Şimdiye kadar hiç kimse, insan imgeleminin keşfedilebilir yasalara boyun eğdiğini ya da fikirlerin hareketini önceden kestirebildiğini inandırıcı bir biçimde kanıtlamış değildir.
Isaiah Berlin
Liberalizmi konu eden her çalışma, kapsayıcılığından bağımsız şekilde can sıkıcı bir ikilemle, hatta utanç verici bir soruyla karşı karşıya kalır: Liberalizmden mi söz edilecektir, yoksa liberalizmlerden mi? Aynı şekilde, liberalizmin başat düşünürlerinden, teorisyenlerinden oluşan bir liste sunmak bir bakıma kolaydır. Fakat onların ortak noktalarını belirlemek ise zorlu bir yolu gerektirir.
John Locke’dan John Dewey’e uzanan bir liberal küme oluşturabiliriz ama bu kümenin elemanlarının demokrasiye, hoşgörünün sınırlarına ya da siyasi otoritenin meşruiyetine dair fikirlerindeki farklılıklar daha en baştan göze çarpacaktır.[1] Dolayısıyla başta belirtilen sorunun bezdirici niteliği, kavramlara ve ideolojilere dair çizilen çerçevelerin, ortaya konan tanımların çokluğu başlangıç noktasını yaşamsal hâle getirecektir. Bu durum özellikle liberalizm ve milliyetçilik arasındaki bağları, karşıtlıkları ele alan bir inceleme için daha da elzemdir.
Güncel tartışmalarda, ağır siyasal yükünü geçmişten bugüne muhafaza eden milliyetçilik üzerindeki aşırı yorum fazlalığının aslında iki temel ayrımdan, bir diğeri üzerinde ısrar etmekten kaynaklandığını ortaya koymak bu gerekliliğin örneğini teşkil eder. Maurizio Viroli’nin ifade ettiği gibi, milliyetçiliği tek boyutuyla ele alan kimi kavramsal ısrarlar milliyetçiliğin dilinin tarihsel kökeninin ne anlama geldiğine, yani başlangıcına dair kafa karışıklıklarına dayanmaktadır.[2] Milliyetçiliği, on yedinci yüzyılın sonlarında zuhur eden özgün dil, kültür ve etnik kimliğe bağlılık ekseninde bir olgu olarak görmek, onu homojen ve dışlayıcı bir nitelemeyle ele almaya yol açabilir. Fakat milliyetçiliğin zemininin on altıncı yüzyılda halk egemenliği olgusuyla birlikte oluşmaya başladığını görmek ise bu homojenlik ve dışlayıcılık ithamlarını bir kenara atar ve liberalizmin, belki de ayaklarının üzerinde durmasını mümkün kılan bir failliğe soyunur.
Öte yandan, tıpkı liberalizmi konu etme aşamasında yüzleşme ihtimalinin olduğu o sıkıcı soru gibi, milliyetçilik de kavramsal olarak kaçamak bir doğaya sahiptir. Bunun asıl sebebi, milliyetçiliğe dair bir saptamanın politik bir ideoloji boyutuyla kalmaması, onu biçimlendiren unsurları ve bu unsurların ilişkiselliğine dair farklılıkları gündeme getiriyor olmasıdır.
Milliyetçiliğin asli unsuru millet/ulus nedir, ne değildir? Tarihsel bir kurgu mudur, yoksa modern öncesi uzantıların bir formu mudur? Egemenliği kullanan siyasal birim olarak ulusun milliyetçilik ile bağı nedir? Bu bağın başlangıcında ulus mu asli konumdadır yoksa milliyetçilik, yapay bir kurgu olarak ulusu mu yaratmıştır? Daha da ötesi, ulus ve milliyetçiliği salt ideolojik ya da siyasal yapıp etme biçimleri olarak betimlemek, siyaset ve ideoloji dışı işlevlerini, kültürel fonksiyonunu göz ardı etmek[3] ne kadar mümkündür? Milliyetçiliğin siyasal ve ideolojik formunu, onun Anthony Giddens’ın deyimiyle “psikolojik bir olay” olmasından ne derece ayırabiliriz? Nitekim Giddens için milliyetçilik, “bireylerin bir politik düzenin üyeleri arasındaki toplumsallığı vurgulayan semboller ve inançlar dizisiyle ilişkisini” ifade eden bir fenomendir[4] ve görüldüğü üzere bir psikolojik olgu olarak siyasal düzenin ana hatlarından birini oluşturmaktadır.
