Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmelerle ilgili politik literatüre uymayan atipik bir durum olduğu yönünde genel bir kanı var. Üstelik bu kanı siyasi mücadeleyi anlamsızlaştıran bir umutsuzluk da yaymakta.
Demirel’in meşhur “boş tencere hükümet götürür” vecizinin gerçekleşmemesi, siyaset olarak salt ekonomik çöküşe, hükümetin basiretsiz yönetim şekline bel bağlayan muhalif partileri derinden sarstı. Genel görüş, hiçbir şey yapılmasa dahi seçimlerde hükümetin kaybedeceği yönündeydi.
Bazılarına göre birçok şey yapılarak, bazılarına göreyse gerçekten hiçbir şey yapılmayarak seçime girildi ve sonuçta yine muhalefet kaybetti. Oysa tüm muhalif televizyonlarda çarşı pazar gezen muhabirler hayat pahalılığı altında ezilen halkın haklı isyanını yansıtmışlardı hep. Bu durumda iktidarın değişmesi kaçınılmazdı. Peki neden değişmemişti?
Elbette bir siyasi analiz yaparken toplumsal gerçekliğe ilişkin “bilgiye” doğrudan ulaşılabileceği düşüncesi koca bir yanılsamadan ibarettir. Sosyal hayatın anlamsal derinliklerini kimi zaman konjonktürel kimi zaman yapısal siyasi tercihlerden çıkarmak kolay değildir. Yine de bize ait siyasi ya da sosyal bir durumu biricik ya da atipik kabul etmek, en hafifinden fazlasıyla içe dönük bir değerlendirmenin tezahürüdür. Her zamanki gibi tarihsel bakış açısı muhtemel hakikate bizi biraz daha yaklaştıracaktır.
Kapitalizmin yapısal olarak büyük krizler üreten bir sistem olduğunu ileri süren Marx, bundan dolayı bu sistemin çökmeye mahkûm olduğunu iddia etmişti. Bu durum tarihsel bir kaçınılmazlıktı. Bir sosyalist vesayet döneminden sonra, ki bu proletarya diktatörlüğü olacaktı, devlet gereksiz kalacak, hukuk sadece nostaljik bir kavram olarak hatırlanacaktı. Çünkü bu iki kurum da işlevini yitirecekti. Ancak beklenen kehanet bir türlü gerçekleşmeyince teorideki eksiklikler diğer Marksist düşünürler tarafından tamamlanmaya çalışıldı.
İtalyan Komünist Partisi’nin kurucu üyelerinden ve bir dönem liderliğini de yapmış olan Antonio Gramsci “hegemonya” kavramıyla kapitalist sistemin nasıl rıza ürettiğini ortaya koyacaktı. Ortodoks Marksizm’in öngördüğü kaçınılmaz sosyalist devrim, yaratılan hegemonik ortam yüzünden gerçekleşmemişti. Gramsci’nin aslında cevabını aradığı soru, ekonominin buhrana girdiği bir ortamda sosyal bir sistemin nasıl hayatta kalabildiğiydi. Böyle bir durumda neden sosyal bir patlama olmuyordu?
Gramsci’nin iddiasına göre sınıf egemenliğinin karmaşık doğası sebebiyle sosyal düzen, tam da bir kriz nedeniyle ayakta kalabilmekteydi. Burjuvazi sadece üretim araçlarını kontrol ettiği için değil, aynı zamanda devlet ve sivil toplum üzerinde bir hegemonya kurduğu ve buradan kendisine ve iktidarına bir rıza üretebildiği için sistemi devam ettirebiliyordu. Burada, Marx’ın altyapı üstyapıyı belirler yaklaşımının tersine, iktidarın kültürel bir hegemonya yarattığı, bunun sonucunda da iktisadi bir buhranın görece önemsizleştiği anlatılmaktaydı.
Hegemonya terimi özelinde, sınıfsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimini ve toplumsal etkileşim biçimlerinin yanı sıra, siyasal iktidarın toplumu nasıl yönettiğini de gözlemlemek mümkündür. Yönetime ve siyasal egemenliğe ağırlığını koyan her sınıf, sivil toplum düzleminde tüm toplumu yönetmeye gücü olduğunu ortaya koymak zorundadır. Mutlak iktidar ancak bu iddianın uygulamaya konulmasıyla sağlanacaktır.
