“Oraya gittim ve şeker ve şiddetten başka bir şey bulamadım.”
80. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen Yorgos Lanthimos imzalı Poor Things (Zavallılar), Türkiye’de ilk kez 2023 Filmekimi’nde kapanış filmi olarak karşımıza çıkmıştı. 23 Ekim’de izleme şansı bulamayan bizler için 9 Şubat’a kadar beklemek çok zor oldu.
Emma Stone’un Bella Baxter’ı canlandırdığı film “Feminist Frankestein” olarak anılırken Yorgos Lanthimos da The Favourite (Sarayın Gözdesi) filminden tam beş yıl sonra Victorya dönemi yarı fantastik bir dünyadan günümüz toplumsal normlarına bir sorgulama yaşatıyor.
Alasdair Gray’in 1992 yılında yayınladığı Poor Things kitabından esinlenen filmin senaryosu Tony McNamara tarafından yazıldı. Hem siyah-beyaz hem de renkli sahnelerde Viktorya dönemini siber bir çılgınlıkla birleştiren filmin görüntü yönetmeni ise Robbie Ryan. İzleyici ve eleştirmenden neredeyse tam not alan film 11 Mart gecesi Oscar heykeline çok yakın gözüküyor.
Yorgos Lanthimos, Poor Things’te de sıra dışı hikayeleri, karanlık mizahı ile anlatma alışkanlığını sürdürüyor. 2009 yapımı, Poor Things ile de benzer şekilde, dış dünya ile hiçbir bağlantısı olmayan üç kardeşin köpek dişleri düşene kadar anne babaları tarafından evden çıkmalarına izin verilmemesinin hikayesini anlatan “Dogtooth” (Köpek Dişi) filmiyle uluslararası tanınırlık kazanan Lanthimos, neredeyse her filmiyle izleyiciye gerçeklik algısını sorgulatıp hayatta “görmediğimiz/göremediğimiz” tuhaflıkları keşfetmeye davet ediyor.
Lanthimos filmlerinin en belirgin bir diğer özelliği ise alışılmışın dışında hikayeleri konu etmesi. Dogtooth’ta bir ailenin dış dünya ile olan/olmayan ilişkisini sorgularken “The Lobster”da ise izleyiciyi alternatif bir yakın geleceğe, yalnız insanların istenmediği bir dünyaya götürüyor. Bu dünyada yalnız/bekar insanlar tutuklanarak kendilerine uygun bir eş bulmaları için yalnız/bekar insanlarla dolu bir otele götürülmektedir. Otelde geçirecekleri 45 günün sonunda kendilerine bir eş bulamayanlar istedikleri bir hayvana dönüştürülerek doğaya bırakılmaktadır. Absürt, distopik bir kara mizah filmi olan The Lobster, 2015’te Cannes Film Festivali Jüri Ödülü’nü alarak izleyicisine bir kez daha alışılmadık ve rahatsız edici düşünce deneyimleri sunmuştur.
2017’de Cannes Film Festivali’nde Ethymis Filippou ile Yorgos Lanthimos’a En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandıran The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü), tanınan bir cerrah olan Steven Murphy’nin (Colin Farrel) ve ailesinin kusursuz denebilecek hayatının alt üst olmasını konu alır. İzleyiciye soğuk bir atmosferde aile gerilimi yaşatan film, gerçekliği sorgulamaya tekrar tekrar teşvik edip karanlık yönlerimizi gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Lanthimos filmografisinde öne çıkan filmlerden bir diğeri de 2018 yapımı “The Favorite” (Sarayın Gözdesi). Poor Things gibi İngiltere’de geçen ve başrolünde Emma Stone’un yer aldığı film, 18. yüzyıl İngiltere’sindeki saray entrikalarını ve iktidar mücadelesini Lanthimos’un diğer filmlerinde olduğu gibi sıra dışı bir hikaye ve karanlık karakterleriyle çevreliyor. 2019 yılında Lanthimos’a en iyi film, Olivia Colman’a ise en iyi kadın oyuncu Oscar’ını kazandıran film; Kraliçe Anne’in (Olivia Colman) ve onun sadık hizmetkarlarından biri olan Sarah Churchill (Rachel Weisz) ile saraya yeni gelen Abigail Hill (Emma Stone) arasındaki rekabeti konu eder. Fransa ile savaşta olduğu bu dönemde İngiltere’deki ağır ve lüks atmosferi büyük bir ustalıkla gözler önüne seren Lanthimos, kadınlar arasındaki güç ilişkisini insan doğasının karanlık yönüne odaklanarak yapar.