Aslında bu sorulara verilen yanıtlar liberalizm ile milliyetçilik arasındaki gerilim hatlarını belirler. Gerilimin kaynağında da milliyetçilik ve onun asli unsuru ulusun tarihsel ve kavramsal çerçevesinin ne şekilde çizileceği yer almaktadır. Bu bağlamda öncelikle bir milliyetçilik çerçevesi çizmek, onun liberalizmle olan gerilimlerini ortaya koyabilmek için elzem görünüyor. Çizilen çerçevenin ardından ise gerilimin diğer ucundaki liberalizmin milliyetçiliğe bakışını ele almanın “liberalizm mi, liberalizmler mi” çatışkısını belli ölçüde dizginleyeceğini umuyoruz.
Milliyetçilik, Ulus Kavramsallaştırmaları ve Tarihsel Bağlam
Zamana yenileceğine yönelik iddiaların, çağ dışı kalacağına dair ithamların muhatabı olan, bunun yanında manşetleri ele geçirmesi, yazgıları belirleyip baştan yazması ya da onları yörüngesinden çıkarması hiç de sürpriz olmayan milliyetçilik; devrimler, ayaklanmalar, uzlaşılar, kazanılan bağımsızlıklar gibi siyasi projelerin başat unsuru olagelmiştir. Liberalizmden muhafazakârlığa, sosyalist devrimlerden sömürge karşıtı ayaklanmalara kadar birçok toplumsal gelişmede milliyetçilik bir aktör olarak açığa çıkmış, kendisi dışında siyasi ideoloji ve tahayyüllerin ayağının yere sağlam basmasını sağlamıştır.
Craig Calhoun, şiddet ve savaş yüklü kolektif maceraların, alenî mücadelelerin sonrasında milliyetçiliğin takatten düştüğünü belirten yorumların yanıldığına dikkat çeker. Çünkü milliyetçilik, sadece bu olaylarla değil, bu olayların ardında onları belirleyen, dünyayı uluslardan ve onların etkileşiminden ibaret ele alan bir görme/duyma ve dile getirme örüntüsüdür.[5]
Milliyetçiliğin siyasal bir aktör olarak sürekliliğini tüm ithamlara rağmen sürdürmesini liberal özlemlere duyulan derin saygıya rağmen bu özlem ve saygıyı savunan düşünsel ve siyasal tahayyüllere yönelik bir meydan okuma olarak görmek de mümkündür.[6] Nitekim, düşünsel ve siyasal boyutlar söz konusu olduğunda liberalizme ve diğer “-izm”lere kıyasla, Hobbes’lar, Tocqueville’ler, Marx’lar yaratamayan milliyetçiliğin siyasal manada muhafaza ettiği gücü, onun paradoksu olarak görülebilmektedir.[7] Başka bir deyişle milliyetçiliğin diğer ideolojilere kıyasla entelektüel eksikliği ile toplumsal ve siyasal etkinliği arasındaki orantısızlık onu, liberalizm(ler) ya da sosyalizm gibi salt belirli bir toplumsal-tarihsel dönemin ürünü ve tutarlı bir ideolojik form olarak konumlandırmayı engeller. Böyle bir çaba, milliyetçiliğe dair bir kavrayış geliştirmede fazla önyargılı davranmış olacaktır.
Milliyetçiliğin bu paradoksunun yanında bir diğer özgün yanı, özellikle on dokuzuncu yüzyıl entelektüelleri ve elitleri için “geçici bir aşama” olarak görülmesidir. Bunun nedeni, milliyetçiliğin doğrudan millî bilinç ile özdeştirilmiyor olmasıdır. Döneme hâkim anlatı, devletin siyasi sınırları ile aidiyet kurulan milletin yaşadığı coğrafyanın denk olmasına dair özlemler nedeniyle milliyetçiliğin, millî bilincin büyümesinin hem nedeni hem de sonucu olarak görülmesidir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Alman ve İtalyan siyasal birliklerinin, kendi kaderlerini tayin etme gayelerinin gerçekleşmesiyle birlikte “yaralanmış millî bilincin patolojik iltihaplanması” olarak milliyetçiliğin de sönümleneceğine inanılıyordu.[8] Nitekim milli birlik, deneyimlenmesi için siyasal bir yönelime, milliyetçiliğin formunda bir siyasal programa ihtiyaç duymaz; millî birlik, dil, sembol ve kültürün ayırt edici deneyimleri gereği, söylemsel olarak zuhur eder.[9]
Milliyetçilik bu söylemi siyasal bir programa tercüme eder. İlginç olan şu ki o dönemin milliyetçilik anlayışında, özellikle Alman ve İtalyan örneklerinde, liberal reformlar ulusal bütünlüğün, yeniden canlanmanın ve gücün elde edilmesi için zorunlu olarak kabul edilir.[10]
Patolojik bir olgu ya da salt ideoloji olup olmadığına bakılmaksızın milliyetçilik ile millet kavramları arasındaki öncelik sorunu, liberalizm ile milliyetçilik arasındaki korelasyonu şekillendiren bir gerilim olarak karşımıza çıkmaktadır. Güncel durumda bu öncelik sorunu, milliyetçiliğin ortaya koyduğu politik ve psikolojik dayanaklılık nedeniyle belirleyici bir anlamı olmasa da, liberal değerler ile milliyetçiliği birlikte anlamaya zemin oluşturması anlamında ele alınmayı hak ediyor.