Hegemonik bir siyasal ve toplumsal atmosferde yönetici sınıfın çıkarı, evrensel çıkarlar olarak lanse edilmek zorundadır. Gramsci’ye göre hegemonya; eğitim, din, parti, sendika gibi rızanın kaynağını oluşturan bir takım kurumlara özerklik alanı tanıyan bağımsız sivil topluma dayanmaktadır. Kısacası hegemonya, rızanın toplumsal kurumlar aracılığıyla imal edilmesidir.
Bu makro analizi daha ulusal bir boyutta ele aldığımızda, 22 yıldır iktidarda olan bir partinin, izlediği vulgar siyasetle tüm kurumlar nezdinde hegemonya kurması şaşırtıcı değildir. AKP bugün siyasal, sosyal ve ekonomik bir etkileşim ağı yaratarak, kendi ideoloji ve çıkar mekanizmasını sistemin çeperlerine kadar genişletmeyi başarmıştır. Sadece bununla da kalmamış devletin tüm olanaklarını kullanan kendine bağlı son derece eklektik bir sınıf da yaratmıştır.
22 yıllık kesintisiz iktidar deneyimine, ona bir alternatif olmayı başaramayan muhalefet de eklenince bu sonucun ortaya çıkması doğaldır. Zira AKP hep kendi karşıtlarıyla mücadele ederek, olmadığında onları yaratarak, geniş bir toplumsal rıza mekanizması kurgulamayı başarmıştır. Böyle olduğunda siyaset, ekonomik baskılara karşı durabilen, onları azaltabilen ya da etkisini düşürebilen bir değişkene dönüşür kaçınılmaz biçimde.
Totaliter rejimlerde tüm siyasi aygıtlarıyla hegemonya kurmayı başarmış bir iktidar, muhalefetin artık var olmadığı bir sistem arzular. Burada rejimin uç sol ya da sağ yelpazede yer almasının bir önemi yoktur. Nazi Almanya’sında da, Sovyetler Birliğinde de kurumsal bir muhalefetin olması mümkün değildir. Ancak kırılgan demokrasilerde hegemonya kurmayı başarmış iktidarlar, muhalefetin varlığının yokluğundan daha işlevsel olduğunu bilirler.
Zira belirli bir kutuplaşmaya sıkıştırılmış politik yarışta muhalefet, kendi küçük kazanımları dolayısıyla rıza mekanizmasının üretilmesine yardımcı olacaktır. Bu oyunda bir rolü olduğu ve siyaset pastasından kendi payına düşeni fazlasıyla aldığı için kendisinden beklenilen performansın dışına çıkmaz.
Kurumsal yapıların erozyona uğradığı, siyasetin halktan uzaklaştığı, merkezi otoritenin her şeyi baskıladığı bir ortamda ekonomik kriz, bizatihi erozyona uğrayan kurumlar ve işlevsiz siyaset tarafından normalleştirilecektir. Çünkü geniş kitleler, iktidarın yarattığı puslu havanın gene onlar sayesinde dağılacağına çoktan ikna olmuştur.
Gramsci, İtalya’daki faşist hükümetin egemen hegemonyanın istikrarlı bir şekilde değiştirilmesiyle yıkılacağını öngörmüştü. Ona göre bu konuda da entelektüellere büyük bir görev düşmekteydi. Onlar, devlet ve kurumların içine sızarak kitleleri etkileyecek ve yeni rejim için yeni bir rıza mekanizması oluşturacaklardı. Devrimsel dönüşüm, yalnızca bu iki güç uyum içinde hareket ettiğinde gerçekleşecekti. Bir yanda entelektüeller bir yanda geniş halk kitleleri… Oysa kendisinin hesaba katmadığı önemli bir husus vardı, o da bu birlikteliğin bizatihi faşizmin vaadi ve yöntemi olduğuydu.
Oradan bu taraflara baktığımızda ironik olan, AKP’nin kurduğu hegemonyada, özellikle onun ilk on yılında rıza üreticisi olarak sol-liberal kesimin verdiği destektir. Evet muhtemelen Gramsci teorisinde haklıydı, halkın yeni sisteme her şeyiyle rıza üretebilmesi için kanaat önderlerinin, eli kalem tutanların yeni sistemin ne olduğunu geniş kitlelere anlatması gerekiyordu.
Şayet bugün de bir değişim isteniyorsa aynı şekilde tam tersinin yapılması gerekiyor. Bunun için pek tabii kurumsal muhalefetin de oyunun dışına çıkmaya zorlanması lazım. Ancak buna pek gönüllü olmayacaklarını anlamak için geçmiş de yaptıklarına bakmak yeterli. Zira kabul edelim, onlar için repliklerini ezberledikleri bir oyunu oynamanın maliyeti diğer şıkka göre çok daha az.