Tarih boyunca, içinde bulundukları dönemin büyük uygarlıkları veya devletleri arasında gerek evrensel gerekse yerel çapta çok sayıda hegemonya mücadelesi yaşandı.
Mısır-Hitit, Yunan-Pers, Roma-Kartaca savaşları, İskender’in ve Cengiz Han’ın yayılmacı politikaları, Haçlı seferleri, Hıristiyanlık içinde gelişen ve özünde Avrupa devletleri arasındaki mücadelelerden ibaret olan mezhep ayrılıkları, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı ve ardından gelen soğuk savaş bunlardan yalnızca birkaçıydı.
Hepsi belli ölçülerde insanlığı ve günümüzü etkiledi. Ancak bu etkilerin en uzun süreni ve en büyüğü, Atina ile Sparta arasında nispeten yerel çapta gelişen mücadelelerde ortaya çıktı.
Yunan medeniyetinin bu iki devleti arasındaki çekişmelerde en büyük rolü savaş değil felsefe oynadı. Bir Atina yurttaşı olan ancak Sparta’nın savaşçı, disiplinli, sert ve adeta dondurulmuş toplumsal sistemine hayranlık duyan Platon, sistemleştirdiği düşünceleriyle, ardılı Aristo ile birlikte kendisinden sonraki yaklaşık iki bin yılı etkiledi.
Böylelikle, var oldukları dönemde yukarıda sayılanlar kadar ciddi ve kapsamlı bir sıcak savaş yaşamayan bu iki devlet arasındaki hegemonya mücadelesini felsefi anlamda Sparta kazanmış ve dolaylı da olsa geleceğe yön vermiş oldu. Kölelikten feodalizme geçiş, düşünce anlamında Platon, Aristo, Stoacılık ve Hıristiyanlık zinciri ile birlikte ilerleyerek Sparta’nın dondurulmuş toplum sisteminin bir benzerinin Ortaçağ’ın feodal beyliklerinde ortaya çıkmasına yol açtı.
İki bin yıllık durgunluk, bugün tarihçilerin nasıl doğduğuna dair ortak ve kesin bir fikre varamamalarına karşın, bir şekilde feodalizmin içinden yeni bir sınıfın nüvesinin ortaya çıkması ve gittikçe güç kazanmasıyla bozuldu. Feodalitenin güç kaybetmeye başlaması, felsefi düşüncenin de tekrar canlanmasına yol açtı. 16. yüzyılda tekrar baş gösteren özgür düşünme, üretme ve sorgulama arzusu, dönemin devrimci sınıfı olan burjuvazinin yükselişiyle paralel ilerledi. Oluşan felsefi düşünce birikimi, burjuvazinin feodaliteyi tam anlamıyla yıkarak iktidarı ele geçirmesinden sonra da artmaya devam etti. İktidarı alan burjuvazi artık devrimci özelliğini kaybetmişti ve işte tam da bu süreçte Karl Marx ortaya çıktı.
Karl Marx fikirlerini, her şeyden önce burjuvazinin devrimci özelliğini kaybetmesinden yola çıkarak oluşturdu. Marx bu durumda, burjuvaziyle birlikte tarih sahnesinde yükselen bir diğer sınıf olan proletaryayı öne çıkararak, bir sonraki devrimin onlar tarafından şiddet ve diktatörlük yoluyla gerçekleştirileceğinin ve uygulanacağının teorisini kurdu. Gerçekten de yeni dünyanın iki başat sınıfı arasındaki mücadele büyük bir şiddet ve çelişkiyle devam ediyor, işçiler hayatta kalabilmek veya ailelerini geçindirebilmek adına insanlık dışı muamelelere maruz bırakılmalarına rağmen direnerek çalışmaya devam ediyorlardı. Çünkü başka şansları yoktu.