Buradaki dikkat çekici husus, milliyetçiliğin ulusu yarattığını, kurguladığını savunan modernist yaklaşımların da çözümlemeye ulus gerçekliğinden başlıyor olması… Eric Hobsbawm, bir topluluğu ulus olarak tanımlayacak temellerin hemen her birinin nesnellik bağlamında itirazla karşılaşacağını belirterek ulusun aslında milliyetçiliğin bir yaratımı olduğuna vurgu yapar. Ulus, birtakım sosyal mühendislik, icat ve yapaylık gibi unsurlarla kurgulanmıştır, toplumsal bir birim olarak kabul edilmesi ise ancak modern ulus devlet ile ilişkilendirilmesi şartıyla mümkündür: “Kısacası, analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.”[11] Halk ile ulus arasında, ulus olma eşiği ekseninde ayrıma giden Hobsbawm için halkın ulus olma eşiğine gelmesi, “ulus”un mevcut emperyal devletle tarihsel bağı olması, yazılı bir edebi ve milli anadile sahip olan kültürel elite sahip olmasıyla mümkündür.[12] Ayrıca modern bir olgu olan ulus, hem doğuşunun serbest ticaret liberalizmiyle çakışması hem de geleneksel toplumsal yapılara karşıtlık oluşturması bakımından liberal ideolojinin bir parçasıdır: “Millet, mantıksal zorunluluktan çok, uzun süredir onlarla birlikte anıldığı için büyük liberal sloganlarla bağlantılıydı: Çünkü özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi.”[13]
Modernist yaklaşımın bir diğer önemli ismi Ernest Gellner’e göre ise kapitalist gelişmenin geldiği düzey, yani sanayi devrimi, tek bir toplum türünü, kültürel türdeşliği zorunlu kılmıştır. Bu sebeple ulus, türdeşliğin nedeni değil, bir bakıma tarihsel gelişmelerin talep ettiği zorunlu türdeşliğin bir sonucu olarak oluşmuştur.[14] Benedict Anderson’a göre ise ulus, değişmez ve hiyerarşik yapıların çözülmesiyle eş zamanlı olarak açığa çıktığı için egemen, hiçbir ulus insanlığın tümüyle kendini özdeş göremeyeceği için sınırlı hayal edilmiştir. Hayal edilen bir mefhum olmasının nedeni de tekil düzeyde birbirini somut olarak tanıması imkânsız olan insan grubunun zihnindeki yaratı olmasıyla ilgilidir.[15] Bu noktada Anderson’un ulusu, hem modern bir olgu hem de modern öncesi bir topluluksal ilişki biçimi olarak cemaat şeklinde nitelendirmesine de dikkat çekilmelidir.
Etienne Balibar için ise ulusun bir siyasi birim olarak benimsenişi on yedinci yüzyılda doğup serpilmekte olan ve şehir devletleri ya da Birleşik Eyaletler gibi hegemonya biçimleri karşısında tereddüde düşmüş kapitalist burjuvazinin, sınıf mücadelesinde devletlerin siyasi gücünü yanlarına çekmek adına verdiği bir yanıttır.[16] Yaşanan değişimlere karşı farklı sosyo-politik örgütlenme tarzlarıyla cevap verilmeye çalışılsa da başat ve işleyen yapı, ulusu asıl siyasi birim kabul eden devlet olmuştur.
