oy oranının üstünde bir destek sağlamayı başarsa da bu alanda yaşanan gelişmeler toplumun ekonomik kaygılarını geri plana itmekte başarılı olamamış gibi görünüyor. Nitekim seçmenler hâlâ ülkenin en önemli sorunu sorulduğunda ekonomiyle ilgili başlıkları öne çıkartıyorlar. Ancak şu açık ki, Suriye’de yaşanan gelişmeler iktidarın “yönetebilirlik” algısını muhalefete kıyasla güçlendirdi. Bu durum ise CHP’nin önde gittiği senaryoyu kırılganlaştırıyor. İktidarın seçim öncesinde kamu harcamalarını arttırıp maaşları yükselteceği düşünülürse bu kırılganlık daha net anlaşılabilir.
Nitekim henüz bu gerçekleşmemesine rağmen 2025’in ekonomik açıdan daha iyi olacağını düşünenlerin oranı az da olsa artmıştır. Özellikle iktidar tabanında gözlenen anlamlı artış, Suriye’de yaşananların iktidar tabanında her alandaki optimizmi yükselttiği anlamına gelebilir.
Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde iktidarın CHP’li belediyelere saldırıları da iktidarın istediği sonucu üretebilir. Nitekim bu saldırının amacı da CHP’nin belediyeler üzerinden kazandığı “yönetebilir” algısını yıkmaktır. İktidar, CHP’nin belediyeler üzerinden tesis ettiği “yönetebilir” algısını yıkıp, bunu Erdoğan’ın şahsında tecessüm eden “Suriye Fatihi”, “İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının lideri” ve “Üçüncü Dünya Savaşı kapıdayken liderler arası diplomasiyi gerçekleştirebilecek tek lider” gibi güvenlik kaygıları ve “Sünni dünyanın liderliği” ile ikame ederek Erdoğan’ın yeni dönemine rıza üretmeye çalışacak.
İşte bu noktada İmamoğlu açısından sürekli olarak “Hedefte ben varım!” demek seçmende beklenen etkiyi yaratmayabilir. Bu söylem, ortadaki kavganın elitler arası bir güç ikamesinden başka bir şey olmadığını seçmene hissettirebilir. Böyle hisseden seçmen, kendisi için en fazla imkânı tanıyana daha meyilli olabilir. İktidarın elindeki kamu gücü düşünüldüğünde bu konuda iktidarın elinin daha güçlü olduğunu ifade etmek mümkün. Dolayısıyla hikâyeyi kişiselleştirmektense İmamoğlu figürü özelinde bu hikâyeyi toplumsallaştırmak çok daha uygun bir seçenektir.
Yani aslında, hedefin İmamoğlu’nun şahsında inşa edilen sosyal belediyecilik anlayışı olduğu ifade edilerek bu anlayışın vatandaşların daha müreffeh yaşayacağı ve gelir dağılımı adaletinin sağlanacağı bir iktidarın ön gösterimi olduğu vurgulanmalı. Böyle bir Türkiye’nin de bir avuç insanın milletin sırtından kurduğu şatafatlı haramzade hayata çomak soktuğu ifade edilmeli.
Dolayısıyla gerçek hedefin İmamoğlu’nun şahsında halkın daha adil, daha eşit ve daha müreffeh yaşama kavgası olduğu ifade edilmeli. İmamoğlu figürü sindirilmiş, korkutulmuş, kaygılandırılmış toplum için bir “şövalye”ye dönüştürülecekse, ki toplumsal beklenti bu yönde, bu noktada insanlara uğruna mücadele edilecek bir dünya ve bunun için mücadele eden bir lider ortaya konmalı.
Eğer ki bu başarılabilir, bu dava inşa edilip İmamoğlu’nun da adaylığı açıklanırsa artık Erdoğan, iktidara geldiği iddianın kendisiyle savaşan bir lidere dönüşecektir. Erdoğan bu durumda yine cüretkâr olmaya devam edecekse artık rakibine karşı cüretkâr olmak zorunda kalacaktır. Toplumu, onların daha iyi bir yaşama kavuşması için mücadele ettiğine inandıran bir İmamoğlu eğer var olursa Erdoğan’ın cüreti; sindirilmiş, korkutulmuş, kaygılandırılmış toplumu ayağa kaldıracak ve tüm bu duyguların yerini öfke alacaktır.
İşte bu noktada artık iktidar mücadelesi toplumsallaşmış demektir. Bunun için ilk koşul İmamoğlu’nun bu meseleyi kendi şahsından çıkartıp toplumsal bir hikâye üretmesidir. “Ben hedefteyim” lafının arkasından gelen “Neden?” sorusuna, yukarıda ifade ettiğim gibi, toplumun ana aktör olduğu bir hikâye üretilmek zorunda. Unutmamak gerekir ki insanlar sizden sizin hikayenizi değil, onlar için neler yapacağınızı duymak isterler. Tıpkı Erdoğan’ın “Sizi iç ve dış tehditlerden korudum/koruyorum” hikayesi gibi…