Kapitalizmin büyüme ve genişleme yılları, işçilerin insan yerine bile konulmadığı, yirmiye varan çalışma saatlerinin veya çalışırken çeşitli sebeplerle gerçekleşen ölümlerin son derece sıradan görüldüğü bir dönemdi. Marx bunun şiddetli bir devrime yol açacağını öngördü. Ancak tarihin bize gösterdiğinden yola çıkıldığında aceleci davranmış olduğu da ortaya çıktı.
Feodalitenin egemenliği, ekonomik şartların ve araçların belki de tesadüfen değişmesiyle kırılabilmiş ve bunun için yüzyılların geçmesi gerekmişti. Bu gerçek ortadayken, burjuvazinin devrimci özelliğini kaybeder kaybetmez yıkılabileceğini düşünmek sadece acelecilikle açıklanabilir.
Buna bağlı olarak, teoride zamanla farklı birtakım yanılgıların ortaya çıkması da gecikmedi. Yukarıda bahsedilen çalışma şartları karşısında Marx, bu şartların iyileştirilmesinin devrim için yararlı olduğunu ve işçi dayanışmasını güçlendirerek bilinçli mücadeleyi arttıracağını savunmuştu. İmkan ve şartların gittikçe düzelmesi tabii ki emek-sermaye çelişkisi içinde önemli kazanımlardı. Ancak bu, Marx’ın söylediği gibi, devrimi kolaylaştırmanın aksine işçi sınıfını devrim için daha isteksiz bir duruma soktu. Karın tokluğuna çalışılan bir dönemden, yaklaşık iki yüzyıl sonra kısmen de olsa kendi evini ve arabasını alabilecek düzeye gelen işçiler, devrimi unuttular ve düzen içerisinde konumlanmayı daha konforlu gördüler. Sonuçta ortaya çıkan tablo, işçi sınıfının devrimci güç olmaktan uzaklaştığını göstermiş oldu.
Bununla beraber, kapitalizmin doğuş ve gelişme sürecinde doymaksızın ihtiyaç duyulan işçilere, üretim araçlarının gelişmesiyle birlikte sayı olarak görece daha az ihtiyaç duyulur oldu. Bu dönüşüm, nüfus artışı ile birlikte devasa bir işsizler ordusunun ortaya çıkmasına yol açtı.
Ortaya çıkan durum, örnekler tam anlamıyla uyuşmasa de, kölelikten feodalizme geçiş sürecinde de yaşanmıştı. Üretim araçlarının gelişmesiyle birlikte köle emeğinin görece verimsizleşmesi, sahiplerinin kölelerine ihtiyacını azaltmıştı. Sahipler, kölelerin gereksiz bakımlarını üstlenmek istemedikleri için, kölelerin büyük bölümü azat edilmiş ve köleliğin tasfiyesine giden süreç başlamıştı. Aynı şekilde feodalite içindeki dönüşüm de sınıflar arasındaki mücadele içinde sömürülen sınıftan kopan ve özgürleşerek biçim değiştiren bir grubun nüvesinden doğmuştu. Devrimi gerçekleştirenler, toprağa bağlı çalışanlar değil bu kesimlerdi.
Sürecin benzerliği ve işsizlerin şartlar sebebiyle işçi ve diğer emekçi sınıflardan koparak zamanla devasa bir toplam oluşturması, öfkeli yığınların günümüzde işçi sınıfından ziyade işsizler arasında oluştuğunu göstermektedir. Ancak bunun devrimci bir potansiyel yaratması imkansızdır.
İşçi sınıfı, öncelikle üretime katıldığı için, ikincisi üretim sürecinde bir arada olduğu ve içinde bulunduğu şartları beraber yaşadığı için devrimci bir potansiyele sahipti. Bu durum onlara bilinç kazandırıyor, toplumsal konumlarının ve potansiyel güçlerinin farkına varmalarını sağlıyordu. Oysa işsizler, toplumun çeşitli kesimlerinden gelen ve birbirinden kopuk bir yığın oldukları için aynı bilince ulaşmaları ve bir örgütlü güç oluşturmaları mümkün değildir. Bu durumda, günümüz şartlarında şiddet kullanarak devrimci bir dönüşüme öncülük edecek bir gücün bulunmadığı açıktır.