Bu noktaya kadar görüşleri serimlenen modernist yaklaşım, ulusu tarihsel döneme özgü siyasal bir yanıt olarak tanımlamakta, onun son kertede bir kurgu, yapay bir olgu olduğuna işaret etmekte… Milliyetçilik bu noktada kurucu unsur olarak işaretlenirken liberalizmin ve kapitalist gelişmenin ulus örgütlenmesini talep ettiğine vurgu yapmaktadır. Bu vurguyu kabul etsek bile, özellikle Balibar’ın altını çizdiği husus bağlamında, neden diğer örgütlenme tarzlarının değil de ulusun işlediği sorusu, içerik olarak olmasa da politik gerçekliğin ele alınması açısından yaşamsaldır. Bu bağlamda tarihsel zaman içinde kurgulanmış olduğu kabul edilse bile, günümüzde de ister karşı çıkılsın, ister benimsensin, isterse öneminin abartıldığı çeşitli vesilelerle ifade edilsin, gerçekten var olan ulusa odaklanmak faydalı olacaktır.[17]
Modernist yaklaşımın tersine ulusu, modern dönem öncesi ethnieler ile sürekliliği çerçevesinde ele alan Anthony D. Smith, ulusu modern bir olgu ve tarihsel bir kurgu olarak gören yaklaşımı eleştirmektedir. Smith’e göre “aşırı öznellik” ve muğlak yorumlar nedeniyle tarihsel anlamlarını, köklerini göz ardı ederek ulus olgusunu ele almak, karşımızdaki realiteye dair derin bir kavrayışı engelleyen bir önyargıya dönüşmektedir.[18] Smith, kimi yorumcularca milliyetçiliğe dair modernist yaklaşıma mesafe koymayı öncelikli görmekle eleştirilse de ulusun istikrarlı bir sosyal ve politik birim olmayı sürdürmesinde ve ulusal kimliklerin oluşmasında modernlik öncesi kökenlerin ya da kökenlere dair varsayımın etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Nitekim Smith için asıl olan, milliyetçiliğin tarihsel yerleşmişliğinin diğer ideolojik kurgulara göre daha yetkin olması ve popülerliğini de buna borçlu olmasıdır.[19]
David Hume, tarihsel yerleşmişlik olgusunu hatırlatacak şekilde, ulusal kimlikleri dil, ulus ve devlet gibi olguların örtüşmeye varan etkileşiminden doğduğuna vurgu yapar. İnsanlar bu örtüşme düzeyinde kültürel yaşam ve gelenekler/alışkanlıklar açısından bir tutarlılık görür, onu deneyimler. Ulusal kimlik bu örtüşme ve tutarlılık ekseninde şekillenir. Bu eksende vuku bulan ulusal karakter de hükümetinin otoritesini kabul edip onu izler. Aslına bakarsanız bu yaklaşım, Hume’un deyimiyle, insan zihninin taklit etmeye eğilimli olması ve aynı dilin ve üslubun gölgesinde tutum ve tavırların da benzerlik göstermesinin bir sonucudur.[20] Bu durumun bir diğer yüzü, insanların belirli bir toplumsal gruba ait olması, bu grup Benedict Anderson’un deyimiyle hayali bir özdeşleşmeyi gerektirse de, bu aidiyete içkin deneyimlerin diğer gruplarından farklılığının zihnin bir eğilimi olmasıdır. Dolayısıyla “hayali” nitelemesini, bir gruba ait olmanın ve diğer gruptan farklı olmanın imgesel boyuttaki bilinçli edimi olarak kabul etmek de mümkündür.
Liberal Değerler ve Milliyetçilik
Liberal ve ulusal değerler arasındaki gerilime içkin çatışmaların başında bireyin konumlandırılışı gelir. Bireyin refahının hangi kültürel ve siyasal toplumda gerçekleşeceği, bunun nasıl şekilleneceği bu durumun somut karşılıklarından biridir. Daha genel çerçevede bu çatışmalar, soyut olarak tanımlanan birtakım görev ve yükümlülüklerle bireyin somut durumu arasında göz ardı edilemeyen “mantıksal kıyaslanamazlıkların” bir sonucudur.[21] Yukarıda da değinildiği gibi, her ne kadar defalarca sönümleneceği, modasının geçeceği düşünülse de milliyetçilik, potansiyelini koruyan bir psikolojik olay ve ideolojidir. Liberalizm ya da liberalizmler ise kendi değer setlerinin somut karşılığı açısından milliyetçiliğin aslî unsuru ulusa bu bakımdan mecburdur.
Bu mecburiyet çerçevesinde liberalizmin temel endişesi olan bireyin konumu ve onun her türlü aşkın ve rastlantısal doğuma dayalı eşitsizlikten, değişmez sosyal ve politik hiyerarşilerden muaf olması, milliyetçilik paradigmasında nasıl karşılık bulur sorusu önem arz ediyor. Keza, milliyetçiliğin parametrelerinden biri olan ve ulusun, siyasi bir birim olarak kalıcılığını, işlevselliğini mümkün kılan organik toplum anlayışı, onu salt bir sosyal grup olmaktan çıkaran, sadakat öznesi ve milliyetçiliği de psikolojik bir olgu hâline getiren husustur. Bu noktada hatırlatmakta fayda var: Milliyetçiliğin ulusu var ettiğini ve ulusun “hayal edilmiş” bir olgu olduğunu belirten Anderson, onun egemen olarak “hayal edilmesini” rastlantısal doğumla, değişmez hiyerarşilerle bezeli geleneksel yapıların çözülüşüne bağlamaktaydı. Bu bakımdan siyasal ve toplumsal birim olarak ulusun, liberalizmin itiraz ettiği sosyal ve politik hiyerarşilerin ötesinde bir yapı olduğunu işaretlememiz gerekiyor.
