[voiserPlayer]
Kapitalizmin egemenliğini sürdürdüğü ve söz söylediği her alanda her şeyin alınır ve satılır olması şaşırtıcı değildir. Bugün ise görünürlüğün ve başkalarının ne düşündüğünün öneminin zirve yaptığı bir iklimde, seçme ikileminde kalmamak bir erdem olarak görülmektedir.
Renata Salecl, “Seçme İkilemi” başlıklı kitabında eleştirel ve sosyolojik bir perspektiften seçenek artışının/bolluğunun bugün yaşamlarımızı nasıl etkilediğini ele alıyor. Seçenek bolluğunun yaşamı nasıl yeterince kişisel, kusursuz ve doyum verici hâle getiremediğini; aksine kaygıyı, yetersizliği ve suçluluk duygusunu perçinleyişini derinlemesine tartışıyor. Paradoksal biçimde bir duygu çemberinde bırakılan birey, çareyi yine küresel endüstrinin illüzyon dolu alternatiflerinde arıyor.
Şüphesiz bir repertuvar içinden “özgür” seçim yapmamız olanaksız. Sınırları belirlenmiş ancak sınırsızmış gibi sunulan seçeneklere ulaşmada yazarın da değindiği gibi bilinç dışı arzu ve istekler gibi iç etmenler, diğer insanların fikirleri gibi dış etmenler ve ekonomik koşullar peşimizi bırakmıyor. Çünkü seçimlerin toplum nezdinde taşıdığı anlam ve sembollerle dolu paylaşımlar seçim sürecini inşa ediyor.
Yaptığımız seçimlerle bir topluluktan ya da görüşten yana kimi zaman isteyerek kimi zamansa zorunlu olarak taraf oluyoruz. Yani, konuya yakından baktığımızda bu çevrili alanda aslında seçimin hiç de bireysel, özgür ve özerk bir mesele olmadığını görüyoruz.
Var olan seçim ideolojisi, daima tercihlerimizde rasyonel olabileceğimizi ve duygularımızı kontrol edebileceğimizi söylese de her koşulda en iyiyi ve en doğruyu seçmek mümkün değildir. Seçimlerimizde özgür olup olmadığımız ise hâlen oldukça muğlak bir durum olup aynı zamanda büyük bir tartışmanın süregiden bir konusudur. Doğarken bile kendi seçimimiz olmayan kurulu bir düzenin içinde dünyaya geliyoruz. Ardından egemen değerler sisteminde kendimize bir yer bulmamız isteniyor. Seçme eylemi de tam bu noktada devreye giriyor.
Alternatifler arasından bir veya birden fazla gerekçeyle tercih yapmak basit bir davranış gibi görünse de karmaşık bir eylem. İdeal olana erişmek söz konusu olduğunda ise bunun için daha çok emek vermek, para ve zaman harcamak gerekiyor. İdeal olana erişmenin gerekli olup olmadığı, konunun dikkate değer başka bir yönünü oluşturuyor. Acaba yaşamımızı idame ettirmek için bu kadar çok seçeneğe ihtiyacımız var mı?
Popüler tabirle kendimizin en iyi versiyonu olmak için seçmeye ve arayışta olmaya devam mı etmeliyiz? Bu tamamlanma arayışının/yolculuğunun bir sonu var mı? Elbette yok. Çünkü modern kapitalist sistem, inşa ve empoze ettiği yoksunluk duygusunu her koşulda üyelerine birtakım yol ve yöntemlerle aşılamaya devam ediyor.
Daktilo1984’teki ilk yazımda vurguladığım şekliyle insanın eşyayla münasebeti oldukça karmaşık bir konu. Günümüz tüketim toplumu ve araçları; ideal olanı, en doğruyu, en güzeli ve “biricik” olanı seçmeye özendirmede çok mahir. Bunun yanında seçimlerden bir türlü memnuniyet duymamayı da benimsetmekte/telkin etmekte oldukça usta.
Salecl’a göre seçim yapmak, bireyin hayatının doğrultusunu belirleme özgürlüğünü içeriyor, ancak esasında onu seçenek bolluğu veya olasılıkların çokluğu fikri ile baş başa bırakarak sadece özgürleştirici görünüyor. Kontrolün tamamen elimizde olması ve tercih yaparken tümüyle özerk olmak bir düş/arzu olmaktan öteye gidemiyor.