Lanthimos filmlerinde karşımıza çıkan karakterlerin ise genellikle duygusuz ve robotik bir konuşma tarzına sahip olduğunu görüyoruz. Filmlerindeki tüm öğelerin bir araya gelmesi izleyiciye alışılmadık bir deneyim sunuyor. Gerçek dışı hikayeler, karmaşık karakterler, gerçeklik sorgulanması insanlığın karanlık yönlerine bakmamızı sağlıyor.
*Yazının devamı film hakkında spoiler içermektedir.
Poor Things’e Yakından Bakış
Bu yönleriyle diğer filmlerine de benzerken öte yandan farklı bir deneyim sunun Poor Things’te ise sıra dışı deneyleri ve bilimsel çalışmaları ile bilinen bilim insanı Dr. Godwin Baxter (Willem Dafoe), intihar ederek ölmüş bir kadını, ölürken karnında olan bebeğinin beyni ile hayata döndürür.
Kadın bedeninde bir bebek olarak dünyayı kendi gözleriyle görmeye, anlamaya aç olan Bella Baxter (Emma Stone) varoluşunu merkeze alarak, insanın doğası ve toplumsal ilişkiler üzerine derin düşüncelere dalarken izleyiciyi de yanında götürüyor.
Bella Baxter karakteriyle başlıyor film, tuhaflığını hemencecik belli ederek… Sonrasında ise Dr. Godwin Baxter’ı görüyoruz kesikler ve özensiz dikişlerle dolu yüzüyle. Frankestein hissini ilk burada alıyoruz desem yanılmış olmam sanırım.
Bilime adanmış hayatıyla Dr. Godwin Baxter kendi yarattığı Bella karakteriyle birlikte belki de hayatında ilk defa bir duygusal bağ kuruyor ve koruyan, büyüten ancak bir deney olarak da görmeye devam eden bir baba figürü oluyor.
Ancak zamanı geldiğinde de tutsak hayatı yaşattığı deneyi Bellasını özgür bırakma “cesareti” gösteriyor, hem de hiç güvenmediği avukat Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo) ile.
Kıtalar arası bu macera hem Bella’nın kendini ve dünyayı keşfetme sürecini zenginleştiriyor, hem Wedderburn’ün sahip olduğu değerleri sorgulamasına yol açıyor, hem de izleyicinin bu “çılgın” maceraya ortak olmasını sağlıyor.
Dış dünya ile korunmasız ilk bağlantısı kıtalar arası gemi yolculuğu ile başlayan Bella gemide tanıştığı iki entelektüel sayesinde dünyanın acımasızlığı ile yüzleşiyor. Kitap okumaya, yeni şeyler öğrenmeye başlayan Bella’nın İskenderiye’de gördüğü açlık ve ölümler filmin seyrini bambaşka bir yere çekiyor. 140 dakika boyunca kendini bulma ve büyüme yolculuğunu sıkılmadan izlediğimiz Bella’nın yetişkinliğe ilk adımı da bu gemi yolculuğunda oluyor.
Bununla birlikte Poor Things, Feminist Frankenstein mi yoksa erkek bakışını (male gaze) besleyen bir fantezi mi sorusu ise önemli bir tartışma konusu. Dr. Godwin Baxter’ın Bella’yı nasıl şekillendirdiği ve Yorgos Lanthimos’un bunu nasıl işlediği bazı eleştirmenler tarafından erkek bakışının bir örneği olarak görülse de film Bella’nın hikayesinde kendini ve kimliğini keşfetme süreçlerine odaklanıyor.
Özellikle Paris’te genelevde geçirdiği kısmın “uzun” ve “detaylı” olarak aktarılması, benim asla katılmadığım farklı bir eleştiri konusu olsa da, filmin değişmeyen toplumsal yargıları ve erkeklerin kadınları güvende tutmak adı altında kısıtlamak, baskılamak, kontrol etmek için kullandıkları farklı yöntemleri gösterme konusunda oldukça başarılı.
Sinefil dostlarımın acımasız eleştirilerinden ben de nasibimi almak istemediğim için 5 yıldız veremediğim filmde “rahatsız edici” bulduğum tek detayın gemi yolculuğunda Lizbon harikalığı ile tasvir edilirken İskenderiye’nin tam tersi şekilde, yoksul, tehlikeli, gemideki yolcular için tehdit şeklinde gösterilmesi oldu. Bakalım Lanthimos bir sonraki filminde neler yapacak.