Öte yandan, burada insan doğasına dair önkabullerde farklılık olduğu söylenebilir, fakat insan doğası üzerine düşünmek, tek başına bütün insanların eşit olduğunu belirtmek değildir. Milliyetçiliğin insan doğası tasavvuru, insanın sosyal bir varlık olduğu ve kendine özgü rolleri, değerleri ve fikirleri içine doğduğu sosyal birim olan ulus içinde edindiği şeklindedir.[22] Ulus bu anlamda, bireye bir tür bilişsel harita sunar. Ulusu hem diğerlerine kıyasla işleyen bir siyasi birim hem de bireyin, kendini konumlandırdığı sosyal bir grup kılan da bu birimin yapay olamayacağı fikrini somutlaştıran da bizatihi modern siyasal deneyimin kendisidir. Ulus-üstü örgütlenmelerin, kırılganlıklarını her seferinde daha da derinleştiren krizleri ve bir sadakat öznesi olamamaları, başka bir deyişle, ulusun bir ferdi olmanın psikolojik bir olay olarak fazlalığı bu durumun göstergesidir.
Öte yandan ulusu salt, bireyin değişmez hiyerarşilere boyun eğdiği bir yapı olarak ele almanın da verimli sonuçlar üretmediğine değinmek gerekiyor. Miroslav Hroch bu bağlamda, ulus olgusunu verimli ve diyalektik çerçevede ele aldığını iddia ettiği çalışmasında başlangıç noktasını, “bireyin toplum içindeki yerinin bazı değişmez özelliklere göre belirlenemeyeceği, sadece bireyin toplumla olan ilişkisine ve bu ilişkiler içindeki yerine göre idrak edilebileceğinin kabulü” olarak belirliyor. Bu kabul, bir ulusun üyeleri arasındaki ilişkileri kendine özgü bir dinamizmle, görece bir süreklilikle ve genellikle, dışarıdan müdahalelerle kolay kolay feshedilemeyen, açıkça tanımlanmış bir düzenin varlığıyla tanımlıyor.[23] Feshedilemeyen ve açıkça tanımlanmış bir düzenin rıza üretme mekanizması, yani bireyi ikna etmesi bu noktada dikkate değer. Her ne kadar John Gray gibi isimlerin de belirttiği gibi liberalizm, bireyin her türlü kolektif karşısında ahlaki üstünlüğünü temel alsa da[24] modern çağda ulusun, diğer toplumsal yapı ve kolektiflere kıyasla sağladığı tutunumu göz ardı etmemek gerekiyor. Çünkü bir ulusa aidiyet, diğer toplumsal yapıların parçası olmanın tek tip ve mekanik ilişkilerden kaynaklanan bağlarından ayrı bir olgudur.[25]
Burada kısa bir parantez açarak milliyetçiliğin yoğunluklarından söz edebiliriz. Zira milliyetçiliğin diğer ideolojilere kıyasla sahip olduğu psikolojik boyut ve sağladığı tutunum, yoğunluğuna göre, yurtseverliğe de faşizmin türevlerine de yol açabilir. Liberal değerler ve düzenlemeler bir realite olarak varlığını sürdüren, entelektüel yoksunluğuna rağmen siyasal ve toplumsal yazgıyı belirleme kudretini muhafaza eden milliyetçiliği, onu küçümsemeden ve bu realiteyle kavga etmeden dengeleyebilir. Yurtseverlik de bu bağlamda, milliyetçilikten soyut düzeyde ayrılsa da aslında onun bir türevi olarak okunabilir. Nitekim Maurizio Viroli’nin de belirttiği gibi yurtseverlik, sınırları belli bir coğrafyada yaşama iradesini ifade eder. Bu iradenin dayanaklarını ise o ülkenin politik kurumlarına güvenin tesisi ve gelecek tahayyülünde bulunabilmek oluşturur. Bu husus, milliyetçiliği salt politik güvensizliğin tepkisel ya da dışlayıcı formu olmaktan çıkaracak, onu belirli bir tikelliği yüceltmekten kurtaracaktır.