Lacancı psikanaliz perspektifinden “Büyük Öteki” kavramı, kitapta seçimin toplum nezdinde taşıdığı anlamdan etkilendiğini, simgelerle dolu bir paylaşım biçimi olduğunu ve değişime müsait olduğunu anlatır. Hayatımız boyunca dilin, kültürün ve kurumların, yani özne olarak içine doğduğumuz simgesel yapının içinde, toplumsal varlıklar hâline gelmek için seçimler yaptığımızı söyler.
Bu açıdan, bütünüyle sistemin arzu ettiği bireyler olmamak için yaptığımız ve yapacağımız seçimlerin nereye ve neye denk düştüğü üzerine ayrıntılı düşünmek, seçme ikileminde kalmamak için önemlidir ve daimi bir eyleme dönüşmelidir.
“O kusursuz resimde kişi, yaşamının nihai efendisidir ve her ayrıntıyı belirlemekte özgürdür.”[1]
Yukarıda alıntılanan cümle, gelişmiş dünyaya hakim olan bir ideolojiden bahsetmektedir. Tümüyle bir karar alma yolculuğu olan hayatın tüm dengesinin bireysel seçimlerimizde yattığını ve bu eylemi gerçekleştirirken hür/serbest bir biçimde, kısıtlanmadan hareket ettiğimizi ileri sürmektedir.
Jouissance/enjoyment kavramı,daima uçucu ve kayıp olan hazza yaklaşmanın yolunun doğru seçimler yapmaktan geçtiği inancını barındırırken nihai doyumun da arzu nesnesinde bulunduğu yanılsamasını içermektedir. Buna inanan birey, yüceltilen seçme eyleminin izinde özgür olduğuna kanaat getirmektedir. Seçimlerin gücüne ise iş hayatında ve ilişkilerde mutlu ve başarılı olup/görünüp onu muhafaza edebilmek için daha fazla inanmaktadır.
Gervasi, tercihlerin rastgele yapılmadığının, toplumsal olarak denetlendiğinin ve tüketilenlerin bir değerler sistemi açısından bir anlama sahip olmak zorunda olduğunun önemine değinirken Baudrillard, ihtiyaçların tatmininin öncelikle bu değerlerin benimsenmesi anlamına geldiğini ifade eder. Tüketicinin özgür olduğu iddiası bir aldatmacadır.[2] Gereksinimlerin giderilmesi bu bağlamda sonraki aşamadır.
Bir toplumun yaşam tarzı içselleştirildiğinde ise ortaya çıkan tabloda tüketicinin özerkliğinden ve bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildir. Salecl, Althusser’e göre sanayi sonrası kapitalizmin seçim ideolojisini desteklemesinin bir tesadüf olmadığını, tahakkümün sürmesini sağlayan şeyin bu olduğunu aktarmaktadır.
Bireysel performans, Bauman’ın deyimiyle, saat gibi işlemelidir ve piyasa tarafından sunulan hizmetlerin seçiminde tüketici birey sorumluluk sahibidir. Seçimleri ile toplum üyeliğine bir tür yatırım yapmaktadır. Bu görevi, yapılan çağrıya anında cevap vererek yerine getirmelidir. Görevi yerine getirdiği takdirde arzuladığı toplumsal mevkiyi edinip sürdürmesi mümkün olacaktır.[3]
Salecl ve kitapta görüşlerine yer verilen diğer düşünürlerden bazıları, bunaltıcı derecede olan olasılık çokluğunun bireyde hem kaygı hem de kaybetme korkusu yarattığını söylerken, gidilmemiş yolların bir cazibeye sahip olduğunu ve daha az geçilmiş yolun da, gidilmeyenin de çağrısının bitmek bilmeyeceğini söyler.
Kişisel gelişim noktasında sistem, insanları zaaflarıyla meşgul ederek mutsuzluğa deva olmaktansa perişanlığın ve yetersizliğin her yerdeliğine vurgu yaparak daha iyiyi bulmaya bel bağlatıyor. Baudrillard, tüketim toplumu tasvirinde seçmeyi bilme ve yanılmama ediminin askeri ve püriten erdemlerle eş değer görüldüğünü, seçilmeyi/başkalarından ayırt edilmeyi beraberinde getirdiğini ve bir erdem olarak kabul edildiğini ifade ediyor. Bu açıdan günümüzde seçimlerden hareketle tanınırlığın kazandıracağı cazibe önemli bir motivasyon kaynağı oluyor.