Sovyet deneyimi, Marksizmin kapitalizm üzerine ayrıntılı, güçlü tahlili ve ortaya koyduğu bilimsel alternatifle birlikte, birtakım noktalarda ortaya çıkan teorik yanılgılarının ve pratiğinin ciddi biçimde sınanmasını sağladı. Pratikteki ilk yanılgı, proletarya diktatörlüğü olarak temellendirilen devlet yapısının bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmesiyle görüldü. Ardından bu bürokratik gücün Marksist ideolojiyi en sığ ve en tutucu bakış açısıyla ele alarak uygulamaya geçirmesi, ideolojiye güç kaybettirmekle birlikte uzun vadede teorik bazı imkanlar yaratılmasına dolaylı da olsa katkıda bulunmuş oldu.
Bugün Sovyetler Birliği’nin 74 yıllık dönemi, her şey bir kenara bırakılarak katliamlarla, tasfiyelerle, çalışma kamplarıyla anılmaktadır. Sürece şahit olanlar veya sonradan öğrenenler, izlenimlerini ideolojinin katılığına dayandırmakta ve Marksizm ile SSCB bürokrasisinin uygulamalarını birebir özdeşleştirmektedir.
Aslında aynı süreçte demokrasinin beşiği olarak görülen ABD’de yaşananlar da en azından düşünce yapılarını göstermesi bakımından SSCB’de olanlardan pek farklı değildir. McCarthy’nin başlattığı cadı avı, Rosenberglerin idamı, koskoca iki şehri yok eden atom bombaları ve Vietnam’da yaşananlar ABD’nin demokrasi ve insan haklarıyla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını kanıtlamaya yeterli örneklerdir.
Ancak SSCB’deki uygulamalar öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, bugün hiç kimse ABD’nin yaptıklarını hatırlamamakta, özünde insancıl bir ideolojinin yanlış uygulanmasının faturasıyla meşgul olmaktadır. Çünkü ne şart altında olursa olsun, devrime öncülük etmiş insanları akıl almaz işkencelerden geçirip ardından idam etmenin veya ölüm sayıları milyonlara ulaşan katliamlara imza atmanın savunulabilir bir yanı yoktur ve olamaz.
Platon’un ve ardıllarının, ortaya koydukları fikirlerle ve iktisadi şartların da katkısıyla insanlığı iki bin yıllık bir durgunluğa sokmasının bir benzerini Sovyet rejimi pratikteki uygulamalarıyla gerçekleştirmiş ve Marksist ideolojinin aynı durgunluğu yaşamasına sebep olmuştur. Sovyet bürokrasisinin tek ülkede sosyalizmin geçerliliğine uygun bir politika izlemesi ve Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki saldırısına karşı gösterilen direniş dışında, savaş öncesinde ve özellikle daha sonraki soğuk savaş yıllarında dünyanın geri kalanında yaşanan katliamlara ve sefalete gözlerini kapatarak kendisini çevreleyen uydu ve içi boş yönetimleri kalkan olarak kullanmakla yetinmesi ve zaman zaman bunlara dahi müdahale etme ihtiyacı duyması, Marksizm’in yanlış yorumlanmasına yol açan uygulamaların sadece bir kaçıdır. Bununla birlikte, yönetici zümre en başından itibaren bu şekilde dizayn edilmişken, bu elitin başına geçecek kişi ve ekibin farklı olduğu takdirde daha doğru bir politika izleneceğini savunmak da hatalı bir yaklaşımdır.