Nitekim Liah Greenfeld’in ifade ettiği gibi milliyetçilik, zorunlu olarak belirli bir tikelliğin biçimi, ona özgü bir görme ve duyma biçimi değildir. Milliyetçiliğin dayandığı temel, Greenfeld’in ortaya koyduğu gibi, on sekizinci yüzyılın sadakat öznesi, belli bir tikelliğe bağlanma ya da Alman milliyetçiliğinde görüldüğü gibi başka bir tikelliğe duyulan hınç değil, halk egemenliği kavramıdır. Ulus fikrinin istikrarı ve gücü, belirli bir halkı, on altıncı yüzyıla kadar dar bir elit kesimi ifade eden ulus kavramını bütün bir halkı kapsayacak şekilde genişletmesine dayanmaktadır. Ulus, elitin eş anlamlısı olarak, o zamana değin aşağılayıcı bir anlamı olan halkı elit düzeyine çıkarmış ve onu politik işleyişin zemini kılmıştır.[26]
Bu açıdan bakıldığında milliyetçiliği sivil ve etnik diye ayırmanın realitede pek bir bağlayıcılığı olmadığını söylemek mümkündür. Keza sivil milliyetçilik (civic nationhood) bu anlamda kültürel kaygıları ön plana almamayı, böylece bireyi salt bir ulusun üyesi olarak değil, ortak bir yurttaşlık vizyonu ekseninde sorumlu kılmayı hedefler.[27] Fakat soru şudur: Somut durumda sivil milliyetçilik ile dışlayıcı nitelikleri öncelikli olarak gören etnik milliyetçilik arasındaki ayrım ne kadar işlevseldir? Milliyetçilik söz konusu olduğunda bu ayrımın, belirli durumlarda birinin, ekseriyetle kriz anlarında ise diğerinin ön plana çıkması şeklinde bütünlük arz ettiğini söylemek zor olmayacaktır. Öte yandan ulus, kökenlerin anlamları konusundaki tartışmalar bir yana, modernlik öncesi anlamlardan beslendiği gibi gelecek tasavvurundan, politik kurumlara güvenden ve yaşama iradesinden de beslenir. Bu perspektifte günümüzde liberalizm, milliyetçiliği ile övünmeyen bir milliyetçiliği, karşısındaki ulus realitesini kabul ederek mümkün kılabilir.
Nitekim John Stuart Mill’in altını çizdiği gibi, bir ulusun “ulus” olarak kalabilmesi, kendi özgünlüğünü muhafaza edebilmesi, bireyselliğin önemini kavramayı sürdürmesiyle olanaklıdır. Gelenekler de bir ulusun gelişimini durduran yapılar olmak bir yana, aşırılığı engelleyen bir güvenceye dönüşebilir.[28] Mill için en güçlü “milli ruh”a sahip uluslar, en az milliyetçilik yapanlardır. En az milliyetçilik ise dışlayıcı ve tikelliği ön plana çıkaran bir yaklaşımın yerini milliyetçilik ile liberalizmin karşılıklı korelasyonunun alması ile mümkündür. Bu durumun kaynağında ulus realitesini, milliyetçiliğin psikolojik fazlalığını küçümsemek yerine, onları süregiden gerçeklikleri içinde kabul etmek yatıyor görünmektedir.
Güncel Tartışmalar: Liberalizmin Krizi ve Ulus
Milliyetçilik, entelektüel yoksunlukla ya da bir pantheona sahip olmamakla, dönemsel bir toplumsal-siyasal arıza olmakla itham edilse de çağımızın realitesi içinde bütün bunlar realiteden kaçış anlamına gelecektir. Tarihsel bağlamda da ister bir kurguya isterse de modernlik öncesine dayansın, politik kudretini ve bireyi konumlandırma kudretini muhafaza ediyor. Onu salt politik manipülasyon, bilgi eksikliği gibi durumların tezahürü olarak gören ve liberalizmin eleştirelliğini bu dar kalıba hapseden güncel yorumlar, en iyi durumda, liberalizmin değer setleriyle ve tarihsel olgunluğuyla bağdaşmayan bir zihniyet içinde. Buna yol açan durum, ulusun ve milliyetçiliğin, diğer tüm kolektif ve ideolojilere kıyasla sahip olduğu gerçekliğin ta kendisidir.
Yeal Tamir’in de ifade ettiği gibi milliyetçilik, yirmi birinci yüzyılda da ortadan kalkacakmış gibi görünmüyor. Bu yüzden, kendilerini yirminci yüzyılın muzafferleri olarak ilan eden liberallerin bu zaferi milliyetçilerle, hatta belki köktencilerle bile paylaşması gerekebilir.[29] Avrupa’da “aşırı sağ”ın yükselişinin tartışıldığı şu günlerde bu yorum, liberalizm açısından başlangıçta incitici görünse de milliyetçiliğin sürekliliğinin göz ardı edilmemesi birçok açıdan faydalı olacaktır.