Salecl’in sosyolojik analizinde sanayi sonrası toplumların ölümle başa çıkma/onu erteleme stratejisi olarak sürekli seçim yaptıkları, bu seçimlerin zamanın ötesindeymiş gibi algılandığı/göründüğü ve geç kapitalizm ideolojisinin ebedi şimdiyi öne çıkardığını unutmamak gerekir.
Örneğin, yaşlanmanın emarelerini saklama, ölümü erteleme, hatta mümkünse ölümsüzlüğün yolunu bulma, insanlık için hayati nitelikte bir amaca/göreve dönüşmüş durumda. Sınırları çizilmiş bir seçenek yelpazesi olsa dahi insanın hayatını istediği şekilde biçimlendirmesi yanılsaması; keşfetmeyi, merakı ve tüketimi beslemeye devam ediyor.
Birey, Seçimlerinde Ne Kadar Rasyonel Olabilir?
Salecl, yaptığımız seçimlerin çoğunun irrasyonel olduğunu ve seçme eyleminin basit bir mesele olmadığını sıkça belirtiyor. Tüketim toplumunun değerlerine bakıldığında çeşitli nedenlerle rasyonel olmayan ve arzunun baskın olduğu istikamette seçim yaptığımız açıktır. Çok bileşenli bir sistemin öznesi olmaya çalışan insan izin verildiği ölçüde özgür olabildiğinden benzer oranda da rasyonel olabilmektedir.
Yaygın bir “tavsiye kültürü” esareti altında olduğumuz için yanlış seçim yapma kaygısıyla birtakım kanaat önderleri ararız. Fikirlerini dikkate aldığımız bu kişilerin bizim yerimize seçim yapmalarına izin verir ve onlara güven duyarız. Yanlış veya kusurlu bir seçim yapmaktansa yetki devrini daha uygun buluruz. Bu kılavuzlukta insanı rahatlatan bir yön bulunmaktadır. Ancak seçim ideolojisi o kadar güçlüdür ki “kontrolü elinizde bulundurduğunuzu ve size hayatı öngörüp riskleri ortadan kaldırmayı öğrettiğini söylerken geleceği öngörme becerinizi elinizden aldığını” hissettirmez. Bunaltıcı derecede çok seçenekle başınızı döndürür. Esasında seçmeden önce üzerine düşünülmesi gereken en önemli husus, “sunulan şeyin aslında ne olduğunu anlamak”, bu yolla neyin yeniden üretildiğini irdelemek ve meselenin arka planını sorgulamaktır.
Sonuç
Nihayetinde seçenek bolluğu, özgürlük veya bağımsızlıkla eş anlamlı kabul edilmemelidir. Seçme ikileminde bırakılan/kalan birey ve mücadele ettiği durum, Cabanas ve Illouz’un ifadesiyle, “bireyci toplumun zaferi” ile sonuçlanmaktadır. Sistem, toplumsal kontrolün bir aracı olarak da kaynağının gizemini koruduğu mutluluk vaadini kullanmaktadır.[4]
Seçim ideolojisi her yerde işlemekte ve daha iyiye erişmenin mümkünlüğünü önermekten vazgeçmemektedir. Ancak yine de bu hegemonik yapı içerisinde bir çıkış yolu olarak “bir insanın seçim yapma becerisine sahip olması, orada her anlamda değişim olanağından bahsetmenin” mümkün olduğunu da değerli hâle getirmektedir.
Referanslar
[1] Salecl, R. (2016). Seçme İkilemi, (Barış Engin Aksoy, Çev.), İstanbul: Metis
[2] Baudrillard, J. (2012). Tüketim Toplumu Söylenceleri/Yapıları, (Hazal Deliceçaylı ve Ferda Keskin, Çev.), İstanbul: Ayrıntı
[3] Bauman, Z. (2023). Tüketici Hayat, (Kübra Oğuz, Çev.), İstanbul: Tellekt
[4] Cabanas, E., Illouz, E. (2023). Mutlu Yurttaş İmalatı-Mutluluk Endüstrisi Hayatımızı Nasıl Kontrol Ediyor?, (Tufan Göbekçin, Çev.), İstanbul: İletişim
Fotoğraf: Victoriano Izquierdo