Yapılanların ve yapılmak istenenlerin bize gösterdiği üzere, rejime kalsa soğuk savaş şartlarının sonsuza kadar devam ettirileceği ve bürokratik elitin bundan zerre rahatsızlık duymayacağı açıktır. Bertrand Russell’ın yazdığına göre, Sparta’nın katı ve disiplinli eğitiminde yurttaşlara zenginliği küçümseme ve sade yaşam aşkı aşılanmaya çalışılmasına karşın hiçbir Spartalı’nın rüşvete hayır diyememesiyle ortaya çıkan yozlaşmanın bir benzeri zamanla SSCB’de de görülmüş, aralarında binlerce yıl olsa da dondurulmuş toplum yapısının bir başka benzer yönü de bu şekilde ortaya çıkmıştır. Marksizm’in bugün içinde bulunduğu durgunluğun sebebi geçtiğimiz yüzyılda gösterilen işte bu tutum ve yarattığı sonuçlardır.
Bunun yanında gelir dengesinin gittikçe bozulduğu, en zengin yüzde 1’in varlıklarının oranının her geçen gün arttığı, işsizlerin ve yoksul toplumların durumlarının gittikçe kötüleştiği, emperyalist odakların arasındaki gerilimin son seksen yılda hiç olmadığı kadar yükseldiği günümüzde, iktisadi ve toplumsal şartların Marksizmin tekrar alternatif olarak öne çıkmasına elverişli olduğu da ortadadır. Yani bir diğer deyişle, bugün Marksist ideolojinin imkanları açısından değerlendirildiğinde insanlığı iki bin yıllık durgunluğa sokan şartlar mevcut değildir. Ayrıca ideoloji içinde zamanla ortaya çıkan birtakım yanılgılara rağmen, artı değer teorisi üzerine Marx’ın yaptığı çözümlemelerin ve tarihsel materyalist bakış açısının fikirsel gücü halen geleceğimizi etkileyebilecek düzeydedir.
Ancak bunun için, yani durgunluğun ilki kadar uzamaması adına, her şeyden önce Sovyet deneyiminin yanlışlarıyla yüzleşmek zorunludur. 74 yıllık dönem bütün yönleriyle irdelenmeden ve geçmişle hesaplaşmadan geleceği düşünmek doğru olmaz. Sırf sosyalist oldukları düşüncesiyle SSCB’nin yanlışlarını savunmak ve çarpık düzene arka çıkmak, soğuk savaş günlerinin hastalığı olarak kalmalı ve günümüze taşınmamalıdır.
Marksizmin tekrar gündeme gelebilmesi ancak bu hesaplaşma yapılırsa gerçekleşebilir. Bunun için her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki, insan haklarını ve özgürlükleri ön plana almayan bir Marksist anlayışın 21. yüzyılda yaşaması ve destek bulması mümkün değildir. Muhtemel sosyalist bir düzende en kıymetli değerin insan hayatı olarak görülmesi ve bunun ısrarla vurgulanması, geçmişten ders alındığının en önemli işareti olacaktır. Bir ideolojinin, geçmişte yaşananlar sebebiyle katliamlarla ve parti içi tasfiyelerle anılması, halkın sosyalizme güvensizliğinden başka sonuç vermez. Bu hesaplaşmaya girilmediği takdirde bu düşüncelerin son bulması ve kitlelerin yüzlerini tekrar sosyalizme çevirmeleri olanaksızdır.
İletişimin alabildiğine arttığı, sosyal medyanın yaygınlaştığı, yaygın tabirle dünyanın küçük bir köy haline geldiği günümüzde, kitlelerden herhangi bir gelişmeyi saklamak, bireyi sınırlandırmak, özgürlük alanlarını daraltmak düşünülemez. Türkiye’nin de dahil olduğu, ağır aksak da olsa demokratik düzenin bir şekilde işleyebildiği ülkelerde hiçbir totaliter rejimin hayat bulma şansı yoktur. Bu şartlar altında, önümüzde proletarya diktatörlüğü teorisinin pratikte bürokratik diktatörlüğe evrildiği ve işçi sınıfının giderek şiddet içeren mücadeleden uzaklaştığı gerçekleri de dururken, Marksizmin şiddet değil ancak barışçıl ve demokratik yollarla kendini tekrar ortaya koyması ve mevcut düzene meydan okuması zorunludur.