Bu bakımdan milliyetçiliğin, işleyen ve somut karşılığı olan bir yanıt olma potansiyelini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Onu tümüyle rasyonel bir çerçevede ele almak ve yargılamak yerine liberalizm, Gregory Jusdanis’in milliyetçiliği görme biçimini tekrar gündemine almayı, düşünsel parametresine dâhil etmeyi tahayyül etmelidir. Nitekim Jusdanis’e göre milliyetçilik, ilerleme tahayyülüne dayanan ve milliyetçiliğin bu tahayyülde başat rolü üstlendiği bir yanıt sürecidir. Kendi toplumlarının geç kalmışlığını keşfeden entelektüel ve siyasi elitlerin, milliyetçiliği bu gecikmişliğe verdiği yanıt olarak düşünmelerinin,[30] Balibar’ın not ettiği, on yedinci yüzyıl kapitalist burjuvazisinin kaygılarıyla benzerliği anlamlıdır.
Her ne kadar liberalizmin krizinin entelektüel ve medyatik tartışmalara ciddi malzeme verdiği, liberal demokrasilerin kırılgan hükümetlerle ve toplumsal taleplerin ağırlığıyla hiç olmadığı kadar baş etmek zorunda kaldığı zamanları yaşıyor olsak da onun zayıflıklarını, krizin nedenlerini ve ulus/milliyetçilik realitesinin liberalizmle olan korelasyonunu ele almak elzem görünüyor. Nitekim bugün liberalizm, milliyetçiliğin de öncesinde zuhur eden ve somut gerçekliğini sürdüren millî birliğin bağlarını zayıflatan, kozmopolitizminin de rehberliğinde geriye sadece atomize bireyler karmaşası bırakan bir ithamla karşı karşıyadır. Bu ithamın karşısında liberalizm, milliyetçiliğin talep ettiğini iddia ettiği siyasi tikelliği, ahlaki evrenselcilik ile buluşturabilir, siyasal birim olarak ulusun dayanaklılığını kabul edip kendi doğasına içkin bir uzlaşıyı gündeme getirebilir.[31]
Başka bir deyişle liberalizm, içine düştüğü krizden milliyetçiliğin kapasitesiyle barışarak çıkabilir. Bu barışın iki unsuru söz konusu: Birincisi, siyasal birim olarak ulusu siyasi istikrar öğesi olarak kabul etmek. İkincisi, entelektüel zayıflığına karşıt oluşturacak denli bireyin görme ve duyma biçimlerini şekillendiren milliyetçiliği, liberal değerlerin paydaşı kılmak.
Liberalizm bu krizden kurtuluşunu, milliyetçiliğe yaşadığımız dünyayı şekillendirmeyi sürdüren bir gerçeklik şeklinde yaklaşmakta bulabilir. Kısacası liberal paradigma, milliyetçiliği salt olgunlaşmamış bir siyasi tepkisellikle itham etmekle kendi krizinin giderek derinleşmesine katkıda bulunuyor olabilir. Bu minvalde liberal siyaset, içinde yaşadığımız gerçekliğin her türlü ulus-üstü, ulus-altı müdahaleye rağmen istikrarlı unsuru olmayı sürdüren ulus realitesi ekseninde kendi krizine son verebilir.
KAYNAKÇA
- Anderson, B., Hayali Cemaatler, çev. İ. Savaşır, İstanbul: Metis Yayınları, 2011.
- Balibar, E., “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler, E. Balibar, I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, İstanbul: Metis Yayınları, 1995.
- Beiner, R., Liberalism, Nationalism, Citizenship, Vancouver, Toronto: UBC Press, 2002.
- Berlin, I., Kirpi ile Tilki Seçme Metinler, der. M. Borovalı, çev. M. Tunçay, Z. Mertoğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
- Calhoun, C., Milliyetçilik, çev. B. Sütçüoğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.
- Gellner, E., Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B. Ersanlı Behar, G. G. Özdoğan, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992.
- Giddens, A., Ulus Devlet ve Şiddet, çev. C. Atay, İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2008.
- Gray, J., Liberalism, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2003.
- Greenfeld, L., “Alman Milliyetçiliğinin Doğuşu”, çev. Y. Şahin, Doğu Batı, 39, 2006.
- Greenfeld, L., Milliyetçilik Moderniteye Giden Beş Yol, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017.
- Hobsbawm, E., Milletler ve Milliyetçilik, çev. O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010.
- Hroch, M., Avrupa’da Milli Uyanış, çev. A. Özdemir, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
- Hume, D., Siyasi Denemeler, çev. İ. H. Yılmaz, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2017.
- Jusdanis, G., Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
- Jusdanis, G., The Necessary Nation, Princeton and Oxford: Princeton University Press, 2001.
- Ryan, A., “Liberalism”, A Companion to Contemporary Political Philosophy, ed. R. E. Goodin, P. Pettit and T. Pogge, Malden, Oxford, Victoria: Blackwell Publishing, 2007.
- Smith, A. D., Millî Kimlik, çev. B. S. Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990.
- Smith, A. D., Ulusların Etnik Kökeni, çev. S. Bayramoğlu, H. Kendir, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2002, s. 25-28.
- Smith, A. D., Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. D. Kömürcü, İstanbul: Everest Yayıncılık, 2002.
- Tamir, Y., Liberal Nationalism, Princeton: Princeton University Press, 1993.
- Vincent, A., Modern Politik İdeolojiler, çev. A. Tüfekçi, İstanbul: Paradigma, 2006.
- Viroli, M., Vatan Aşkı, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.
- Yack, B., “Reconciling Liberalism and Nationalism Nationalism: Five Roads to Modernity by Liah Greenfeld; Nations without Nationalism byJulia Kristeva; Liberal Nationalism by Yael Tamir”, Political Theory, Vol. 23, No. 1, 1995.
[1] Alan Ryan, “Liberalism”, A Companion to Contemporary Political Philosophy, ed. R. E. Goodin, P. Pettit and T. Pogge, Malden, Oxford, Victoria: Blackwell Publishing, 2007, p. 360.
[2] Maurizio Viroli, Vatan Aşkı, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997, s. 17-18.
[3] Anthony D. Smith, Millî Kimlik, çev. B. S. Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, s. 8.
[4] Anthony Giddens, Ulus Devlet ve Şiddet, çev. C. Atay, İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2008, s. 159.
[5] Craig Calhoun, Milliyetçilik, çev. B. Sütçüoğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007, s. 1-2.
[6] Bernard Yack, “Reconciling Liberalism and Nationalism Nationalism: Five Roads to Modernity by Liah Greenfeld; Nations without Nationalism byJulia Kristeva; Liberal Nationalism by Yael Tamir”, Political Theory, Vol. 23, No. 1, 1995, pp. 166-182.
[7] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, çev. İ. Savaşır, İstanbul: Metis Yayınları, 2011, s. 19.
[8] Isaiah Berlin, Kirpi ile Tilki Seçme Metinler, der. M. Borovalı, çev. M. Tunçay, Z. Mertoğlu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 307-308.
[9] Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 1998, s. 11.
[10] Liah Greenfeld, “Alman Milliyetçiliğinin Doğuşu”, çev. Y. Şahin, Doğu Batı, 39, 2006, s. 51.
[11] Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, çev. O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 23-24.
[12] Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, s. 54-55.
[13] Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, s. 57.
[14] Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B. Ersanlı Behar, G. G. Özdoğan, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992, s. 79-80.
[15] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, s. 20-21.
[16] Etienne Balibar, “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler, E. Balibar, I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, İstanbul: Metis Yayınları, 1995, s. 113-114.
[17] Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış, çev. A. Özdemir, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s. 8.
[18] Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni, çev. S. Bayramoğlu, H. Kendir, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2002, s. 25-28.
[19] Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. D. Kömürcü, İstanbul: Everest Yayıncılık, 2002, s. xiii.
[20] David Hume, Siyasi Denemeler, çev. İ. H. Yılmaz, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2017, s. 198.
[21] Yael Tamir, Liberal Nationalism, Princeton: Princeton University Press, 1993, p. 6.
[22] Andrew Vincent, Modern Politik İdeolojiler, çev. A. Tüfekçi, İstanbul: Paradigma, 2006, s. 405.
[23] Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış, s. 23.
[24] John Gray, Liberalism, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2003, p. xii.
[25] Miroslav Hroch, Avrupa’da Milli Uyanış, s. 24.
[26] Liah Greenfeld, Milliyetçilik Moderniteye Giden Beş Yol, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017, s. 19-24.
[27] Ronald Beiner, Liberalism, Nationalism, Citizenship, Vancouver, Toronto: UBC Press, 2002, p. 116.
[28] John Stuart Mill, Hürriyet Üzerine, çev. M. O. Dostel, Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu, 2003, s. 134-135.
[29] Yael Tamir, Liberal Nationalism, p. 3.
[30] Gregory Jusdanis, The Necessary Nation, Princeton and Oxford: Princeton University Press, 2001, p. 7.
[31] Heather Pangle, “Liberalism and Nationalism”, National Affairs, 2019. Link: https://www.nationalaffairs.com/publications/detail/liberalism-and-nationalism
NOT: Friedrich Naumann Vakfı’nın desteğiyle yayımlanmıştır. Burada ifade edilen görüşler yalnızca yazarlara aittir. Bu görüşler Friedrich Naumann Vakfı’nın görüşlerini yansıtmayabilir.