Ancak tam da bu noktada ideolojinin tıpkı ikinci enternasyonal döneminde olduğu gibi sosyal demokrasi sınırlarına çekilme ve çerçevesini bunun etrafına oluşturma riski de vardır. Zamanla serbest piyasa ekonomisini kabullenen, ulusal burjuvazisinin ve devletin peşine takılan ve bunlar içinde yerini bulmaya çalışan bir 21. yüzyıl Marksizmi geçerli ve sağlam bir alternatif olmaktan çok, ancak ve ancak geçtiğimiz yüzyılın trajik bir tekrarı olabilir.
Buna bağlı olarak öncelikle ve sosyal demokrasi sınırlarına hapsolmamak adına, demokrasinin sadece serbest piyasa ekonomisi ile paralel şekilde yaşayabileceğini savunan klasik görüşlere de artık soru işaretiyle yaklaşmak gerekmektedir. Kapitalizmin dengesizliği günden güne arttıran yapısı, başta hukuk mekanizması içerisinde olmak üzere sınıflara farklı yaklaşımları beraberinde getirmekte, demokrasinin yara almasına sebep olmaktadır. Demokrasinin işlediği ancak emperyalist emeller uğruna yığınların savaşa gönderildiği ülkelerde insan yaşamına verilen değer açısından sınıflar arası farklılıkların belirgin bir biçimde ortada olduğu gerçeği de artan soru işaretlerinin bir başka sebebidir. Bu tablo, serbest piyasa anlayışının demokrasiyi güçlendirmenin aksine zedeleyici özellikler taşıdığının net bir göstergesidir.
Günümüz dünyasında Marksizm, bu gerçekler ışığında toplumları ve bireyleri diktatörlük, şiddet vb. tabirlerle ürkütmek yerine onlara insan hakları, özgürlük, hürriyet gibi kavramlarla yaklaşmak durumundadır. Ekonomik hürriyetin sınırlarının tartışmaya sunulması bu yönde atılacak önemli bir adım olabilir.
Hürriyet, başta liberalizm olmak üzere günümüzde geçerliliğini sürdüren akımlarda son derece önemli bir yeri olan, vazgeçilemez bir olgudur. Ancak çoğu zaman sınırları olduğu göz ardı edilmektedir. Örneğin, John Stuart Mill’in son derece basit ve anlaşılır formülasyonu ışığında, bireyin kendisini veya başka bir bireyi açıklanabilir zorunlu durumlar dışında öldürmek ya da başka türlü zarar vermek gibi bir hürriyeti olamaz. İnsan ve toplum ilişkilerinde haklı bir biçimde büyük önem verilen hürriyetin, ekonomik ilişkilerde neden sınırının olmadığı ve bu sınırların demokratik düzen içerisinde çizilip çizilemeyeceği, içinde bulunduğumuz yüzyılda Marksizm’in en fazla üzerinde durması ve tartışılmasına ön ayak olması gereken konulardan biridir.
Küçük bir zümre servetine servet katarak varlıkları üzerinde istediği tasarrufu yapabiliyorken, yığınların her an işsiz kalma korkusuyla zorlukla geçimlerini sağlıyor ya da bunu başaramıyorlarsa; yine bu küçük zümreye borçlu kalıyor olmaları ve bu durumun dengesizliği uçurum haline getirerek insanlığı bir nevi çıkmaza sokması, artık ekonomik hürriyet masallarıyla açıklanamaz.
Marksizm bir din değildir. Bunu böyle algılayanlar ve her türlü tartışmaya kapalı olanlar ideolojiye en büyük zararı verenlerdir. Özellikle tarihsel ilerleme ve emek-sermaye çelişkisi temeli üzerinde Marksizmi içinde bulunduğumuz dönemin şartlarına uygun bir biçimde yeniden yapılandırmaya çalışmak ve bunun için farklı tartışma zeminleri oluşturmak, mevcut düzenin her bakımdan ciddi bir kriz içerisinde bulunduğu günümüzde zorunluluktan da öte, insanlığa farklı bir reçete sunabilmek adına önemli bir görevdir.